Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER  (Okunma sayısı 16017 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 08, 2009, 03:12:28 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - I


Emile Durkheim’a göre din, kutsal kavramlarla ilgili inançlardan ve tapınma yöntemlerinden oluşan ortak bir sistemdir. Bu inançlar ve tapınma yöntemleri, bunları benimsemiş olanları tek ve aynı tinsel (manevî) toplulukta birleştirir.

Durkheim’a göre; burada “kutsal kavram” dediğimiz şeyin kökeni sosyaldir; kutsal kavram duygusunun doğmasına toplum yol açar. Bu nedenle, dinin temel öğesi olan Tanrı inancı bireysel olabilir ama din bireysel değil toplumsal bir olgudur.

En ilkelinden en gelişmiş sayılana kadar her din, özgür düşüncenin ve inanç toleransının yeşeremediği dönemlerde, bireylerle toplumun karşılıklı ilişkilerini düzenlemiştir. Din, toplumsal sorunları çözümleyen, insanın yaşamını düzenleyen, doğanın bunların üzerindeki etkisini ayarlayan bir tasarım ve inançlar toplamı olmuştur.

İnsan genellikle yaşamında ve doğada İkicilik (Düalizm) oluşumunu benimseyen bir eğilim güder. Bu eğilimin bir öğesi insanın kendisidir. Diğeri ise insanın kendiliğinin dışındaki, onu kuşatan olay ve olgular evrenidir. Dinler de genellikle bir “yaratan” bir de “yaratılan” kabul eder. Ayrıca dinler, insanın edim ve eylemlerini “iyi ve kötü”, “helâl ve haram”, “sevap ve günah” gibi birbirine karşıt değerlerle ölçer. Böylelikle dinler, insanın İkiciliğe olan eğilimini hem derinleştirir hem de güçlendirir.

Bu ikicilik çerçevesi içinde dinin bir gereği olan tapınma, aslında dinin kendinden gelme değil insanın bir gereksinmesidir. İnsan, kendi yaşamının da bağlı olduğu evrenin engin gerçeğini her zaman tanımaya çalışmıştır. Tapınma gereksinimi de doğa ile karşı karşıya gelen insanın doğayı kendisine karşıt sayışından doğan bir doygunluk özleminin sonucudur.

İnsan doğayı anlayıp, onun kendisini etkilediği gibi kendisinin de onu etkilemesini istemiştir. Yaşamını güçleştiren tehlikelerden korunabilmek için doğanın bilgisine sahip olmak gerektiğini kavramıştır. Bu korunma eğilimi, insanın “ölüm” gerçeğine karşı bir direniş içine girmesidir.

Aslında insanın en çok çekindiği olay özdeksel bir ölüm değildir; yok oluştur. İnsan kendisini diğer tüm canlı ve cansız varlıklar arasında bir “üstün yaratık” olarak nitelendirir. Bunun için de yok oluş düşünüsünü aşağılayıcı bulur ve reddeder.

Doğanın bilgisini ararken insana yol gösteren bilim, ölüm gerçeği karşısında güçsüzdür; buna ne bir çare ne de doyurucu bir açıklama getirebilmektedir. Buna karşılık dinlerin büyük çoğunluğu varlığın tümünün ya da bir bölümünün ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürmektedir. Böylelikle insanın korku ve kaygılarını gidermektedirler. Dolayısıyla insan bilimi bir yana bırakıp dine sarılır.

Diğer hayvanlardan farklı olarak insanın kendine özgü bu ilkel eğilimi daha vardır: Yalnızca öğrenmiş olmak için öğrenme tutkusu yani merak… Gerçi bazı hayvanlarda da merak duygusu vardır ama bu insandan pek farklı olarak yaşamın bir gerekliliğidir. İnsan ise, yaşamı için gerekli olmayan şeyleri de öğrenmek eğilimindedir.

