Daniel Quinn’in B’nin Öyküsü kitabından, B’nin halka açık konuşmalarından üçüncüsü…
Değerlerin Çöküşü
19 Mayıs Tiyatro Binası, Radenau Bizim çağımız öncesi kültürümüzde on bin yıl boyunca tehlike korosunda oluşan sesler dokuz sesten ibaretti: Savaş, suç, ahlaki kirlenme, ayaklanma, kıtlık, veba, kölelik, soykırım ve ekonomik çöküş. 1960 başlarında çağımız, koroya eklenecek onuncu sesi yarattı, daha önce hiç duyulmayan bir ses ve bu da kültürel felaketin sesi – vizyon kaybına neden olan, amaçların başarısızlığı ve değerlerin çöküşü.
Her kültürün olaylar arasında belirleyici bir yeri, evrene uyan bir vizyonu vardır. İnsanların bu vizyonu dile getirmelerine ihtiyaç yoktur (örneğin çocuklarına bu vizyonu açıklamaları gerekmez) çünkü bu yaşamlarında – tarihlerinde, efsanelerinde, törelerinde, yasalarında, ayinlerinde, sanatlarında, danslarında, öykülerinde ve şarkılarında – dile gelir. Gerçekte onlardan bu vizyonu açıklamalarını isteseniz nereden başlayacaklarını bilemeyecekleri gibi, belki sorunuzu bile anlamayacaklardır. onlara bunun doğdukları günden itibaren kulaklarına fısıldanan bir şarkı olup uzun süredir dinledikleri için bilinçli olarak duymadıklarını söyleyebilirsiniz. Biliyorum ki çoğunuz bu şarkıyı ana kültürün seslendirdiğini söyleyen ve şarkının kendisini bir mitoloji olarak adlandıran arkadaşım İsmail’i duydunuz.
Ünlü mitolog Joseph Campbell, kültürümüz insanlarının bu günlerde mitolojileri olmadığı gerçeğini belirtmişti, ama İsmail’in bize gösterdiği gibi her mitoloji, etrafındaki öykü anlatıcılardan ortaya çıkmaz. Farklı tür mitolojiler bize, imparatorların, yasa yapıcıların, rahiplerin, politik liderlerin ve peygamberlerin ağzından aktarıldı. günümüzde bu bize televizyon ekranından, ilahiyatçılardan, kilisemiz öğrencilerinden, öğretmenlerden, yazarlar ve bilgelerden aktarılıyor. bu quaint hikayeler mitolojisi değil, ama bize evreni yaratırken tanrıların kafasında neler olduğunu ve bizim evrendeki rolümüzü anlatan bir mitoloji. Bir bireyin sinir sistemi olmadan fonksiyonlarını yerine getirememesi gibi, bu, mitoloji olmadan fonksiyonlarını yerine getiremez. Tüm aktivitelerimizin düzenleyicisi bu ilkedir. Yaptığımız her şeyin anlamını bize açıklayan şeydir.
Olayların bir kültürün vizyonunu evrendeki yerini sarsması, mitolojisini anlamsız kılması, tınısını yok etmesi olasıdır. Bu gerçekleştiğinde (ve birçok kez gerçekleşti) bu kültürdeki her şey çöker, dağılır. Düzen ve amacı yerini kaos ve şaşkınlığa bırakır. İnsanlar yaşam isteğini kaybeder, şiddet gösterirler, intihara yatkındırlar, uyuşturucu bağımlısı ve suça eğilimli olurlar. Bir zamanlar her şeyi bir arada tutan matriks artık dağılmış, yasalar, töreler, gelenekler kullanılmamaya ve özellikle ebeveynlerinin hayatını bile anlamlandıramayan genç kesimde saygı görmemeye başlar. Böyle parçalanan bazı insanları incelemek isterseniz ABD, Afrika, Güney Amerika, Yeni Gine, Avustralya’da birçok örneğini bulabilirsiniz. (gerçekte aborijin halk kültürümüzü dev kamyonların tekerlekleri altında ezilmiştir.)
Ya da sadece evinizde kalabilirsiniz.
Artık amaçsız, hayattan zevk almayan, intihara yatkın, içki ve uyuşturucu bağımlısı yasa ve törelere saygı göstermeyen insanlara rastlamak için dünyanın diğer ucuna gitmenize gerek yok. Biz kendimiz de kültürümüzün kamyonları altında ezildik ve bizim kültürümüz vizyonunun evrendeki yeri sarsıldı, mitolojimiz anlamsız olup şarkımız teklemeye başladı. Bunlar hepimizin hissettiği şeyler. Nereye gittiğiniz veya kiminle karşılaştığınız fark etmez – Montana’da bir dağ polisi, New York’ta bir borsacı veya Hamburg’da bir otobüs şoförü olsanız da fark etmez.
