Bu konuya “Tapınakçıların Sırları” başlığı altındaki bir yazının uzantısı olarak geldik. Dolayısıyla forumdaki yeri de burasıdır. Ancak bu arada konuya bağımsız olarak değinilmiş olduğu da dikkatimi çekmedi değil. Ben kendi birikimimdekileri aktaracağım.Bu nesne, 440 cm boyunda ve 190 cm eninde, karmaşık desenli hayli eski bir patiska parçasıdır. Nasıl yapılacağını bilen bir kişi tarafından belli bir tarzda dörde katlanacak olursa, ortaya sakallı bir adam başı resmi çıkar.
Dendiğine göre, bu nesne tarikat kapatılmadan önce bu Tapınak Şövalyelerinin elindeymiş.
Bunun daha önce Bizans’ta olduğu ve Tapınak Şövalyelerinin onu 1204 yılında, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında ele geçirdiği söylenir. Buna göre; katlandığında ortaya çıkan resim İsa’nın yüzünü yansıtır.
Kimine göre ise bu resimdeki İsa değil, Vaftizci Yahya’dır.
Kimine göre her ikisi de değildir. Çünkü 1. yüzyılda Filistin’de kullanılmış olan Roma paralarının bir yüzünde bu resmin pek yakın bir benzeri vardı.
Aynı resim, sonradan Budapeşte’de bulunmuş ve 11. yüzyıldan kalma olduğu anlaşılan bir dua kitabında da görülmüştür.
Bu nesnenin o kadar eski olmadığını, kesin bir tarih verememekle birlikte 13. yüzyılda yapıldığını ileri sürenler de vardır.
Buna Tapınak Şövalyelerinin sahip olduğu benimsendiği için, katlandığında ortaya çıkan resim, kimine göre tarikatın ilk büyük üstadı Hugues de Payen, kimine göre ise son büyük üstadı Jacques de Molay olsa gerektir.
Engizisyon tarafından yürütülen yargılanmaları sırasında Tapınak Şövalyelerinin bir put olarak tapındığı ileri sürülen bir “kafa”dan söz edilmişti. Fakat bununla ilgili bir nesneye sahip oldukları bilinmiyordu. Dolayısıyla bu konu hiç gündeme gelmedi. Zaten bu, Tapınak Şövalyelerinin hepsinin bildiği bir şey değildi. Bilenlerin de sorulmayan bir şeyi anlatması gerekmezdi.
Peki ama bu da niçin bir “sır” oluyor?... Bunun neresi sır?
Çünkü bu nesnenin de tıpkı “Kutsal Kâse” gibi birtakım olağanüstü işleri gerçekleştirebilmek gibi bir marifeti olduğundan söz edilir. Dendiğine göre; örneğin bir hastanın üstüne örtülecek olursa, hasta çok kısa bir süre içinde iyileşir, yaraları varsa hemen kapanır. Bu bakımdan, “Gerçek Haç” olarak anılan nesne ile de bağdaştırılır.
Bir anlatıma göre; 1357 yılında Languedoc’ta Toulouse kenti yakınlarındaki Lirey adlı küçük bir köyün rahibi bu nesneyi bulmuş, başpiskoposa iletmişti. Bunun, 50 yıl kadar önce Jacques de Molay ile birlikte yakılmış olan Geoffroi de Charney tarafından köy rahibine emanet edilmiş olduğu anlaşılmıştı.
15. yüzyılın sonlarına doğru Leonardo da Vinci’nin bu nesnenin beyaz mermer üzerine bir negatif fotoğrafını çıkarmış olduğu da söylenir. [Bunu nasıl becermiş olabileceği ayrı konu…]
Bu resmin iki yanında görülen boylamasına çizgi ve iri lekeler, bunun çok kez katlanıp açılması nedeniyle, bir de ısı etkisiyle oluşmuş izlerden ileri geliyor(muş).
Leonardo da Vinci’nin böyle bir icadının olduğu yadsınamayacak bir gerçek; çünkü bu yöntemle üretmiş olduğu başka resimler de var. Ancak Torino Kefeni denilen bu nesnenin sahiden İsa’nın kefeni olduğu, hele görünümünün bu kefene yansıdığı hiç inanılası değil.
Fakat dünya yüzünde buna o kadar çok inanan var ki!... Hatta sırf bu konuyu incelemek için kurumlar oluşturulmuş. Yakın geçmişimize dek bu konu üzerinde birçok uluslararası sempozyum bile düzenlenmiş.