Bilim buna çözüm getirmektedir ama çok uzun zaman almaktadır. Din ise insanın bu ilkel eğilimine hem kısa hem kolay yoldan bir doygunluk aşaması sağlayabilmektedir. İnsana evreni tanıdığını, onu olabildiğince en engin gerçeğinde anladığını, bundan ötesine ulaşma olanağının bulunmadığını, hiçbir zaman da bulunamayacağını söylemektedir. Böylelikle insan evrenin tüm gerçeğini dinin içeriğinde arar ve orada bulacağına inanır.

Bu aşamadan sonra insan doğaya, onun yaratıcısına, bu sonsuz güç, ahenk ve enerjiye sevgiyle bağlanır. Bu sevgi ve bağlılık, korunma içgüdüsü ve merak ile birleşip topluma yaygın bir biçime geldiğinde, din oluşur.

Kimileriyse sevgiyle pekişen bağlılığı sonlu varlıkların üzerinden aşırtarak sonsuz varlıkla birleştirmeye yönelir. Bu yönelim dinin diğer iki öğesinin önemini azaltır ve Mistisizm oluşur. Fakat mistisizm, dine oranla bir yaygınlık, bir egemenlik kazanamamıştı

(Devam edeceğim.)


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 10, 2009, 12:25:30 ös
Yanıtla #1
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Tarih boyunca toplumlar belirgin olarak iki sınıfa ayrılmıştır: Yönetenler ve yönetilenler.

Yönetici sınıf, yönetilen sınıf üzerinde otorite kurmak ve bu otoriteye sürdürmek için çeşitli kaynaklardan güç almıştır. Bu kaynaklardan en önemlisi genellikle din olmuştur. Devleti dinle yönetmeyi öngörenler de, dinsel kurumları, dogmaları ve tapınışları sürekli olarak dünya işlerini düzenleme ve halkı boyun eğmeye yöneltme amacıyla kullanmışlardır.

Böylelikle din, bir kutsal inanç konusu olmaktan çıkarak bir politik egemenlik ülküsü olmaya dönüşmüştür.

Din adamlarına ya da rahipler sınıfına büyük yetkiler ve ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu da aynı politik egemenlik tutkusunun bir yöntemidir.

Din adamları ve rahipler, kendi yetki ve ayrıcalıklarını kendileri genişleterek Tanrı istediği için var olduklarını, onun namına çalıştıklarını ileri sürmüşlerdir. İnsanları “inananlar” ve “inanmayanlar” diye ikiye bölmüş, bu iki zümreye eşit haklar tanımamışlardır. Adalet, sadece inananlar için geçerli sayılmıştır.

İnançların bu yolda kullanılması, insanları, din adamlarının amaçladıklarını ileri sürdükleri barış ve mutluluğa ulaştırmak şöyle dursun, her türlü trajik olaya sürüklemiştir.

Tanrı’yı kendi mevki güçlerinin ve çıkar tutkularının bir aracı yapmış olan din adamları, gene de kendilerini adaletten ayrılmayan, en yüksek töresel erdemlere sahip, her türlü tutum ve davranışlarında haklı bir doğruluğu tekellerinde tutan örnek kişiler olarak tanıtmışlardır.

Uzak Doğu ülkelerinde ise durum biraz farklıdır: Burada doğa güçleri kişileştirilerek kutsal sayılmış ama Tanrı inancından ayrı tutulmuştur. İnsanların günlük ve toplumsal yaşamları inançlardan soyutlanmış, buna karşılık uygulamaya dönük töresel ve adaleti sağlayıcı kurallar konmuştur. Sonuç hemen hemen aynıdır; çünkü bu kurallar dinin temelini oluşturmuştur. Tek fark, Tanrı kavramının soyutlanmış olmasındadır.

Dinlerin birçoğunda başka inançları hor gören, toleranstan olasıya yoksun bir bağnazlık oluşturulmuştur. Bu bağnazlık, dinlerin kendi özlerini bile yıkıp dağıtma eğilimi gösterir.

Genellikle dinlerin birbirleriyle bağdaşamayışlarının en başta gelen nedeni, mutlak gerçeğe tek başına sahip çıkma olgusudur.

Bu iddia, her dinin kendi inançlıları arasında bir üstünlük kompleksi yaratır. Bu kompleks, pasif kaldığı sürece zararsızdır fakat bu üstünlüğün başka inançları olanlara da kabul ettirilmesi girişimi, toplu inanç saldırılarının başlangıcıdır.

