Bir Kardesim tarafindan ozetlenmistir.
TANRININ ÖYKÜSÜ
Robert WINSTON
ÖNDEYİŞTANRI İLE GÜREŞMEKBazı insanlar için, Tanrı Fikrinin hayatta kalmış olması bile Tanrının gerçekliğini kanıtlamaya yetecek bir olgudur. Öyle veya böyle, bu kitap Tanrının varlığını sorgulamaya yönelik bir çalışma değil. Bu ilahiyatçılara ve kuramsal fizikçilere bırakılması gereken bir alan, ama tabii yine de ben onların söylemesi gereken şeylerden burada biraz söz edeceğim. Ancak, asıl amacım bu fikrin, insanların bu fikre nasıl yaklaştıklarının ve bu fikrin insan yaşamını nasıl biçimlendirdiğinin öyküsünü anlatmak. Bu fikrin arkasında gerçek bir Tanrı ya da Tanrıların saklandığına inanıp inanmamanız önemli değil.
İnsanların Tanrı Fikri ile ezelden beri boğuştuğunu düşünüyorum. Bu fikir, birleştiren ve bölen, yaratan ve yok eden, avutan ve dehşete düşüren bir fikirdir. Şurası neredeyse kesindir ki dinsel inanç, türümüz kadar eskidir. Ve aynı derecede muhtemeldir ki Tanrıya ilişkin belirsizlik, kuşku ve kuşkuculuk tarih öncesi çağlardan beri var olmuştur.
Hangi yolu izlersek izleyelim, Tanrısal olana ulaşabilmek için mutlaka bir güreş karşılaşmasına çıkmak zorunda kalırız. İster çoktanrılı bir inanç sisteminde, ister Musevilik, Hıristiyanlık ya da Müslümanlık gibi tektanrılı bir sistemde olsun, nerede Tanrı kavramı öne sürülüyorsa, orada birbirleriyle radikal şekilde çatışan öğeler mevcuttur. Ruhani dünya kendi başına insanın vicdanını rahatlatmaya yetmez: inançlara tam bir biçim vermek, bir yapı kazandırmak, yaşamı yöneten kuralları içinde barındıran bir sisteme ulaşmak gerekir. Din insan bilincinin şafağından bu yana var olmuştur, çünkü insanı insan yapan pek çok öğeyi kucaklamıştır: ayrılma ve birleşme, sevgi ve nefret, öfke ve merhamet, kesin yasalar ve yalın dindarlık, kesinlik ve belirsizlik.
Güreş karşılaşması bazı açılardan Tanrı ile bilim arasındaki göze çarpan çatışmaya benzer. Artık elimizde bilim var, Tanrıya ihtiyacımız kaldı mı, diye sorulur.
Bu kitap bilim ve din arasındaki mücadelenin tarihini yorucu şekilde anlatmıyor. Bazı etkili dinsel hareketler ve çok daha ilgi çekici bilimsel örnekler üstüne yoğunlaşarak bu tarihi özetledim. İnsanlığın ruhani yönünü araştırmak için kullanılan bazı teknoloji uygulamalarını da inceledim.
BİRİNCİ BÖLÜMDİNİN KÖKLERİ
TARİH ÖNCESİ İNSANLAR NEYE İNANIYORDU?Tanrı Fikri’nin Peşindeİnsanlar hominidlerden yani iki bacakları üzerinde doğal olarak dik duran iri ve kuyruksuz maymunlardan evrildiler. 13–17 yaşlarındaki 1028 Amerikan genci arasında yapılan bir kamuoyu araştırması bu gençlerin % 38’inin evrim fikrini reddettiğini ve “Tanrının insanları son 10.000 yıl içerisinde, bugünkü biçimlerine oldukça yakın bir formda yarattığına” inandıklarını ortaya çıkarmıştır.
Ben bir Tanrıtanımaz değilim. Tanrının doğasını anlamış gibi yapmıyorum; ahlâk kurallarımızın insan yapısı olup olmadığını, bu genetik programın parçası ya da Tanrının armağanı olup olmadığını bilmiyorum. Ruh kavramını tam olarak anlamıyorum ve ölümden sonra bir yaşam olup olmadığı hakkında da hiçbir fikrim yok; ama Tanrının var olabileceğini kabul etmeye hazırım. Öte yandan da geleneklerine bağlı bir Yahudiyim.
Tarih öncesi insanların pek çok duygusunun bizimkilerden farksız olması muhtemeldir; ama ne düşündüklerini ya da ne düşlediklerini kesin olarak bilemeyiz. Yine de, iki ayak üzerinde durmamız, davranışlarımız, hayatta kalma tekniklerimiz ve oluşturduğumuz toplum türleri açısından pek çok sonuç doğurdu. Kaçınılmaz olarak hayata bakışımızı da etkiledi. Dik durmak ve bundan dolayı her yönde uzaklara bakabilmek, bize öteyi görme fırsatını verdi.
Kuşkusuz, insan evriminin en büyük mirası, göreli olarak dev boyutlara sahip beynimizdir. Erken hominid atalarımızdan biri olan Australopithecus aferensis 450 mililitrelik bir kafatası hacmine sahipti, bir ya da iki milyon yıl sonra ortaya çıkan Homo erectus’un beyni ise iki kat daha büyüktü. Ama Homo sapiens yani modern insan tüm eski versiyonları geride bıraktı. Modern insan beyninin hacmi 1.450 mililitre civarındaydı ve bu artış beraberinde yaratma ve düşünme yeteneğinin merkezi olan serebral korteksi getirdi.
Grup etkileşimi, alet yapımı, dik yürüme, avlanma modelleri ve beslenme biçimindeki değişimler gibi etmenler bu evrim sürecinde rol oynamış olabilirler.
Ölü ve GömülüMuhtemelen dinsel davranışların en eski arkeolojik kanıtı atalarımızın ölülerini gömmesidir. Bu davranış onların ölümden sonra bir yaşam ya da fiziksel beden tükendikten sonra hayatta kalan bir ruh olabileceği hakkında birtakım düşünceleri olduğunu akla getirmektedir.
Ne zaman atalarımızın ve öncellerimizin dinsel inançlarıyla ilgili kanıtlara göz atsak bunların ölüm ve ölü meseleleri etrafında toplandığını görürüz. Bu şaşırtıcı değildir.
Hem Müslümanlar hem de Yahudilerin ölülerini olabildiğince çabuk gömmek istemeleri şaşırtıcı değildir (araya Şabat günü girmedikçe 24 saatten fazla beklendiği enderdir); çünkü iki din de sıcak iklim de yaşayan kültürlerde ortaya çıkmıştır, bu koşullarda cesetleri çabucak ortadan kaldırmak zorunludur.
Sadece hayatta kalmamızı sağlayacak bir donanıma sahip olduğumuz için, ölüm insan beyninde başka bunalımların fitilini de ateşler. Bundan dolayı bir başkası öldüğü zaman, bizi elimizden gelenin yapıp ölümden sakınmaya motive eden etkili bir deneyim yaşarız. İnsanın ölümü geri dönüşü olmayan bir olay olduğu için de tehlikelidir.
Arkeologlar İsrail’deki Karmel Dağı’nda bulunan Skul ve Kafze mağaralarında 100.000 yıl öncesine ait erkek, kadın ve çocuk kalıntılarına rastladılar. Bazı iskeletler taş aletler, geyik boynuzu, domuz dişi gibi çok basit eşyalarla birlikte gömülmüştü. Mezarlarda bu eşyaların bulunması tarih öncesi inancın bir boyutuna daha işaret eder. Ölünün bu eşyalara ihtiyacı olabileceği ve böylece bir şekilde hâlâ yaşıyor olabileceği fikri üretilmiş olabilir. Antropologlar pek çok toplumda ölünün yaşayanlara kızgın olduğuna inanıldığına ve bu kızgınlığın grubun yaşadığı ya da yaşayabileceği bir talihsizliğin muhtemel nedeni olarak görüldüğüne işaret eder. Değerli eşyaları ölüyle birlikte gömmek ölünün sevgisini kazanmanın ve öfkesinden sakınmanın bir yoludur.