Böyle bir nesnenin varlığını yadsımak olanaksız ama Leonardo da Vinci’nin çıkardığı negatifin buna ait olmadığını belirten, iddiasını salt akıl yoluyla kanıtlamaya çalışanlar da var. Hatta bunu Leonardo’nun kendi eliyle yaptığı bir portresiyle karşılaştırarak, bu resimdeki adamın kafasıyla bire bir denecek ölçüde benzerlik gösterdiğini ileri sürenler bile olmuş.
Kimileri için de bu resmin bütünü değil, sadece kafa bölümü ilgi çekicidir. Engizisyon tarafından Tapınak Şövalyeleri’ne yöneltilmiş olan çeşitli suçlamalar arasında, bir kafa resmine tapınmak da vardı. İşte suçlamalarda sözü edilen o kafa bu resimde görülen kafaymış.
Bir başka kaynaktan edinilen bilgiye dayanarak bu kumaş parçasının 1357 yılında Fransa’da Toulouse kenti yakınlarındaki bir köyde bulunduğundan söz etmiştim ya! Orada bu kumaş parçasının boyu 360 x 135 cm olarak geçiyor.
Çok yıprandığı için kenarları kesilmiş olamaz mı?
Bu pek olanaklı değil... Bunun ne olduğu ya da nasıl nitelendiği hakkında bilgisi olan hiç kimse, yıprandığından ötürü düzeltmek amacıyla onu kesip küçültmeye kalkışmış olamaz. Zaten boyunu daha küçük olarak belirten belgenin tarihi, daha büyük olarak belirtenden önce. Bu nedenle, sadece ölçüleri bakımından yazımda yanlışlık yapıldığı düşünülebilir.
Belki böyle iki ayrı kumaş parçası vardı… Hatta belki daha çok ama bilinenleri bunlar.
Zaten diğer tarihsel kaynaklarda, bu nesneye sahip olan Geoffroi de Charney’in 1356 yılında öldüğü, kefenin ise ailesinde kalmış olduğu belirtiliyor. Belki de oğlu onu emanet edilen kişilerden geri almıştı. Nitekim aile içi sorunlar nedeniyle sonra bu nesnenin el değiştirdiği, kimlerin elinde nasıl dolaşıp durduğu, nereden nereye götürüldüğü, üzerinde nasıl sahiplik ileri sürüldüğü de anlatılıyor. Bunlar uydurulmuş öyküler değil, belgelenmiş olaylar.
Dolayısıyla böyle bir nesne varsayımsal değil. Ne olduğuna ilişkin anlatımlar varsayımsal.
Bu nesnenin kendine özgü bir kronolojisi bile düzenlenmiştir. Leonardo’nun şu ilkel negatif fotoğrafı çıkardığı tarihte, İtalya’da Torino kentinin yakınlarındaki bir kasabada olması gerekmektedir. Son olarak, 1578 yılında Torino’daki Piazza Kalesi’nde koruma altına alınmıştır.
Zaten bu nesnenin böyle bir adla anılmış oluşu da bundan ileri geliyor. Son durağı Torino.
Bu konuda bir de şu son diyeceklerime bakın:
Papalar, yüzyıllar boyunca Torino Kefeni konusuyla ya hiç ilgilenmedi ya da ilgilenmez göründü. Ta ki yakın geçmişimizde Vatikan’ın yüzyıllarca sürmüş olan katı ve kesinci tutumunu değiştirerek, bundan böyle çağın gereklerini biraz daha yakından izleyip bunlara adım uydurmaya, özellikle din ile bilim arasındaki çelişkileri azaltma çabası göstermeye ya da Katolik mezhebinin dogmalarının bilimsel bilgiler ile hiçbir uyuşmazlığı olmadığını kanıtlamaya girişene dek.
Papa 6. Paul, 1978 yılının Ağustos ayında Torino’ya giderek bu nesneyi kendi gözüyle görmeye karar vermişti. Fakat göremedi. Çünkü bu kararından birkaç gün sonra aniden öldü.
Ondan sonra yeni papa olarak seçilen ve Jean Paul adını alan önceki Venedik kardinali, sadece 33 gün Katolik dünyasının lideri olarak kalabildi. 21 Eylül’de Torino’ya gidip kefeni ziyaret etti. Ertesi hafta öldü.
