Tarih boyunca toplumlar belirgin olarak iki sınıfa ayrılmıştır: Yönetenler ve yönetilenler.
Yönetici sınıf, yönetilen sınıf üzerinde otorite kurmak ve bu otoriteye sürdürmek için çeşitli kaynaklardan güç almıştır. Bu kaynaklardan en önemlisi genellikle din olmuştur. Devleti dinle yönetmeyi öngörenler de, dinsel kurumları, dogmaları ve tapınışları sürekli olarak dünya işlerini düzenleme ve halkı boyun eğmeye yöneltme amacıyla kullanmışlardır.
Böylelikle din, bir kutsal inanç konusu olmaktan çıkarak bir politik egemenlik ülküsü olmaya dönüşmüştür.
Din adamlarına ya da rahipler sınıfına büyük yetkiler ve ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu da aynı politik egemenlik tutkusunun bir yöntemidir.
Din adamları ve rahipler, kendi yetki ve ayrıcalıklarını kendileri genişleterek Tanrı istediği için var olduklarını, onun namına çalıştıklarını ileri sürmüşlerdir. İnsanları “inananlar” ve “inanmayanlar” diye ikiye bölmüş, bu iki zümreye eşit haklar tanımamışlardır. Adalet, sadece inananlar için geçerli sayılmıştır.
İnançların bu yolda kullanılması, insanları, din adamlarının amaçladıklarını ileri sürdükleri barış ve mutluluğa ulaştırmak şöyle dursun, her türlü trajik olaya sürüklemiştir.
Tanrı’yı kendi mevki güçlerinin ve çıkar tutkularının bir aracı yapmış olan din adamları, gene de kendilerini adaletten ayrılmayan, en yüksek töresel erdemlere sahip, her türlü tutum ve davranışlarında haklı bir doğruluğu tekellerinde tutan örnek kişiler olarak tanıtmışlardır.
Uzak Doğu ülkelerinde ise durum biraz farklıdır: Burada doğa güçleri kişileştirilerek kutsal sayılmış ama Tanrı inancından ayrı tutulmuştur. İnsanların günlük ve toplumsal yaşamları inançlardan soyutlanmış, buna karşılık uygulamaya dönük töresel ve adaleti sağlayıcı kurallar konmuştur. Sonuç hemen hemen aynıdır; çünkü bu kurallar dinin temelini oluşturmuştur. Tek fark, Tanrı kavramının soyutlanmış olmasındadır.
Dinlerin birçoğunda başka inançları hor gören, toleranstan olasıya yoksun bir bağnazlık oluşturulmuştur. Bu bağnazlık, dinlerin kendi özlerini bile yıkıp dağıtma eğilimi gösterir.
Genellikle dinlerin birbirleriyle bağdaşamayışlarının en başta gelen nedeni, mutlak gerçeğe tek başına sahip çıkma olgusudur.
Bu iddia, her dinin kendi inançlıları arasında bir üstünlük kompleksi yaratır. Bu kompleks, pasif kaldığı sürece zararsızdır fakat bu üstünlüğün başka inançları olanlara da kabul ettirilmesi girişimi, toplu inanç saldırılarının başlangıcıdır.
Bazı dinler, kendilikleri bakımından belirli bir topluma bağlıdır yani evrensel değil, ulusal ya da zümreseldir. Bu dinler de, uluslar ya da kavimler arasında başka nedenlerden doğmuş anlaşmazlıklara araç edilmiştir.
Din adamları “Tanrı böyle istiyor.” diyerek, diğer ulusun ya da kavmin insanlarının öldürülmesini, onlara acı çektirilmesini haklı göstermeye çalışmışlardır.
Her ulusal ya da zümresel din, bir “sürü gururu” ve bir “toplum kendini beğenmişliği” yaratır. Bu duygu da diğer insanlarla savaşa, varlığın yok edilmesine yol açar.
Bu eylem “din uğruna” yapılmaktadır. Oysa hiçbir din, özünde, insan öldürmeyi öngörmez.