İnsan Yemek Yanlış mı?
Mağaralar ayrıca rahmin simgesidir; bu nedenle ölüyü mağaraların içine yerleştirerek atalarımız belki de ölüm ve yeniden doğumdan oluşan bir yaşam döngüsü hakkındaki fikirlerini dışa vuruyorlardı.
Neanderthal ölü gömme biçimi, eğer bu ifade doğruysa, komünaldir; ölü diğer ölülerin üzerine konulur ya da atılır. Hırvatistan’daki Krapina Mağarası’nda 100.000 yıl önce yaşadıkları düşünülen yetmiş kadar bireyin kalıntıları bulunmuştur. Bu kemiklerin çoğu, taş aletler tarafından bırakıldığı düşünülen kesik izleri taşımaktadır. Bazı analistler bu izleri Neanderthallerin yamyamlık yaptıklarının kanıtı olarak yorumlamıştır. Neanderthal mezarlarında ölüler için kullanılan yassı kireçtaşı yastıklara ve mezarlara bilerek çiçek konulduğunun işareti olabilecek polen izlerine de rastlanmıştır.
Yamyamlık, türümüzün tüm tarihi boyunca ara sıra ortaya çıkmış bir konudur. Sahipleri uzun zaman önce ölüp gitmiş kemikler üzerindeki silik izleri yorumlarken çok dikkatli olmak gerekir. Görünüşe bakılırsa, genel olarak, yamyamlık bir beslenme meselesi değil, Tanrılar, ruhlar ya da ölümden sonra yaşamla ilgili ruhani bir etkinliktir ve bu da bazılarını bu olaya Tanrısal açlık adını koymaya itmiştir. Chicago Üniversitesi antropoloji profesörü Marshall Sahlins “yamyamlık gerçek olduğu zaman bile simgeseldir” görüşünü ileri sürmektedir.
Yamyamlık afet ya da açlık gibi durumlar dışında hiçbir zaman beslenmek için yapılan bir şey olmamıştır. Yamyamlığın korkunç bir şey olarak kabul edilmesi, insanların bu eylemden çok uzun zamandır tiksindiğinin göstergesidir.
Azteklerin Tanrıların evrenin işleyişini sürdürmesini sağlamak için insan kanı istediklerine inandıkları doğrudur. Bu tür olayların ayin katılımcılarına günahlarından arınma fırsatı sunuyor olması da muhtemeldir.
Antropolog Michael Harner insan kurban etme uygulamasının tüm Orta Amerika halkları arasında yaygın olmasının besinleri arasında protein azlığı bulunmasına yorulabileceğini ileri sürmektedir. Ancak bilinmektedir ki örneğin Aztekler pek çok evcil hayvan türüne sahip olmasalar da bakliyat ve fasulye türü bitkileri yeterli ölçüde temin edebiliyorlardı.
Kurban ayininin gücü büyük ölçüde siyaset ve dinin bileşiminden ileri geliyordu. Aztekler için geçerli olan şey muhtemelen tarih öncesi toplumlar için de aynı derecede geçerlidir. Aztek kralları yalnızca Tanrılar hüküm sürmelerini istediği için hüküm sürüyorlardı. Kral, rahiplerin koruyucusu ve tapınakların bekçisi gibi davranıyordu. İnsan kurban etme uygulaması, onu gören ya da duyan herkesin korku salmanın yanı sıra, Tanrılar ve devlet arasındaki bağlantıyı göstermenin etkili bir yoluydu.
Resimli Mağaralar DiniCape Town’daki İziko Müzeleri Afrika Mirasını Araştırma Enstitüsü Müdürü Chris Henshilwood birkaç yıl önce Güney Afrika’daki Blombos Mağarası’nda bulunan bazı sarımsı renkli sıradışı taş parçalarından söz eder. Çeşitli arkeolojik ve kimyasal testler bu kalıntıların yaklaşık 77.000 yıl öncesine ait olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu da yazıyı bilmeseler bile o çağlarda yaşayan atalarımızın kendilerini ifade etmenin simgesel bir yolunu bildiklerini düşündürmektedir.
İlk insanlardan biri olan Cro-Magnon insanı 30.000 ila 40.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu tarihlere ait iskelet ve kişisel eşya parçaları ilk kez Fransa’da 1860 yılında bulunmuştur ve o tarihten bu yana, Batı ve Orta Avrupa’da bu ilk insanların yaşadıkları pek çok mağara keşfedilmiştir. Cro-Magnonlar doğal sanatçılardı; güzelce işlenmiş taş ve kemik aletler yapıyor, deniz kabuğu ve mamut dişinden mücevherler imal ediyorlardı.
Güneybatı Fransa’daki Lascaux Mağarası’nda bulunan yaklaşık 17.000 yıllık resimler muhteşemdir, bunlar canlı, ayrıntılı ve renkli resimlerdir.
Büyü, Şamanizm ve Ruhani Evrim Söylencesi
Antropolojinin babası olarak görülen E.B. Tylor (1832–1917) gibi kişilerin evrimci görüşü canlıcılık ve büyünün örgütlü dine ve sonunda da bilime yol açtığı şeklindeydi. Bu, insanlık tarihine ilişkin, aşırı ölçüde basit olmakla birlikte, derli toplu bir görüştür.
Çok eski atalarımızın yaşadığı hayatın bazı yönlerinin canlıcı inançları nasıl yararlı, çekici hatta zorunlu hale getirdiğini görebiliriz. Her şeyden önce, iklime ve göç eden sürülerin hareketlerine bağımlı avcı-toplayıcılar olarak, tarih öncesi halkların doğaya çok yakın bir varoluş biçimi vardı. Ülkeler, gemiler ve arabalar için dişil üçüncü tekil şahıs zamiri kullanıyoruz. Bu gibi ifadeler kullanarak, bu niteliklere kesinlikle sahip olmayan varlıklara insan nitelikleri yüklüyoruz. Bunu neden yapıyoruz? Bu muhtemelen, kendimizden daha büyük olan şeyleri daha tanıdık olan insan ilişkileri çerçevesine sokup ufaltarak beynimiz için anlaşılır hale getirmenin bir yoludur.
Paleolitik geçmişimizde bizon ve ayı gibi hayvanlara iki farklı açıdan bakıyorduk. Birincisi, bu hayvanlar bizi öldürecek güce sahipti; ikincisi, bizi besliyor ve bize destek oluyorlardı. Böylece, bir bizonu öldürüp etini yediğimiz zaman onun ruhuna ya da tüm bizonları temsil eden ruha saygı gösterme fikri ortaya çıktı. Ayrıca, bu fikir hayata geçirilince, bu hayvanlar tarafından yaralanmamayı ya da öldürülmemeyi veya onlardan daha fazla et almayı umabilirdik.
Şaman pek çok geleneksel toplumda bulunan özel bir tür din görevlisidir. Şamanlar ruhlar ya da Tanrılarla hastalık veya kaza gibi bir talihsizliğin sebepleri hakkında görüşmek için çoğu zaman trans benzeri hallere girerler. Buldukları çözüm çoğunlukla öfkeli bir ruhu yatıştırmak için bir ayin yapmak ya da ona adak sunmaktır. Bazı Şamanların kötü ruhlarla savaşıp onları işgal ettikleri vücuttan kovarak hastaları iyileştirdiğine inanılır.