Ben olayların böyle yaşanmadığı zamanları anımsayacak kadar yaşlıyım ve ebeveynlerim kesinlikle bunu anımsarlar, sizinkiler de. Burada kesinlikle “eski iyi günler”den söz etmiyorum. Tehlike korosu seslenmişti – biliyorum, çünkü söz ettiğim dönem, en yıkıcı insanlık savaşları dönemi. Yine de kırklı, ellili yılların sonlarında kültürümüz insanları hala nereye gittiklerini biliyor, önlerinde parlak bir gelecek yattığına inanıyor ve güveniyorlardı. Tek yapmamız gereken vizyona sarılarak, bizi bu noktaya getiren fonksiyonları sürdürmekti. Bunlara güvenebilirdik. Bunlar bizi üniversitelere, operalara, merkezi ısıtma ve asansörlere, Mozart’a, Shakespeare’e ve sinemaya kavuşturan fonksiyonlardı.
Dahası, bizi buraya getiren şeyler iyi şeylerdi. 1950′de Doğu’da ya da Batı’da – kapitalist ya da komünist olması fark etmez – hiçbir kültürde bu konuda en ufak bir kuşku yoktu. 1950′de bu herkesin onaylayabileceği bir şeydi. Dünyayı sömürmek, bize Tanrı tarafından verilen bir haktı. Dünya biz onu sömürelim diye yaratılmıştı. Dünyayı sömürme onu aslında geliştirdi! Yapabileceklerimizin sınırı yoktu. İstediğin kadar kes, istediğin kadar kaz. Ormanları yok et, suları kurut, nehirleri barajla kapat, istediğin yere zehir boşalt, istediğini yap. Bunların hiçbiri kötü veya tehlikeli olarak öngörülmedi. Niçin görülsün ki? Dünya özel olarak bu anlamda kullanılmak için yaratılmıştı. İnsanlar için sınırsız, yıkılamaz bir oyun odasıydı. Net olarak tehlikeli veya kısıtlı bir şey olmasıa mümkün değildi. Dünya her tür cezayı karşılayacak, tüm zehirleri emecek şekilde yaratılmıştı. Nükleer silahlar patladı mı? Elbette, istediğin kadar patlat, dilersen binlerce kez patlat! Tanrı’nın verdiği kaderimiz bize zarar veremezken radyoaktivite yayıldı.
Tüm türleri tok etmek mi? Kesinlikle! Niçin olmasın? İnsanların bu yaratıklara ihtiyacı yoksa, belli ki bu dünyada yerleri yok! Dünya üzerinde böyle bir kontrol denemesi dünyayı insanlaştırmak, bizi kaderimize bir adım daha yaklaştırmak içindir.
Dinleyin: 1948′de İsviçre’de Paul Müller, kimyada istenmeyen böcek türlerini tamamen yok etmek anlamına gelen muhteşem dichlorodiphenyltrichloroethane çalışması nedeniyle Nobel Ödülü aldı. Belki bunu melodik ismiyle anımsayabilirsiniz, burada DDT’den söz ediyorum. 1950 ve 1960 yıllarında DDT dünyada peynir ekmek gibi tüketilmeye başlandı. Herkes bunun ölümcül bir zehir olduğunu biliyordu. Elbette ölümcül bir zehirdi, amacı buydu! Ama onu istediğimiz kadar kullanabilirdik, çünkü bize zarar veremezdi. İşini yapan yeryüzü bunu gösterecekti. Tüm o muhteşem ölümcül zehri yutacak ve bize tatlı su, tatlı toprak, tatlı hava vermeye devam edecekti. Her zaman tüm radyoaktif ve endüstriyel atıkları, üretebildiğimiz tüm zehirleri yutacak ve bize tatlı su, tatlı toprak ve tatlı hava vermeyi sürdürecekti. Kontrat, vizyonun kendisi bundan ibaretti: Dünya insan için, insan da onu fethedip yönetmek için yaratılmıştı. Başından beri olan bu: Fethedip yönetmek, dünyayı bizim özel kullanımımız için yaratılmış gibi görüp istediklerimizi değerlendirip kalanını yok etmek. Lütfen tekrarlıyorum, bu günahkarca bir iş değil, kutsal bir iş! Bu bizi Tanrı’nın yaratma nedeni!
Lütfen bunu Tanrı’nın Adem’e, dünyayı doldur ve subdue, dediği Genesis’den öğrendiğimiz bir şey olmadığın da anımsayın. Bu bizim Kudüs öncesinde, Babil, Çatalhöyük, Jericho, Ali Kosh, Zawi Chemi, Shanidar öncesinde bildiğimiz bir şey. Bu Genesis yazarlarının bize öğrettiği değil, bizim onlara öğrettiğimiz bir şey.
Her seferinde olduğu gibi yine tekrar ediyorum, bu insan vizyonu değildi. Bu bizimle Homo habilis olduğumuz zaman veya Homo habilis, Homo erectus olduğu zaman ya da Homo erectus, Homo sapiens olduğu zaman doğan bir şeydi değildi. Bu bizim özel kültürümüz doğduğunda, on bin yıl önce olan bir vizyondu. Bu bizim devrimimizin dünyanın her köşesine taşınacak manifestosu idi.