Bazı dinler, kendilikleri bakımından belirli bir topluma bağlıdır yani evrensel değil, ulusal ya da zümreseldir. Bu dinler de, uluslar ya da kavimler arasında başka nedenlerden doğmuş anlaşmazlıklara araç edilmiştir.

Din adamları “Tanrı böyle istiyor.” diyerek, diğer ulusun ya da kavmin insanlarının öldürülmesini, onlara acı çektirilmesini haklı göstermeye çalışmışlardır.

Her ulusal ya da zümresel din, bir “sürü gururu” ve bir “toplum kendini beğenmişliği” yaratır. Bu duygu da diğer insanlarla savaşa, varlığın yok edilmesine yol açar.

Bu eylem “din uğruna” yapılmaktadır. Oysa hiçbir din, özünde, insan öldürmeyi öngörmez.

20. yüzyıl başlarının Fransız düşünürlerinden Henri Bergson bu oluşumu şöyle değerlendiriyor: «Savaş halindeki uluslar Tanrı’nın kendilerinden yana olduğunu ileri sürmektedir. Böylece bu Tanrı, putperestliğin ulusal tanrısı durumuna dönüştürülmüş olmaktadır. Oysa onları sözünü ettiklerini sandıkları Tanrı, bütün insanlar için ortak olmalıdır. Tanrı adına savaştıklarını savunanlar bu gerçeği gördükleri anda böyle bir savaşın hemen ortadan kalkması gerekir.»

Bu konuya bir örnek vermek isterim. Ancak burada herhangi bir dine karşı çıkmakta bir inanç saldırısı amacında olmadığımı da öncelikle ve özellikle belirtmek istiyorum.

İsrail sözcüğü, “savaşan tanrı” ya da “Tanrı’ya karşı güçlü” anlamına gelmektedir. İbranî sözcüğü “öte yanın insanları” anlamına gelen “hibrî” kökeninden türetilmiştir. İsrailoğullarının ulusal savaşları “Yehova Savaşları” olarak anılır.

Böylelikle ulusun düşmanları, ulusun tanrısının düşmanları sayılmıştır. İsrailli savaşçılar, Yehova’nın yardımcılarıdır. Ulusal tanrı, kendinden olanları, ne yaparlarsa yapsınlar kendinden olmayanlara karşı terk etmez. İsrailli, öteki ulusal tanrılara karşı çok daha güçlü olan kendi tanrısının, onu yabancı ülkelerde de koruduğu ve gözettiği inancındadır.

Burada bir özelliğe dikkat etmek gerekir. İsrailli için tek olan ve diğer sıfatları arasında öncelikle Yehova olarak anılan (ancak bu inanç uyarınca bu adı dile getirilmeyen ve gerektiği zaman Adonai denilen) tanrı, evrendeki “Tek Tanrı” olarak nitelendirilmemektedir. Başka ulusların tek ya da çok tanrıları, İsraillilerin dışında onlarındır. İsraillilerin savaşları, tanrıların savaşlarıdır; kazanan ya da yenilen de tanrılar olacaktır.

Dünyanın her bir yanına dağılmış olan Yahudiler, bu nedenden kaynaklanan görüşlerle her yerde ve her zaman hor görülmüş, baskı altında tutulmuş, zulme uğramışlardır.

Örneğin Hıristiyanlar Yahudileri İsa’yı çarmıha gererek Tanrı’yı öldürmekle suçlamıştır.

Günümüze kadar süregelen Yahudi karşıtlığını bir yandan ekonomik nedenler, diğer yandan ırkçı ön yargılar, bir başka yandan jeopolitik sorunlar oluşturur gibi görünmekteyse de, hepsinin temelinde tek yanlı olmayan dinsel bağnazlık yatar.

Dinlerin asıl amacı yalnızca tanrısal birliğe iman ve ona tapınmayı sağlamak değildir. Dinler insanlara Tanrı ve ahiret korkusu değil, Tanrı ve insan sevgisi veremedikleri sürece kendi inançlılarının başkalarına saldırmak için birer silah olmaktan kurtaramaz.