21. yüzyıl Amerika’sında, gezici vaiz Benny Hinn oldukça organize ve televizyonda canlı yayımlanan dua toplantıları düzenlemekte ve onun bu toplantılarda HIV’i iyileştirdiği, sakatları tekerlekli sandalyeden kurtardığı, hatta ölüleri dirilttiği iddia edilmektedir.
Bunlar bir avcı-toplayıcı toplumda Şaman tarafından yürütülen etkinliklere benzemeyen etkinlikler değildir; ancak aralarındaki en önemli fark, söz konusu toplantıların milyonlarca dolarlık bir girişim ve ayrıca kitlesel ölçekli bir eğlence programı olmasıdır.
Bu yüzden, “bu tür bir din şuna dönüştü” gibisinden evrimci görüşlere kuşkuyla yaklaşmalıyız. Bu tür düşünceler kibirli düşüncelerdir, çünkü başka toplumların ve çağların Tanrıya ulaşmak için tutuğu yolların bizim yolumuzdan daha basit, daha ilkel olduğu varsayımına dayanır. Aynı zamanda yanlıştırlar da; çünkü insanların şimdiye dek Tanrı hakkında sahip olduğu tüm fikirler dünyanın her yanında, tüm tarih boyunca mevcut olmuştur.
Bilinç ve AvuntuBizi hayvanlardan ayıran bilinç hem bir lütuf hem de bir lanettir. Bizi içgüdülerin ve içinde bulunduğumuz anın boyunduruğundan kurtarır ve önceden plan yapmamıza olanak tanır. Aynı zamanda bize büyük bir güç ve yetenek hissi de verir. Ama yalnızca bu kadar. Ne kadar güçlü ve yetenekli olursak olalım, bazı şeyler gücümüzün ötesindedir ve hep öyle olagelmiştir.
Âdem ve Havva’nın cennetten kovulma öyküsü neden kadınlar ve erkeklerin birbirlerinden farklı olduğunu; neden yılanların yerde süründüğünü; neden erkeklerin değil de kadınların doğum sancısı çektiğini; neden hepimizin ölmek zorunda olduğunu açıklığa kavuşturma girişimi olarak okunabilir. Aynı zamanda, neden buradayız gibi büyük bir soruyu yanıtlar ve belli yer isimlerinin kökenlerini açıklar; örneğin Kutsal Kitap bize Peni-El’e (Tanrının Yüzü) bu ismin Yakup Tanrıyla burada yüz yüze geldiği ve güreştiği için verildiğini söyler.
Ne olup bittiğini anlama gereksinimi, insan beyninin çevremizdeki dünyayı yorumlama biçiminin ayrılmaz parçasıdır. Ağaçlarda yaşadığımız çağda, ani bir dal kırılması ya da bilinmeyen bir hayvan çığlığı bizi saldırıya uğrama ve öldürülme olasılığına karşı alarma geçiriyordu. Bu nedenle biz de hemen anlayamadığımız şeylere yanıt arayan türden bir beyin geliştirdik. Eğer garip bir ses gece yatarken uykumuzu kaçırırsa, büyük olasılıkla, sesin kaynağını bulmak için kalkıp etrafı kolaçan ederiz. Bilgiye aç bir aygıt olan insan beyni için “erkek arkadaşım beni bıraktı” ya da “bir gürültü var” bilgisi yeterli değildir; nedenleri bilmek, bir ek bilgi katmanına ulaşmak ister. Sonu gelmez “Neden?” oyununu oynayan küçük çocuklar beynin bu temel işlevinin kölesi durumuna düşmüştür. Şeylerin nedenini anlamak insanın bu büyük gereksinimini karşılar. Ve başka yanıt bulunamadığı durumlarda doğaüstü ikna edici yanıtlar sunabilir.
Willendorf Venüsü gibi heykelciklerin çok yaygın olması, bazı bilginleri Paleolitik Çağ boyunca bir Ana Tanrıça kültünün var olduğunu ileri sürmeye itmiştir. Bazıları hayal güçlerini biraz daha fazla işleterek ilk dinin insanlık ve doğadaki dişi öğeye tapınmaya dayandığını iddia etmiştir. Kurama göre, bunun yansımaları ana soygeliminde, başka deyişle ataların izinin babaya göre değil anaya göre takip edilmesinde görülebilir.
Tanrı Toprağa YerleşiyorMÖ 9000-8000 civarında Avrupa ve Asya’nın iklim ve bitki örtüsünde önemli değişiklikler oldu. Buzullar bozkırlardan geri çekildi, yerlerine ormanlar geldi ve hayvanlar kuzeye doğru göçmeye başladılar. Av hayvanlarının azalması insanları yiyeceklerini değiştirmeye ve yavaş yavaş balıkla karınlarını doyurabilecekleri ırmak ve göl kıyılarına yerleşmeye zorlamış olabilir.
Çiftçilik yapmaya başladıktan sonra Tanrı Fikri’ni bir kenara bırakmadık. Tarım, Tanrı Fikri’ne yaklaşımımıza sadece bir değişiklik getirdi. Çiftçilik hâlâ bir şans faktörü içerir. Hava koşulları ve salgın hastalıklar gibi etmenler hâlâ insanın kontrolü dışındadır. Yakındoğu’nun düzlüklerinde Fırat ve Dicle gibi ırmakların sularının düzenli olarak taşmasıyla meydana gelen sel baskınları insanın çabasını kolayca boşa çıkarabiliyordu. Bu belirsizlikler avcı-toplayıcıların hissettiği kaygıları yoğunlaştırmış olmalıdır. Yaşadıkları yerde bir felaket meydana gelirse göçebeler kolayca başka bir yere gidebilir. Ama evler ve başka yapılar inşa etmeye zaman ve kaynak yatırımı yapmış bir halk için daha büyük bir risk söz konusudur. Avuntu ve açıklama bulmak için Tanrı Fikri hâlâ çok gereklidir.
İlkel tapınma yerlerinin varlığı doğaüstü hakkında yeri bir düşünme tarzına işaret ediyor olabilir. Venüs heykelciklerinin niteliği Tanrı Fikri’nin artık insan biçimine tapınmayı içerdiğini düşündürmektedir. Anlaşılan, çiftçi atalarımız Tanrılarına insan nitelikleri yükleme eğilimine girmiştir.
Yakındoğu’da insanların karmaşık gruplar halinde ve çiftçilik yaparak yaşama eğilimi, MÖ 3000 yıllarında kurulmaya başlayan Mezopotamya kent devletleriyle doruğuna erişti.
İnsanlar yerleşik düzene geçtikten, tarımı geliştirdikten ve mal mülk – tahıl, arazi, hayvan – sahibi olduktan sonra, kayıt tutma yöntemleri önem kazandı. Üzerine kertikler açılmış ilk sayma markaları MÖ 7000 civarına aittir ve Fırat ve Dicle ırmaklarının beslediği Mezopotamya bölgesinde bulunmuştur. Arkeolojik kayıtlardan yola çıkarak, MÖ 4100 ila 3800 arasında bu markaların ıslak kile basılabilen mühürlere evrildiği yargısına varabiliriz. Bu, neredeyse yazının başlangıç aşamasıdır.
Her ne kadar bazı bilginler yazının Eski Mısır ya da İndus Vadisi’nde başlamış olabileceğini ileri sürseler de, Mezopotamya’nın insanların sadece kile oyulmuş resimleri değil yazılı dili ilk kez geliştirdiği yer olduğu neredeyse kesindir.
15. yüzyılda matbaa icat edilene dek Avrupalılar hayvan derilerinden yapılmış parşömenlere mahkûm kalmıştır. Londra’daki British Museum uzmanlarından Dr. Irving Finkel okuryazarlığın Mezopotamya’da ender rastlanan bir özellik olduğu kanısındadır. Finkel’e göre bazı krallar bile okuma yazma bilmemektedir.