Papa 2. Jean Paul, 13 Nisan 1980 günü Torino’ya gitti. Kefeni gördü. Büyük bir kutsal sevgi gösterisinde bulundu. 13 Mayıs 1981 tarihinde tetikçi Mehmet Ali Ağca’nın saldırısına uğradı.
Kimilerine göre; Torino Kefeni papaları sevmiyor. Onu görmek hatta görmeyi tasarlamak bile papalara uğursuzluk getiriyor. Kimilerine göre de, birileri papanın bu nesneye yaklaşmasından hoşlanmıyor. Onu kendilerince kutsal sayıyor, papayı ise bu kutsallığa karşı buluyor.
Bu olaylar da tarih boyunca papalara karşı çevrilmiş olan entrikalar zincirinin yeni halkaları olarak niteleniyor. Kimilerine göre papalık ortadan kalkmadıkça Tapınak Şövalyelinin öcü de kesinlikle alınmış olmayacak.
Acaba bundan ötürü mü papa yakınlarda çağdaş Tapınak Şövalyeleri Tarikatıo’nı bağışlayarak, dinsel bir törenle onları resmen tanıdı?
TAPINAK ŞÖVALYELERİ KONUSUNA SON VERİYORUM.Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın ortadan kaldırılışının üzerinden daha çeyrek yüzyıl bile geçmeden, adının kapsamında “tapınak” karşılığı bir sözcük geçmese bile, bu tarikata pek benzer birtakım örgütlerin kurulmasına başlandı. Bir söylentiye göre; Fransa’da Provénce bölgesindeki yeraltı sığınaklarında bir süre saklanmış olan Tapınakçılar, 1344 yılından sonra buradan çıkıp Avrupa’nın dört bir yanına dağılmıştı. Tarikatın kapatılmasından önceki amaçları uyarınca uzun vadeli bir plânı yürürlüğe koymak üzere çalışmaya girişmişlerdi. Bu plânın bir cephesinde, papadan izin alınmasına gerek olmayan yeni tarikatlar kurulması vardı. Bir diğer cephesinde ise daha önce kurmuş oldukları ekonomik imparatorluğu bu kez terör estirerek bile olsa sürdürmek yer alıyordu.
Ne var ki, Tapınak Şövalyelerinin o bir tür uluslararası örgütü, kısa süre içinde yozlaşmaya uğradı. Bırakın bir geleneksel “tek adam otoritesi”ni, doğru dürüst bir merkezi denetim bile kalmamıştı. Her filo hatta her gemi kaptanı kendi bildiğini okumaya, kendi benimsediği kural ve yöntemleri uygulamaya girişmişti. İş Akdeniz’e egemen olup, politik bir düşünceyle Avrupa’nın ticaret kanallarından birini kesmekten çıkmış, korsanlığa dönüşmüştü.
Portekiz’deki Tapınakçılar “Cavaleiros de Cristo” (İsa’nın Şövalyeleri) adıyla anılır oldu. Bu şövalyeler, 16. yüzyıla kadar özellikle denizcilikle uğraştı. Ünlü Portekiz gemicilerinin çoğu bu örgütün üyesiydi. Aralarında Vasco da Gama ile aslında Cenevizli olan Christoforo Colombo (Kristof Kolomb) gibi adlarını çok iyi bildiğimiz kişiler vardı. Gemilerinin yelkenlerinin üzerinde Tapınak Şövalyelerinin iki yüzyıl kadar kullandığı ve “Crux Pattée” olarak anılan haçın benzeri görüldü. Sadece kanatları biraz daha geniş tutulmuş ve ortasına gümüş renkli bir işleme eklenmişti. Birine “Ali-Veli” denilecek olursa, diğeri “Veli-Ali”.
Öteden beri denizcilikte çok ilerlemiş olan Tapınakçıların, tarikatın kapatılmış olmasına karşın varlığı sürmüşse, bundan sonra denizde geçen serüvenleri de olsa gerektir. Kaldı ki Tapınakçıların tutuklanmasına girişilmesinden kısa bir süre önce La Rochelle limanından denize açılmış olduğu varsayılan gemilerin nereye gitmiş olabileceğini anlatmaya henüz sıra gelmedi.
Bunları da anlatacağım ama bambaşka bir tarzda bambaşka bir başlık altında. Büyük olasılıkla da forumun "Edebiyat" bölümünde...
Sevgiler.