Dinler, insanlar arasında doğal ve evrensel bir eşitlik bilincini yayamadıkları sürece, kendi inançlılarına vaat ettikleri mutluluğu da yıkar ve insanların birbirleriyle boğuşmalarının en öncül temel kaynağı olurlar.

Tarih boyunca dünya sahnesinde oynanan oyun budur; özellikle gelişkin, tektanrıcı  dinler ortaya çıktıktan sonra… Oysa çok daha ilkel dönemlerde de her kavmin kendi tanrısı vardı. Bur kavim şu ya da bir diğerine saydırır, onunla savaşır, şayet galip gelirse, onun tanrısını alıp kendi ülkesine götürürdü. Ne kadar çok tanrı toplarsa kavminin o kadar güçleneceğine inanırdı.

Buna karşılık sonrakiler, kendi tanrılarının gücünü sağlayabilmek uğruna ötekinin tanrısını öldürme, yok etme yolunu tuttu. Kendi savaşlarına Tanrı’yı alet etmeye çalıştılar.

(Devam edeceğim.)
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 10, 2009, 07:42:15 ös
Yanıtla #2

Çok güzel bir Paylaşım olmuş. Devam etmenizi sabırsızlıkla bekliyorum.
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.


Eylül 11, 2009, 06:02:52 ös
Yanıtla #3
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Öncekinin devamı...



Din yalnızca uluslar ve kavimler arasında değil bireyin kendi benliğinde de savaşımlar yaratmıştır. İnsanı büyük yoksulluk ve düşkünlükler içinde mutlu, bolluk ve zenginlikleri içinde mutsuz kılmıştır. Dinin bu gücü, inançların bilgiden daha güçlü, daha etkileyici olmasındandır.

Dinlerin insanlık tarihini hep olumsuz yönde etkilediğini söylemek de doğru olmaz. Çeşitli toplumlarda, örneğin Eski Mısır ve Mezopotamya’da din, bilimsel araştırmalara âdeta önder olmuştur.

Günümüzden birkaç bin yıl önce Asya’nın batısında yerleşmiş olan toplumlardaki düşünce ve tasarımlar hep dinsel bir plan üzerine kurulmuştu. Bir süre sonra bu tasarımlar genişleyerek mitolojik aşamalardan geçip, evrenin oluşumuna ve doğanın işleyişine ilişkin açıklamalar yapmaya doğru yürümüştü.

Temelini oluşturduğu bilimin gelişmesine karşılık kendisi olduğu yerde sayan din, bilime sahip çıkınca kendini ortaya noksansız bir gerçek olarak koymuştur. Yalnızca Tanrı üzerine değil, evren üzerine, doğa üzerine, insanlık üzerine erişilebilecek tüm gerçeklerin dinin içeriğinde bulunduğu ileri sürülmüştür. Daha sonra insan, kendisine gerçek diye gösterileni olduğu gibi kabul etmeye zorlanmıştır.

Böylelikle din bilimden ayrılmış ve uzaklaşmış, ikisi arasında tüm bağlantıyı koparan bir uçurum oluşmuştur.

Ne var ki, din adamlarının hükümdarlık boyutuna varan otoritelerine karşın, zorla inandırma yolu çoğu kez beklenildiği kadar etkili ve başarılı değildir. Bunun üzerine dinin gerçeklerine ters düşen görüş ve düşünceleri değiştirmek üzere kaba güç kullanmak gereği duyulmuştur.

Dinin kendi gerçeği ile çelişkili bir başka gerçeğin varlığına toleransı yoktur. Dolayısıyla bireyin de bu gerçeğin karşısında yanlışı seçme, yanlış yapma özgürlüğü yoktur; olmamalıdır.

Dolayısıyla zihinlere egemen olmak isteyen din otoriteleri, elde edebilecekleri her türlü gücü kendilerinden yana kullanmak üzere toplumların yönetimini ve geleceklerini ellerinde tutanlara yanaşmışlardır. Bu yanaşma, din adamları ile monarşik yöneticiler ve yandaşlarını bir çıkar birliğinde buluşturmuştur.