Sümer dili MÖ 2000 civarında ortadan kalkmıştır, ama yazıyı icat edenin Sümerler olduğu neredeyse kesindir. Bugün Sümer dilinin büyük kısmını tercüme edebiliyor, bu halk hakkında pek çok şey biliyoruz. Dolayısıyla dinsel inançları hakkında da epeyce bilgimiz var. Sümerlilerin gezegenler, hayvanlar ve havayla ilgili pek çok Tanrısı vardı.
Sessizlik! Sessizlik!Enuma Eliş’te – daha önce yapılmış bir çeviride “tatlı ve tuzlu sular birbirine karıştığı zaman” denerek – tarif edilen kaos, Tanrıları doğurur ve Tanrılar da, biçim ve nitelikleri gitgide karmaşıklaşarak, birbirlerinden ikişer ikişer doğarlar. Ardından Tanrılar arasında meydana gelen mücadele Güneş Tanrısı Marduk’un evreni yaratmasıyla doruğa tırmanır. Marduk Deniz Tanrıçası Tiamat’ın bedenini ikiye ayırıp yeri ve göğü yaratır.
Dünyanın pek çok yöresinde anlatılan yaratılış öyküleri Enuma Eliş ile benzer yönlere sahiptir. Dünyanın kökeninin bir Tanrı tarafından gerçekleştirilen ayırma eylemine dayandırılması oldukça yaygın bir yaklaşımdır. Yaratılış kitabında Tanrı göğü denizden ayırır. Bölüm 2’de de Âdem’i topraktan yaratır. Yunan mitolojisinde Prometeus benzer şekilde insanı çamurdan yaratır. Bu, bir toplumun kendi mitlerini, coğrafi bakımdan birbirlerine yakın olsalar bile, başka bir toplumdan aldığını göstermez.
Enuma Eliş ile Yaratılış kitabındaki İsrail yaratılış miti arasında pek çok benzerlik mevcuttur. Her iki metin de yedi günlük bir yaratılış şeması içerir. İlk gün ışık, ikinci gün gökyüzü, üçüncü gün toprak yaratılır. Aslında yedinci gün Tanrı ve Tanrıların mola verişine dek, her iki metinde de neredeyse aynı şeyler olup biter. Enuma Eliş’teki temalar İsraillilerin kötü komşuları Kenanilerin söylencelerinde de bulunur.
İKİNCİ BÖLÜMÖLÜM KALIM MESELESİMucizeler Beyinde mi oluyor?Tüm dünyada dinler bazı hayvan, böcek, bitki ve ağaç türlerini seçip diğerlerinden ayırır, onları özel ya da kutsal sayar. İnek, Hindular için kutsaldır; gerçekten de 1995 yılında geçen söz konusu olayda, süt içen Tanrılardan biri biçimi boğayı çağrıştıran Nandi’ydi. Boğalar pek çok dinin önemli bir öğesidir: Asur’da kanatlı boğa Tanrı En-lil’i betimleyebiliyordu.
Eski Mısır’da Apis kültü boğayı kutsal sayıyordu; boğa eski Yunan mitolojisinde göze çarpan bir öğeydi ve Mitra kültleri ve Miken uygarlığı kültleri bu hayvan üzerinde yoğunlaşıyordu.
Tüm dinsel fikirler sadece tüm insanlar hayatta kalma ve genleri sonraki kuşaklara geçirme amacını gerçekleştirmek üzere evrilmiş aynı beyinlere sahip olduğu için mi ortak öğelere sahiptir?
Doğa, Gıda ve DinTek yumurta ikizleri ana rahminde yumurtanın bölünmesi sonucu oluşurlar; bu nedenle DNA’ları birbirlerinin tam olarak aynısıdır. Farklı spermler tarafından döllenen iki ayrı yumurtadan oluşan çift yumurta ikizleri aynı genleri taşımaz ama aldıkları genetik miras, ailedeki diğer kardeşlerinki gibi, pek çok bakımdan ortaktır.
Bouchard ünlü araştırmalarından birinde, çoktan yetişkinliğe ulaşmış yetmiş iki çift ikiz üzerinde yoğunlaştı.
Çift yumurta ikizlerinden bir tanesi dinsel düşünce ya da davranış belirtilerine sahipse, ikizi de çok büyük olasılıkla bu belirtileri gösteriyordu. Tek yumurta ikizleri, beklendiği gibi, bazı düşünce benzerlikleri gösteriyor ama bu benzerlikler aynılık derecesine ulaşmıyordu. Bir başka önemli nokta da dindarlık derecesinin ikizlerin yetiştirildikleri ortamlarla güçlü bir ilişkisinin olmamasıydı. Çift yumurta ikizlerinden biri tanrıtanımaz bir ailede, öteki dindar Katolik bir evde yetişmiş olsa bile, yine de her ikisi de aynı dinsel duygulara sahip olma ya da olmama eğilimi gösteriyorlardı.
1967’de ölen Harvard psikoloğu Gordon Allport insanların 1950’li yıllarda sahip olduğu önyargılar üzerine çok önemli bir araştırma yapmış ve sonuçta dindarlığın elli yıl sonra hâlâ kullanılan bir tanımına ulaşmıştı. Allport’a göre iki tür dinsel tutum vardı: içsel dindarlık ve dışsal dindarlık. Allport dışsal dindarlığı ben-merkezci dindarlık olarak tanımlıyordu. Böyle bir kişi kilise ya da sinagoga bir amaca ulaşmak, oradan alabileceği şeyi almak için gider. Kiliseye gitmek bu kişinin yaşadığı toplumda sosyal bir norm olduğu, saygınlık kazandırdığı ve insanın toplumda ilerlemesini sağladığı için, oraya kendini göstermeye gider. Kiliseye (ya da sinagoga) gitmek sosyal bir adet olur. Dr. Allport içsel dindarlığın farklı olduğunu düşünüyordu. Bir grup insanın içsel dindar olduğunu, bu insanların dinin kendisini bir amaç olarak gördüklerini tespit etti. Dr. Allport bu araştırmasını destekleyen bir başka bulguya daha ulaştı: önyargılar dışsal dindarlığa meyilli insanlar arasında daha yaygındı.
Dışsal dindarlık kişinin çevresinin ebeveynlerinin etkisinin bir ürünü olma eğilimindeydi. Bouchard ve çalışma arkadaşlarının araştırdıkları popülasyon içindeki kadınların dinsel eğilimleri miras almaya erkeklerden daha yatkın olduğunu tespit etmeleri de ilginçtir.
Tanrıya inanmanın insanın tüm sorunlarını çözeceği fikri ilk başta oldukça tatmin edicidir, ama biraz düşündükten sonra insana ürkütücü gelir. İfade ettiği kesinlik, bizi özgür iradeden yoksun bırakarak ve seçim yapma yeteneğimizi yadsıyarak insanlık halini kesinlikle yanlış aksettirir. Aynı zamanda dindar insanları korkunç eylemler gerçekleştirmeye iter. Ama böyle bir kesinlik galiba içsel dindarların hayatla ilgili bazı güç kararları daha kolay vermesini sağlamaktadır.
Eğer din bu tür bir rahatlık sağlıyorsa o zaman, zihinsel ve fiziksel sağlığa iyi geldiği için insanların dinsel bir eğilime sahip olacak şekilde evrildiğini ileri sürmek mümkündür. Bunun kanıtı, içsel dindarlığın insanları endişe ve gerginlikten daha uzak tutması, suçluluk duygusundan kurtarması, topluma daha iyi ayak uydurmalarını ve daha az bunalım yaşamalarını sağlamasıdır. Öte yandan, dini, bir gruba ait olma ve o grup içinde refaha ulaşma aracı olarak gören dışsal dindarlık suçluluk duygusu, merak ve kaygıya yol açmaya daha elverişlidir.