20. yüzyıl başlarının Fransız düşünürlerinden Henri Bergson bu oluşumu şöyle değerlendiriyor: «Savaş halindeki uluslar Tanrı’nın kendilerinden yana olduğunu ileri sürmektedir. Böylece bu Tanrı, putperestliğin ulusal tanrısı durumuna dönüştürülmüş olmaktadır. Oysa onları sözünü ettiklerini sandıkları Tanrı, bütün insanlar için ortak olmalıdır. Tanrı adına savaştıklarını savunanlar bu gerçeği gördükleri anda böyle bir savaşın hemen ortadan kalkması gerekir.»
Bu konuya bir örnek vermek isterim. Ancak burada herhangi bir dine karşı çıkmakta bir inanç saldırısı amacında olmadığımı da öncelikle ve özellikle belirtmek istiyorum.
İsrail sözcüğü, “savaşan tanrı” ya da “Tanrı’ya karşı güçlü” anlamına gelmektedir. İbranî sözcüğü “öte yanın insanları” anlamına gelen “hibrî” kökeninden türetilmiştir. İsrailoğullarının ulusal savaşları “Yehova Savaşları” olarak anılır.
Böylelikle ulusun düşmanları, ulusun tanrısının düşmanları sayılmıştır. İsrailli savaşçılar, Yehova’nın yardımcılarıdır. Ulusal tanrı, kendinden olanları, ne yaparlarsa yapsınlar kendinden olmayanlara karşı terk etmez. İsrailli, öteki ulusal tanrılara karşı çok daha güçlü olan kendi tanrısının, onu yabancı ülkelerde de koruduğu ve gözettiği inancındadır.
Burada bir özelliğe dikkat etmek gerekir. İsrailli için tek olan ve diğer sıfatları arasında öncelikle Yehova olarak anılan (ancak bu inanç uyarınca bu adı dile getirilmeyen ve gerektiği zaman Adonai denilen) tanrı, evrendeki “Tek Tanrı” olarak nitelendirilmemektedir. Başka ulusların tek ya da çok tanrıları, İsraillilerin dışında onlarındır. İsraillilerin savaşları, tanrıların savaşlarıdır; kazanan ya da yenilen de tanrılar olacaktır.
Dünyanın her bir yanına dağılmış olan Yahudiler, bu nedenden kaynaklanan görüşlerle her yerde ve her zaman hor görülmüş, baskı altında tutulmuş, zulme uğramışlardır.
Örneğin Hıristiyanlar Yahudileri İsa’yı çarmıha gererek Tanrı’yı öldürmekle suçlamıştır.
Günümüze kadar süregelen Yahudi karşıtlığını bir yandan ekonomik nedenler, diğer yandan ırkçı ön yargılar, bir başka yandan jeopolitik sorunlar oluşturur gibi görünmekteyse de, hepsinin temelinde tek yanlı olmayan dinsel bağnazlık yatar.
Dinlerin asıl amacı yalnızca tanrısal birliğe iman ve ona tapınmayı sağlamak değildir. Dinler insanlara Tanrı ve ahiret korkusu değil, Tanrı ve insan sevgisi veremedikleri sürece kendi inançlılarının başkalarına saldırmak için birer silah olmaktan kurtaramaz.
Dinler, insanlar arasında doğal ve evrensel bir eşitlik bilincini yayamadıkları sürece, kendi inançlılarına vaat ettikleri mutluluğu da yıkar ve insanların birbirleriyle boğuşmalarının en öncül temel kaynağı olurlar.
Tarih boyunca dünya sahnesinde oynanan oyun budur; özellikle gelişkin, tektanrıcı dinler ortaya çıktıktan sonra… Oysa çok daha ilkel dönemlerde de her kavmin kendi tanrısı vardı. Bur kavim şu ya da bir diğerine saydırır, onunla savaşır, şayet galip gelirse, onun tanrısını alıp kendi ülkesine götürürdü. Ne kadar çok tanrı toplarsa kavminin o kadar güçleneceğine inanırdı.
Buna karşılık sonrakiler, kendi tanrılarının gücünü sağlayabilmek uğruna ötekinin tanrısını öldürme, yok etme yolunu tuttu. Kendi savaşlarına Tanrı’yı alet etmeye çalıştılar.
(Devam edeceğim.)