Dinin güçlüden yana çıkışı, adaletin gereği hatta kendisi gibi gösterilmiştir. Din, kavramsal yüce anlam ve amacını yitirmiş, insanın mevki tutkularının, ekonomik savaşımın bir oyuncağı durumuna düşmüştür.

Bu gerçek ise, her zaman ve her ortamda insanlığın çoğunluğunu oluşturan ve bilgisizliklere tutsak edilmiş olan halklardan başarıyla saklanmıştır. Kamuoyunun gözünde din, her şeyin üstünde olan saygınlığını sürdürmüştür.

Bütün bu oluşumlar, çağımıza oranla en ilkel dönemlerden en uygar dönemlere kadar, en ilkel dinden en gelişkin sayılanlarına kadar aynı ya da benzer özelliği korumuştur.

Eski çağların ilkel dinlerinde insan, bireyler arasında eşitlik ve gerçek mutluluğun bu dünyada sağlanamayacağına inandırılmıştır. Daha sonraki gelişmiş dinler de benzer görüşü, insanları ölümden sonraki yaşamın mutluluğuna ulaşmak umuduna kaptırarak savunmuştur.

Kaynakça: Hatırlamıyorum. Adnan Adıvar'ın "Tarih Boyunca Bilim ve Din" adlı kitabı olabilir mi?

Devam edeceğim.


Sevgiler,






ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 11, 2009, 07:38:39 ös
Yanıtla #4

Eski çağların ilkel dinlerinde insan, bireyler arasında eşitlik ve gerçek mutluluğun bu dünyada sağlanamayacağına inandırılmıştır. Daha sonraki gelişmiş dinler de benzer görüşü, insanları ölümden sonraki yaşamın mutluluğuna ulaşmak umuduna kaptırarak savunmuştur.

Haksız da değil ama sonuçta gerçek mutluluğu bu dünyada yaşayamıyoruz Saygıdeğer Hocam; maalesef.

Inanç olayı çok farklı bir durum. Inancı yüksek tutmak için yeterli bir Imana sahip olmak lazım. Bunun için de bir Umut kaynağı. Sonrasında ise Tekamül denilen bir ilerleyiş ve gelişim süreci içersinde yola devam..

Ölümden sonraki yaşam biçimini bir sonraki boyutlarda yer alan bedenlerimize geçiş olarak nitelendirmemiz Sizce de uygun mudur?

Saygılarımla  
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.


Eylül 12, 2009, 08:35:20 öö
Yanıtla #5
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Sayın Isabell,

O dediğiniz konuya girersek ben altından kalkamam diye düşünürüm. Hem neresinden başlayacağız? Zaten bu forum ortamında Teizm, Deizm, Panteizm gibi konular üzerinde sanırım yeterince durulmuştur. En kritiği de konuyu Hıristiyan felsefesine getirdiğimizde ortaya çıkar. Hele durun bakalım, belki bir gün....

Önce şu din üzerine düşünceler konusunu biraz daha ilerleteyim.

Sevgiler,
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 12, 2009, 10:14:00 öö
Yanıtla #6

Sayın Isabell,

O dediğiniz konuya girersek ben altından kalkamam diye düşünürüm. Hem neresinden başlayacağız? Zaten bu forum ortamında Teizm, Deizm, Panteizm gibi konular üzerinde sanırım yeterince durulmuştur. En kritiği de konuyu Hıristiyan felsefesine getirdiğimizde ortaya çıkar. Hele durun bakalım, belki bir gün....

Önce şu din üzerine düşünceler konusunu biraz daha ilerleteyim.

Sevgiler,


Anlıyorum, elbette. Ne zaman Kendinizi rahat hissettiğiniz anda paylaşırsanız buna daha çok Sevinirim.

Saygı ve Sevgilerimle
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.


Eylül 12, 2009, 04:54:47 ös
Yanıtla #7
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Devam...