Sigmund Freud’dan beri pek çok kişi nevrozu ve akıl hastalıklarını dindarlıkla ilişkilendirmiştir.
Tanrıya, Tanrılara, ruhlara ya da doğaüstüne kuvvetli bir inanç duymak atalarımıza kayda değer rahatlıklar ve üstünlükler sağlamış olabilir. Birçok antropolog ve sosyal kuramcı aslında dinin bir belirsizlik ve şaşkınlık hissinden kaynaklandığı görünüşü benimsemektedir.
En tanınmış Darwincimiz ve organize dinin en acımasız eleştirmeni Richard Dawkins ilk bakışta dinin yararından çok zararı olduğuna işaret eder: Dinsel davranışlar iki ayak üstünde yürüyen iri maymunların çok fazla zamanını alır. Çok fazla kaynak tüketir. Dindar insanlar Tanrıları uğruna ölmüş, öldürmüş, oruç tutmuş, kırbaçlanmış, hayatı boyunca hiç evlenmemiş, din adına münzevi bir hayat yaşamıştır?
Her ne kadar genleri ya da psikolojiyi değil insan kültürlerini araştırıyorlarsa da antropologlar dinin bir tür sosyal yapıştırıcı olduğunu yüz yıldan uzun zamandır dile getirmektedirler.
Dinsel pratikler, çoğu zaman insanların, toplumsal kimliklerinin insanlıktan üstün şeylere dayandığını öne sürmelerini sağlayan, kimliklerine Tanrısal bir onay damgası vurmalarına olanak veren bir araçtır. “Tanrı (ya da atalar) şunu yapmamızı buyurdu” düşüncesi eylemlerimizi haklı ve anlamlı kılan bir tür yetki belgesi yerine geçer.
“Tanrı Geni”ni Araştırmak
Henüz hiç kimse bir din geni tespit etmemiştir, ama insan kişiliğini etkileyecek ve insana dinsel duygulara yönelik bir eğilim kazandırabilecek bazı aday genler mevcuttur.
Bu adaylar arasında olması muhtemel bazı genler beyinde bulunan ve sinir iletkenleri adı verilen kimyasalların seviyesini kontrol eden genlerdir. Dopamin mutluluk duygumuzda önemli rol oynadığını bildiğimiz sinir iletkenlerinden biridir. İnsanların bazı ruhani deneyimler sırasında duyumsadığı huzur hissinin oluşmasında da rol oynuyor olabilir. Dopaminin eylemiyle ilgili genlerden biri dopamin D4 reseptörüdür (DRD4); bu gen, kesinlikle bu açıdan araştırılmış tek gen değildir. Bazı insanlarda bu geni oluşturan DNA dizisinde meydana gelen (polimorfizm adlı) kaçak değişiklikler yüzünden gen biyolojik bakımdan daha aktif olabilir ve bu aktivite dinsel bir eğilimden kısmen sorumlu olabilir.
Pulitzer Ödülü kazanan Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabın yazarı Jared Diamond dinin var olmasının dinin her türlü ahlakın – ya da her türlü sosyal uyumun – temeli olduğu anlamına gelmediğine işaret eder.
Benzer şekilde, din sağlam bir ahlâk sistemi geliştirmekte – ve onu uygulamakta – faydalı olmakla birlikte, ahlâk kurumlarını dine bel bağlamadan da kolayca geliştirebiliriz.
En Eski Düğmelere BasmakNewberg tüm kültürlerdeki gizemcilerin kullandığı dilin sevgi ve seks diline çok benzediğine işaret eder. Hayaller gören kişiler büyük mutluluk, yücelme, kendinden geçme, esrime, kendini başkasında kaybetme gibi ifadeler kullanırlar. Bütün bu terimleri sevgi ve seksten söz ederken kullanırız. Dahası, Newberg gizemsel deneyimlerin seksle aynı beyin sistemlerini kullandığını düşünmektedir. Tüm dünyadaki dinlerin cinsel ve bedensel simgelerle dolu olduğunu da söyleyebiliriz; yoni ve lingam yani vajina ve fallus Hindu tapınışında yaygın olarak görülen simgelerdir.
Orgazm da ritmik hareketlerle ulaşılan ve bedende bir dizi kuvvetli atışla yaşanan bir deneyimdir; yoğun uyarılar bir gerilim oluşmasına ve sonra o gerilimin çözülmesine, huzur ve dinginlik hislerinin duyulmasına yol açar. Dinsel tapınmada ritmik şarkılar, tekrarlanan müzik ve kısa süreli bilinç yitimiyle yapılan hareketler benzer haller yaratmak için kullanılır. Hayatımda dinin benim için pek az anlam taşıdığı dönemlerde bile, bazı Doğu kentlerinde ezan sesini ya da Gregoryen ilahilerini işittiğim zaman hem şiddetli bir uyarılma hem de büyük bir huzur duyduğumu fark ettim. Bu hislerin cinsel bir yönü olduğunu söylemekle tereddüt ederdim, ama bu hisler, cinsel uyaranlar gibi, oldukça bedensel bir tepkiye yol açıyor ve bu da bana benim en eski düğmelerimden bazılarına basıldığını düşündürüyor.
Dine en sert eleştirileri yöneltenler onu bir kitle yanılsaması olarak görmektedirler. Bazı insanların suyun şaraba dönüşmesinden tutun ay yüzeyinde Elvis’in yüzünün göründüğüne varıncaya dek her şeye inanmaya hazır olduğuna işaret etmektedirler. Ayrıca bazı dinsel fikirlerin çürütülemez olduğunu da belirtmektedirler. Tanrı ya da ruhların varlığını ne kanıtlayabiliriz ne de yalanlayabiliriz. Üstelik çoğu insan toplumunda, yerleşik hale gelmiş bir fikri çürütmenin bedeli onu kabul etmekten çok daha yüksektir. Eğer çevrenizdeki herkes her yerde atalarının ruhlarının bulunduğuna inanıyorsa, bu fikri reddetmek kabul etmekten çok daha zahmetli ve risklidir.
Antropolog Stewart Guthrie, insan anlaşılması kolay bir varlık değil, bildiğimiz en karmaşık varlık olduğu için insan olmayan varlıklara insan nitelikleri yakıştırdığımıza inanmaktadır. Beynimiz her türlü durumda olabildiğince çok bilgi toplamaya, yani azami sayıda sonuç çıkarmaya programlanmıştır. Bulutlarda bir insan yüzü görmek aslında rahatlatıcı bir şey değildir; aksine korkutucu olabilir. Ölülerin çevremizi sarmış olduğu fikri de öyledir; zaten pek çok korku filminde işlenen bir temadır. Yine de rahatlatıcı, avutucu olmayan bu fikirler birçok insan grubunun dinsel inanç sisteminde varlığını sürdürmüştür.
Evrimsel psikologlar dinsel fikirlerin – ağlayan heykeller, hoşnut edilebilen ya da öfkelendirilebilen Tanrılar – çevremizdeki dünyayı anlamlandırmanın yollarından biri olarak beyin tarafından üretildiğine inanmaktadırlar. Bu fikirler bazı durumlarda etkili, bazı durumlarda ise ölümcüldür.
KöktendincilikBiz hayatta kalmak ve genlerimizi sonraki kuşaklara aktarmak için evrildik. Bu nedenle, insanları kendilerini öldürmeye teşvik eden bir inanç sisteminin evrimsel bir kökene sahip olması olanaksız görünüyor. Yine de, belki atalarımızdan miras aldığımız zihinsel tasarım, köktendinciliği anlamamıza yardım edebilir.