Bu manifestonun gerçekliği Ur’un zigguratlarını ya da Mısır’ın piramitlerini inşa edenler için kuşkulanılacak gibi değildi. Çin’i dünyanın kalanından ayıran Çin Seddi’nde çalışan binlerce insan bundan kuşku duymadılar. Thebes, Nippur ve Larsa’dan tonlarca altın, cam ve fildişi taşıyan tüccarlar bundan kuşku duymadılar. Hitit, Elamit ve imparatorluk fethini ilk kez kil tabletlere yazan Mitanniler bundan kuşku duymadılar. Babil’den Ninova’ya ve Şam’a, iktidarın sırlarını taşıyan demir işçileri bundan kuşku duymadılar. Perslerin Darius’u, Makedonya’nın Philip’i ve Büyük İskender’i bundan kuşku duymadı. Konfüçyus veya Aristoteles bundan kuşku duymadılar. Hannibal veya Julius Sezar ya da Hıristiyanlığın ilk koruyucu imparatoru Constantin bundan kuşku duymadı. Roma İmparatorluğunun leşini karıştıran çeteler bundan kuşku duymadılar – Hunlar, Vikingler, Araplar, Avarlar ve diğerleri… Charlemagne veya Cengiz Han bundan kuşku duymadı. Şiiler veya Haçlılar bundan kuşku duymadı. Tüccarlar bundan kuşku duymadı. 1494′de tüm dünyanın Avrupa güçleri tarafından kolonileştirilmesine karar veren Papa bundan kuşku duymadı. Bilim devrimi öncüleri Kopernik, Kepler ve Galileo bundan kuşku duymadı. Onaltı ve onyedinci yüzyıl kaşifleri ve özellikle Yeni Dünya fatihleri bundan kuşku duymadılar. Modern Çağ’ın entelektüel kurucuları, Descartes, Adam Smith, David Hume ve Jeremy Betham gibi düşünürler bundan kuşku duymadı. Demokratik Devrimin yolunu açan John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi politik teorisyenler bundan kuşku duymadı. Sayısız kaşif, düşünür, atırımcı, ve Sanayi Devrimi vizyonlerleri bundan kuşku duymadılar. Kuzey İngiltere’de fabrikaları yıkan Luddite gangsterleri bundan kuşku duymadı. Tren yolları inşa eden ve askeri ordular kuran Du Ponts, Vanderbilts, Krupps, Morgans, Carnegies bundan kuşku duymadı. Komünist Manifesto yazarları, işçi hareketlerini düzenleyenler veya Rus Devrimi mimarları bundan kuşku duymadılar. Avrupa’yı Birinci Dünya Savaşı’na çeken yöneticiler bundan kuşku duymadılar. Versailles anlaşması yazarları veya Milletler Cemiyeti’nin mimarları bundan kuşku duymadı. Büyük ekonomik kaos döneminde işsiz milyonlarca kişi bundan kuşku duymadı. Almanyada parlamenter demokrasiyi kurmakta zorlananlar veya onları zorlayanlar bundan kuşku duymadı. İnsanlığı “melez ırktan” arındırmak için oluşturulan bir endüstride binlerce işçi bundan kuşku duymadı. İkinci Dünya Savaşı’nda savaşan milyonlar veya onları savaşa gönderen liderler bundan kuşku duymadı. İngiltere ve Almanya’da terörü yok etmek için çaba harcayan bilim adamı ve mühendisler bundan kuşku duymadı.
Dünya insan için ve insana da dünyayı fethedip yönetmek için yaratılmıştı.
Bu manifesto atomu ayırıp tüm türümüzü yok edecek kapasitede bir bomba yapanlar üzerinde kesinlikle hiç kuşku uyandırmamıştı. Birleşmiş Milletler’in mimarları bundan kuşku duymadılar. eski savaş yıllarında insanların dinleneceği ve tüm işleri robotların yapacağı, atomik gücün sınırsız ve bedava olacağı, güç, açlık ve suçun yok olacağı ütopik dönem beklentisinde olan milyonlarca insan bundan kuşku duymamıştı.
Ancak bu manifesto artık kuşku uyandırıyor bayanlar baylar… Kültürümüzde hemen hemen her yerde, fakat özellikle yıllarca beklenen hayatın kolaylaşması gerçeğinin asla varolmadığını gören gençlerde bu durum kuşku uyandırıyor. Çocuklarınız daha iyisini biliyor. Daha iyi biliyorlar, çünkü bu büyük anlamda sizin daha iyi bilmenizden kaynaklanıyor.
Yalnızca politikacılarımı hala dünyanın insan için, insanın da onu fethedip yönetmesi için yaratıldığı konusunda ısrarlı davranıyorlar. Profesyonel zorunluluk olarak hala devrimimiz manifestosunu doğrulamadılar. İşlerini sürdürmek istiyorlarsa bizi önümüzde güzel bir gelecek olduğuna kesinlikle ikna etmeleri gerekir. Bizi buna ikna ettiklerini düşünüp sonra da her yıl niçin daha az oy kullanıldığını merak ediyorlar.