Günümüzden yaklaşık üç bin yıl öncesine kadar dinler hep çoktanrıcıdır. Eski Mısır’da ve sonra İsrailoğullarında bile öyledir. Tanrılar, insanların her gün karşı karşıya oldukları doğal güç ve gereksinmeleri temsil eder. Fakat insan doğada “üstün yaratık” olduğundan, tanrılar da insan niteliğindedir. Dolayısıyla bu tanrıların kendi aralarındaki ilişkileri de insanların duygu, tutku ve düşüncelerinin paralelinde biraz abartılmış olarak düzenlenir.

İlkel toplumlarda, Toprak Ana başta olmak üzere dişi tanrı öncelikli iken, toplum içinde erkeğin kadına oranla daha üstün sayılmasına başlanınca güneş ve yıldızların temsil ettiği erkek tanrılar öne geçmiştir.

Fakat evrenin oluşumuna ilişkin açıklamalardaki ilerleme, gene de bütün bu tanrıları “Tek Tanrı” düşünüsünde birleştirmeye yol açmıştır.

Birbirlerinden ayrılmış olan din ile bilim, bu noktada son bir kez birleşmiş sayılabilir. Belki de ilkel çağlardan yakın çağımıza gelinceye kadar dinin bilime değil de bilimin dine yön vermiş olduğu tek zaman dilimi budur.

Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçiş, çoğu kez, ikinci-üçüncü derecede önemli sayılan tanrıların yerine “Mutlak Güç”ün hizmetçiliğini yapanların alışı biçiminde gerçekleşmiştir. Nitekim birçok tek tanrıcı dinde peygamber hatta din adamlarına tanrısal nitelikler verilmesi, bu geçişin henüz etkisini yitirmemiş izleridir.

Tektanrıcılığın başlangıcında, inanç toleransının çok güzel bir örneği görülmüştür. Öyle ki, çoktanrıcılığın bir biçimi olan “tek tanrıya tapınma ve diğerlerine saygı gösterme” ilkesini benimseyen toplumlar, başka toplumların kendi öz tanrıları olduğunu ve kendilerininkinden bir başkasına tapınma özgürlüklerinin bulunduğunu kabul etmişlerdir. Fakat ardından her toplum yavaş yavaş kendi tanrısının bütün insanlığın tanrısı olduğunu düşünmeye, bu düşünüsünü savunmaya, hele de başka inançları olanlara zorla kabul ettirmeye girişince, durum değişmiş, toleransın yerini çatışma almaya başlamıştır.

Öte yandan “doğaya egemen Tek Tanrı” düşüncesi üzerinde din ile uyum içinde olan bilim, olumlu yönde gelişerek, ardından gemi azıya alıp dinden ayrılmaya başlayınca, din kendi güç ve geçerliğini koruyabilmek için bilimin ilerlemesine karşı çıkmaya başlamıştır.

Aslında burada dini suçlamak da doğru olmaz. “Din adamları” desem daha yerinde. Sorun kurumdan değil kişilerden kaynaklanıyor.

Nitekim Uzak Doğu’da ve Eski Yunan uygarlıklarında din bir “din adamları sınıfı”nın elinde olmadığı için, bu toplumlarda din ile bilim arasında büyük savaşımlar olmamıştır. Fakat din bağnazlığı, dinsel toleransın en yaygın olduğu toplumların örneği olarak gösterilebilecek Antik Yunan’da bile, yeşeren bir ağacı kurutucu özelliğini göstermiştir.

Abderalı Protogoras, düşüncelerini daha gözüpeklikle anlatabilmek için tanrılara ilişkin bir yapıt kaleme alır. Zamanın yerel geleneği uyarınca da bu çalışmasını dostu Euripidies’in evinde düzenlenen bir toplantıda okur. Bunun üzerine bu toplantıyı izleyen bir politikacı, Protogoras’a karşı dinsizlik davası açar; tıpkı Sokrates’e karşı açılan dava gibi. Davanın amacı, toplum düzenini bozmaya kalkışan bu yapıtı ve yazarını suçlu bulmaktır. Davanın sonunda Protogoras suçlu bulunarak, kitabın yakılmasına karar verilir. Protogoras kaçar; yolda geçirdiği bir kaza sonucunda ölür. Kitap yakılır ama her nasılsa önsözün bir sayfası kurtulur.