Bazı insanlar köktendinciliği dinsel inancın doğal uzantısı olarak görmeyi tercih eder. Eğer Tanrı Fikri bazı insanlar arasında kuvvetli bağlar yaratabiliyor, bu insanları başkalarına karşı koymaya itebiliyor ve Tanrısal iradeyi gerçekleştirdiklerini düşünmelerini sağlayarak onları motive edebiliyorsa, o zaman bu insanlar aşırı davranışlar sergilemeye de hazır olacaktır. Bazılarıysa köktendinciliğin dinle hiçbir ilgisi olmadığını, bunun daha çok, ezilen grupların kendilerini ezenleri devirmek için başvurdukları bir yol olduğunu düşünür.
Köktendincilik birbirlerine saldıran farklı kültürlere ait gruplar meselesi olmaktan çok uzaktır. Taliban, tıpkı Avrupa’daki Hıristiyan cadı avcıları gibi, kendi halkına büyük bir gayretle zulmetmiştir. Öyle görünmektedir ki sorun, grubun dışındakiler değil, içindekilerdir. Kuşkusuz, uçakları İkiz Kulelerin üstüne süren adamlar cihat fikriyle harekete geçmişlerdi. Ama psikologlar, teröristlerin, bilinçdışı şekilde de olsa, Müslümanlara da bir mesaj göndermeye çalıştığını ileri sürebilir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜMTEK TANRIYI BULMAKZerdüşt Bir Bronz Çağı Demokratı mıydı?Zerdüştçülük yaşayan en eski dinlerden biridir. Zerdüşt kendisine zaotar yani törenlerin lideri diyordu. Bu, onun, yirmisine basmadan, hatta muhtemelen daha on beş yaşındayken rahipliğe atandığı anlamına geliyordu. Zerdüşt için Ahura Mazda tüm Tanrıların babası, öncesiz ve sonrasız, yaratılmamış tek Tanrı idi.
Zerdüşt, dünyanın iki gücün, iyiliğin ve kötülüğün çarpıştığı savaş meydanı olduğuna inanıyordu.
Olaya Batılı bakış açısıyla bakıldığında, Zerdüşt’ün bir gurup Tanrıya inanması tektanrıcılığa pek benzemez. Zerdüşt, reddettiği Tanrıların var olmadığını düşünmüyordu; sadece önemsiz olduklarını düşünüyordu. Ama Ahura Mazda’yı tek önemli Tanrı olarak yüceltiyor ve kendi yaşadığı toplumda uzun zamandan beri sevip sayılan öteki Tanrıları kötü Tanrılar ilan ederken, yavaş yavaş yeni bir fikre doğru gidiyordu. Cennet, diyordu Zerdüşt, tüm cinsiyet ve sınıflara açıktır; oraya girmek kesinkes insanın ömrü boyunca biriktirdiği iyi düşünce, söz ve davranışların miktarına bağlıdır.
Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi Zerdüştçülüğün de kutsal metinleri vardır. Bunların hepsine Avesta adı verilir. Avesta, Zerdüşt peygamberin öğretileri olan Gataları da içerir. Günümüze ulaşan bur görüşe göre, Büyük İskender MÖ 4. yüzyılda bölgeyi fethettiği zaman Avesta’yı yanına alıp götürmüş ve bu kitabı bir daha gören olmamıştır. Aslında Avesta Yunan istilalarından sağ çıkmış ve Yunanlılar tüm Zerdüştçü rahipleri sistematik biçimde öldürürken inancın hayatta kalmasına yardım etmiştir. Elementlerin – ateş, su, toprak – saflığı Zerdüşt için önemlidir. İnsanların bu elementleri kirletmekten sakınmaları için tasarlanmış ayrıntılı ayinler ve kendilerini kirletmekten kaçınmalarını sağlayacak karmaşık kurallar mevcuttur. Ölünün gömülmesi ya da yakılması toprağa karşı saygısızlıktır, çünkü onu kirletir. Zerdüştçülere göre bir cesedi yok etmenin en temiz yolu, onun, yakınından yol iz geçmeyen sapa bir tepede köpekler ve kuşlar tarafından yenmesini sağlamaktır.
MÖ 1500 ila Müslümanların bölgeyi fethi arasında kalan bir zaman kesitinde Zerdüştçülük bu bölgedeki en önemli dindi. Bu antik din bugün İran’da artık ne kadar da zayıflamıştı. 1979 İslam Devrimi’nden sonra hayat Zerdüştçüler için iyiden iyiye zorlaşmış ve bu belirsiz koşullar altında pek çoğu bu topraklardan göçmeyi ya da kendi dindaşları olmayan kimselerle evlenmeyi seçmişlerdi.
Akenaten Modern Bir Eski Mısırlı mıydı?Akenaten tarafından yayılan kült kuşkusuz gerçek bir tektanrıcılık değildir. Bu inancı daha iyi ifade etmek için, bir Tanrının tüm diğer Tanrılardan daha üstün olduğu anlamına gelen katenoteizm terimi kullanılabilir. Ama anlaşılan Akenaten öteki Tanrıların varlığıyla ilgili tüm belirtileri yok etmeyi deneyerek, onları halkın aklından silmeye çalışmıştır. Akenaten’in kurduğu Güneş Diski dini, büyük ölçüde siyasal motiflere dayanıyor olsa bile, özünde belli inançlara yer vermektedir. Akenaten kendi dinsel hareketini özetleyecek bir slogan bulmuştur: ank em maat, yani “doğru düzene göre yaşamak”. Buna benzer modern bir slogan temellere dönüş olabilir.
Akenaten öyküsünün bir tuhaf yanı daha vardır. Bazı kişiler onun Musa olduğunu ileri sürer. Akenaten’in annesi, bir İbrani olan, Kraliçe Tiy idi ve Akenaten tam doğru zamanda, MÖ 14. yüzyılın ortasında yaşadı. Musa III. Amenhotep’in sarayında yüksek memur olarak bulunmuş olabileceği için, bu öykü pek doğru olamaz. Ama Akenaten gibi Musa da bir dönmeydi, halkı İsraillileri Mısır’dan çıkarıp özgürlüğe, tek Tanrıya, Akenaten’in kabul ettiğinden çok farklı türden bir Tanrıya tapınmaya götürdü.
Bugün tarih öncesi Harappa kentinin kalıntıları Pakistan’daki Mutlan kentinin 150 kilometre ötesinde, verimli İndus Vadisi boyunca uzanan Lahor yolunun yarısında bulunmaktadır. 1830 yılında iki turist tarafından keşfedilmiş ve iki yıl sonra, kalıntıları ayrıntılı şekilde tanımlayan ilk Batılı olan General Alexander Cunningham (1814-1993) tarafından ziyaret edilmiştir. Ne yazık ki Lahor ve Mutlan arasına demiryolu hattı döşenirken işçiler inşaat malzemesi bulmak için Harappa kalıntılarına ciddi biçimde zarar vermiştir.
Hindu dininin kaynağı olan İndus Vadisi’ndeki bu antik kentler oldukça karmaşık bir yapıya sahipti. Kanalizasyon sistemi çok hızlı ve verimli çalışmakta, böylece hijyenik koşullar oluşması sağlanmaktaydı. Kent planlaması ileri düzeydeydi: Sokaklar ızgara sistemi oluşturacak, yani birbirlerini dik kesecek şekilde planlanmış, binalar bu sisteme göre yerleştirilmişti.
MÖ 3000 dolaylarında kurulan bu uygarlığın son derece ileri olduğunu anlıyoruz, ama bölgeye daha sonra egemen olan Arilerden azar azar öğrenebildiklerimizin dışında, bu halkın neye nasıl taptığı hakkında hiçbir fikrimiz yok.
Bu antik İndus Vadisi uygarlıklarının neden yok olduğunu bilmiyoruz. Yokoluşları belki bir doğal afetle, belki de Batıdan Arilerin gelişiyle ilgiliydi. Kuşkusuz tamamen yok olmadılar. Bu Arilerin Rig Veda adlı bir kitap haline getirdikleri metinler, yerli halktan çok aşağılayıcı bir dille söz eder, onları, toplum dışına itilmiş, dokunulması yasak kişiler – kara derililer, burunsuzlar, fallusa tapanlar – olarak tanımlar.
Rig Veda daha sonra Hinduizmi geliştiren halk hakkında ilk ağızdan bilgiler veren bir kaynaktır. Ama Veda dininde bir değişim olmaya başladı. Bunu Vedalar’a 8. – 4. yüzyıllar arasında eklenen ve böylece tüm metinlerin Vedanta ya da Vedaların Sonu başlığıyla anılmaya başlamasına sebep olan Upanişadlar ve Aranyakalar adı verilen metinlerde dile getirilen fikirlerden anlıyoruz. Vedanta metinleri birçok Tanrının sadece bunların altında yatan daha büyük bir gücün dışavurumu olduğu mesajını içerir. Brahman denen bu güç Vedaları okuyanların bilmediği bir şey değildi.
Yazgımız, kaynağı Brahman olan karma adlı bir doğa yasasının işleyişi aracılığıyla belirleniyordu; bu yeni bir olguydu. Karma iyi ve kötü eylemlerin bu eylemleri gerçekleştiren insanlar için iyi ve kötü sonuçları olacağı düşüncesidir. Başka zamanlarda yaşamış başka halklar talihsizlikleri Tanrının, Tanrıların ya da ruhların verdiği cezalar olarak yorumlarken, karma, insanın dışında var olan, kütle çekimi yasası gibi evrensel bir güç olarak görülür.
Onu kozmik bir yasa olarak değil, daha çok sebep-sonuç zinciri olarak görsek bile, pek çoğumuz karma görüşünü bir yere kadar paylaşırız; kötülük yapan kişinin kötülük, iyilik yapan kişinin iyilik bulacağı şeklinde genel bir görüş mevcuttur. Dünyanın en kötü kalpli insanlarının, bırakın kötü şeyler yaşamayı tek bir uykusuz gece bile geçirmeden yaşlandığı gerçeği benim kendi karma teorilerimi sarsmıştır. Eğer kötülük yaparsak, der, yaptığımız kötülük bu yaşamımızda değil, bir sonraki yaşamımızda başımıza dert açar; toplumun daha aşağı bir kastına ait bir kişi ya da aşağılık bir hayvan veya bir böcek olarak yeniden doğabiliriz. Benzeri şekilde, hayat boyu yapılan iyiliklerin ödülü hemen alınamayabilir ve telafi edilmesi gereken ne kadar kötü-karma biriktirildiğine bağlı olarak, bir başka varoluşa kalabilir.
Anlaşılan o ki Upanişadlar, dini Tanrıların elinden almış ve yerine evrenin yasasını koymuştur. Upanişadlar, Brahman’ın bizi saran ve tüm evren gibi bizim de yaşamamızı sağlayan bir güç olduğunu vurgular.
Eski Veda dininde en önemli figür Brahman rahibiydi, ama Upanişadlar’da bu figürün yerini yogi alıyordu. Yogi, akla ve ruha doğru içsel bir yolculuğa çıkmak üzere dünyadan elini eteğini çeken bir gizemciydi. Bu kişilerden biri, yaklaşık MÖ 530 yılında, 29 yaşındayken karısı Yaşodara’yı terk edip, babasından sonra geçeceği tahttan ve lüks bir hayattan feragat ederek aydınlanma arayışına giren Siddarta Gautama adlı zengin bir Nepal prensiydi. Tıpkı tektanrıcılığa doğru gerçekleşen sıçramanın Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın eski İsrail dininden filizlendiği koşulları yaratması gibi, Upanişadlar devrimi de Budizmin Hinduizme rakip bir güç olarak ortaya çıkmasına yol açtı.
Gautama’nın düşünceleri ilginçti, çünkü Zerdüşt’ün düşüncelerinin ve bireysel dindarlıktaki ısrarının bir benzeri olan bu düşünceler bireyin kendi kurtuluşundan sorumlu olduğunu öne sürüyordu. Budizmden bazen Tanrısı ya da Tanrıları olmayan Tanrıtanımaz bir din olarak söz edilir. Bu ancak Budizmin uygulamalarına pek tanık olmamış ya da pek çok Budist metni okumamış kişilerin varabileceği türden bir yargıdır. Budizm Tanrıların varlığını kesinlikle kabul eder, ama Tanrıların insanın işine pek yaramayacağını, çünkü Tanrıların da bizim gibi samsara yani kesintisiz bir ruh göçü ve acı çekme döngüsü yaşamak zorunda olduğunu iddia eder.
Budizmin başarısı, ulaştığı gerçekleri öykücük ve anekdotlar aracılığıyla başkalarıyla paylaşan Gautama karakterine çok şey borçludur. İsa din tarihinde Buda’ya benzer bir figürdür. Sadece bir öykü anlatıcısı olması açısından değil, ulaştığı gerçekleri kendine saklayamayan aydınlanmış bir kişi olması açısından da Buda’yı andırır. Fakat bu işin ne kadar tehlikeli olduğunu keşfetmeden önce, ilk gerçek tektanrıcı dini, Museviliği ele almamız gerek.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜMDÜNYANIN EN BÜYÜK KİTABIİsrailliler, kendilerini kölelikten kurtarıp özgür bir ulus olmaya doğru götüren Mısır’dan çıkış yolculuğunun büyük kısmını tek Tanrı fikrini içtenlikle kabul etmiş olarak yapmamıştır. İsraillilerin Tanrı Fikri hâlâ Mısır firavunu Akenatin’inkine yani pek çok Tanrı arasında üstün bir Tanrı Fikri’ne yakın görünmektedir. Her şeye gücü yeten tek bir Tanrı fikrini benimseyen Musa, Sina Dağı’na çıkıp gözden yiter yitmez, İsrailliler özgüvenlerini yitirmiş ve Musa’nın kardeşi Harun’u çağırıp ondan bir altın buzağı yapmalarına yardım etmesini istemiştir. İnsanlık tarihinde bir ayrım çizgisi çizmiş olağanüstü derecede devrimci bir fikir olan tektanrıcılık aynı zamanda kulağa bayancı gelen bir düşüncedir. Belli tarihsel koşullarda gelişmiştir ve bu gelişim zaman almıştır. Büyük Yahudi yorumcu Maimonides Musa’nın İsraillileri kırk yıl boyunca ıssız çöllerde dolaştırmasının sebebinin İsraillileri Mısır’dan çıkarmaktan çok Mısır’ı İsraillilerin aklından çıkarmak olduğunu ileri sürmüştür. İsrailliler putperestliğe derinden bağlıdırlar ve bu yeni tek Tanrı Fikri’ni kabul etmeleri için zaman geçmeli, bu halk büyük sıkıntılar çekmelidir.
Tanrının Kenan’a girmelerinden önce çölde İsraillilerle yaptığı sözleşmenin temel öğesi, öteki Tanrıları reddetmeleri ve sadece kendisine tapmalarıdır. “Benden başka Tanrınız olmayacak” emri kesinlikle tapılacak başka Tanrılar olduğu fikrini yansıtır.