Bu sayfada Protogoras şöyle demektedir: «Tanrılara ilişkin olmak üzere onların ne var olduklarını, ne var olmadıklarını ne de şekillerini belirtmeye gücüm yeter. Bunu bilmeyi birçok şey engelliyor; özellikle karşımızdaki bu sorunun karanlığı ve insan ömrünün kısalığı…»

Protogoras’ın öyküsü, tarihte görülmüş bu gibi olayların ne ilkidir ne de sonuncusu… Dinsel kurumların organize olmadığı bir ülkede bile din, akıl yolunu benimsediği için dogmalarıyla çelişkiye düşün bir evrimsel düşünceyi boğuvermiştir.

Aynı toplumda atomun babası sayılan Demokritos, “ruh” kavramına bir açıklık getirmeye çalışmış ve ortaya şöyle bir hipotez atmıştır: «Atomlardan meydana gelmiş olan bir ruh, insanın bedenini mekanik bir şekilde hareket ettirir.»

Demokritos’un açıklaması yanlıştır. Çağımızın bilimcileri “ruh” olgusunu kuantum fiziği ile dalgalar ve manyetik alanlar mekaniğini kullanarak açıklamaya çalışıyor. Fakat Demokritos’un hipotezine karşı çıkan Aritoteles’in tutumu çok daha yanlıştır. «Demokritos’un hareketi açıklaması, güya hareketli bir Venüs heykelinin içine Daedalus cıva dolduracak olursa, heykelin hareket etmesini sağlamasına benzer.» der. Böylelikle Aristoteles, kendi mantığının ön yargıları bakımından kendisine ters geldiği için dinsel inançlarla da çelişkili olan bu hipotezin baştan reddedilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

Aristoteles’in kesinci ve değişmezci felsefesi, sonraki yüzyıllarda Avrupa insanını din boyunduruğu altına alacak olanların temel dayanaklarından biri olarak kullanılmıştır. Öyle ki, 3. yüzyıl öncesinde Hıristiyanlar kendilerine tolerans gösterilmesini bekler, bunun zorunluluğunu savunurken, 4. yüzyıldan sonra Hıristiyanlık dışında hiçbir dini tanımaz olmuşlardır.

Şu son dediğime katılmayanlar olabilir. Tasarlamış olduğum konunun şöyle bir panorama boyutunda kalmasını öngördüğüm için ayrıntılara girmiyorum. İstenirse girebilirim.

Sevgiler,

ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 13, 2009, 01:43:34 ös
Yanıtla #8


Şu son dediğime katılmayanlar olabilir. Tasarlamış olduğum konunun şöyle bir panorama boyutunda kalmasını öngördüğüm için ayrıntılara girmiyorum. İstenirse girebilirim.


Lütfen, rica etsem:)
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.


Eylül 13, 2009, 02:00:22 ös
Yanıtla #9
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Sayın Isabell,

Elbette, memnuniyetle. Ancak bu Hıristiyanlığın doğuş sonrasındaki geniş bir bölümü incelemeyi gerektirecektir. En azından Aquinolu Tommaso ile Origen'den söz etmeliyiz. Yoksa anlamsız kaçar. Dilerseniz, bunu ilerideki bir aşamada başlı başına bir diğer konu olarak ele alalım. Hem siz sadece sordunuz. Belki bu görüşe karşı çıkanlar da olabilir bu arada.

Sevgiler,
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
4243 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 18, 2009, 12:28:07 ös
Gönderen: ADAM
5 Yanıt
6039 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 07, 2009, 08:02:17 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4275 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 20, 2009, 05:21:53 ös
Gönderen: Prenses Isabella
1 Yanıt
4528 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 21, 2009, 11:03:42 öö
Gönderen: Prenses Isabella
3 Yanıt
4926 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 23, 2013, 04:49:05 ös
Gönderen: ruzber
0 Yanıt
2445 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 11, 2011, 04:08:03 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3180 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 12, 2011, 11:43:13 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2286 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 13, 2011, 02:12:08 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2979 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 14, 2011, 10:10:02 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
3876 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 15, 2011, 11:11:01 ös
Gönderen: Alşah