Bütün bunlar bize İsrailliler, hatta muhtemelen tüm insanlar hakkında bir şey anlatır. Tanrı hakkındaki tüm fikirler herkesçe anlaşılabilir değildir. Bu fikirlerin bazılarını gündelik hayata uydurmak zordur. İnsanlık tarihine ilişkin görüşlerin çoğu bizim sadece, hayatta kalmamıza ve ürememize yardımcı olan inançları benimsediğimiz varsayımı üzerine kurulmuştur. Bu, Yaratılış kitabında hızlıca değinilip geçilen bir konudur. Bazı antropologlar bize her ayinin toplumları birbirine bağlama amacına hizmet ettiğini anlatır. Marksistler Tanrı Fikri’nin bir grubun diğer bir grup üzerinde egemenlik kurmasının bir yolu olduğunu söyler. Psikologlar dinsel fikirlerin hayatta kalmak için geliştirilmiş öteki bilinçdışı zihinsel sistemlerin üstüne binen düşüncelerden ibaret olduğunu belirtir.
İsrail’de tektanrıcılığa geçiş süreci acılı olmuş ve yüzyıllar sürmüştür. İsrailliler Tanrı ile yaptıkları antlaşmaya her zaman sadık kalmamıştır. Pek çok Tanrısı olan Paganizm daha ziyade esnek bir dindir; içerisinde başka bir ya da iki Tanrıya her zaman yer vardır. Ama İsrail’de ortaya çıkan tektanrıcılık çok farklıydı: Öteki inançların baskı altında tutulmasını ve reddedilmesini talep ediyordu. Bu dışlayıcılık, bir yere kadar, İsrail’de ortaya çıkmış bu tektanrıcılıktan doğan üç inancın – Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık – karakteristik özelliği olmuştur. Ama Hıristiyanlık ve Müslümanlığın tersine Musevilik, “en dürüst ulus gelecekte dünyayı miras alacaktır” görüşünü benimseyerek, başka inançlara sahip halkları Musevi yapmaya çalışmaktan vazgeçmiştir.
Farklı yer ve zamanlarda Tanrı hakkında üretilen fikirler en çok bu bakımdan farklılaşmaktadır. Tanrı aşkın mıdır, yani dünyanın üzerinde ve ötesinde midir? Yoksa içkin midir, yani dünyada, doğada, bir çocuğun gülümsemesinde, doyurucu bir yemekte mi bulunur? Tüm büyük dünya dinleri her iki görüşün öğelerini de içerir. Bu öğeler bazen barış içinde bir arada var olur, bazen savaşır, kimi zaman biri ötekine alternatif olur, kimi zaman biri ötekinin yerine geçer. Eski İsrail dini belli bir noktada aşkıncı görüşün etkisi altına girmiştir.
Bunun sebepleri ne olabilir? Spekülatif olmakla birlikte, verilebilecek yanıtlardan biri şudur: İçkin görüş göreli ölçüde barışçı ve yerleşik bir varoluşa en uygun görüştür. Tanrı her yanımızda, yılın döngüsel yapısındadır. Ama hareket halinde olan, başka deyişle, ne tam göçebe ne tam yerleşik olan, ev sahipleriyle sürekli çatışan, kimi zaman esir edilen, kimi zaman kaçan bir halka bu Tanrı Fikri’nin pek faydası dokunmayabilir. Böyle belirsizliklerle dolu bir hayatta, dünyanın epey ötesinde duran bir Tanrıya inanmak belki de daha iyidir.
BEŞİNCİ BÖLÜMDEĞİŞİM TANRISIİlk Hıristiyanlık: Pavlos, İsa, Tanrı ve RomaÖlümünden bir süre sonra, İsa’nın yandaşları ikiye bölündü. Bir grup, İsa’nın Yeruşalim’deki ailesinin etrafında toplandı, diğer grup ise, daha sonraları Pavlos olarak tanınan Tarsuslu Saul’ün önderliğinde hareket etti. Saul’ün öğretileri Yunanistan’a göç etmiş olan kentli Yahudiler tarafından coşkuyla kabul edildi.
Pavlos’un İsa’nın deneyimi ve öğretisinin ne anlama geldiği ile ilgili görüşü onu İsa’nın ilettiği mesaj hakkında başka fikirler üretmeye itti. Bu mesajı Yunan İmparatorluğunun çeşitli kentlerinde bulunan ilk Hıristiyan cemaatlerine – Selaniklilere, Korintlilere ve Filipinlilere – mektuplar yazarak iletti. Pavlos tarafından yapılan görev bildirimleri, Kutsal Kitabın İsa’nın yaşamıyla ve Hıristiyan dininin temellerinin atılışıyla ilgili bölümlerini oluşturan Yeni Ahit’in önemli bir kısmını meydana getirir.
Pavlos’un mektuplarında İsa Tanrısal bir kişiliğe dönüşür, çünkü böyle olması Pavlos’un bir Mesih’in ne olduğuna ilişkin daha önceden herhangi bir fikre sahip olmayan Yunan muhataplarına daha çekici gelecektir. Yunanlılar sevdikleri herkesi tanrılaştırmaktadır. Pavlos, İsa’nın bir Tanrı olduğunu asla gerçekten ilan etmemiştir, ama yıllar geçtikçe, İsa’dan gitgide daha çok Tanrısal terimlerle söz etmeye ve onun dirileceğinden bahsetmeye başlamış ve böylece yazdıklarının niteliği değişmiştir.
Museviliğin “Tanrıdan Korkanlar” olarak bilinen Romalılar ve diğer paganlar arasından, kendine taraftar topladığı 1. yüzyılın ilk yıllarının tersine, bu inanç artık daha içe dönük hale gelmişti; Tora’yı ve Yahudi Yasası’nı kabul etmeyi reddetmelerinden ötürü, İsa tutkunları sinagoglardan atılmıştı.
Her ne kadar panteizmin, doğası gereği, neredeyse her zaman bir ya da iki Tanrıya daha ayıracak yeri olsa da, Roma’nın Hıristiyanlığa kuşkuyla yaklaşmasının birtakım nedenleri vardı. Hıristiyanlar artık sinagoga ait olan Yahudiler olmadıklarını belli ettikten sonra, Romalılar onlara yan bakmaya başladılar. Tanrının Tarihi adlı kitabında Karen Armstrong’un işaret ettiği gibi, Roma düşüncesi özünde tutucuydu. Geçmişten kasıtlı olarak gerçekleştirilen kopuşlar yaratıcı değil yıkıcı ve tehlikeli hamleler olarak görülüyordu. Üstelik Hıristiyanlık sevgi ve barış telkin ediyor, sık sık şiddetten kaçınmayı öğütlüyordu:
Bu, yayılması halinde, askerileşmiş bir sömürgeci iktidarın altyapısına zaman içinde zarar verebilecek çökertici bir dindi. Öteki yanağını çevirmeyecek, saldırgan, duygusuz askerler, böyle bir iktidarın işine, çevresine arkadaşlık, şefkat ve uyum telkin eden yumuşak başlı insanlardan çok daha fazla yarardı.
Pavlos’un Hıristiyanlıkta gerçekleştirdiği değişimler doğrudan doğruya kendi kişiliği ve deneyimlerinin etkisini taşımaktadır. İsa’nın anlattığı ve Luka İncili’nde aktarılan bir öykü Pavlos’un zihninde yer etmiş ve Hıristiyanlığın çağın öteki inançlarından ayrılmasına katkıda bulunmuştur.
İsa’ya atfedilen sözler arasında belleklere en iyi kazınanlardan biri şu olmuştur: “Ne mutlu alçakgönüllü olanlara, çünkü dünya onlara miras kalacak”. Bu yüzden pek çok Romalının Hıristiyanlığın açtığı Tanrıya teslim olma yoluna girmek yerine Hıristiyanlığa kuşkuyla yaklaşması, onu küçümsemesi, onunla alay etmesi, eğlence olsun diye Hıristiyanları aslanlara yedirmesi şaşırtıcı değildir.
Konstantin MS 337’de ölene dek resmi olarak Hıristiyan olmadı, ama Hıristiyanlığa karşı bir hoşgörü politikası izledi ve Hıristiyan danışmanlara güvenmeyi sürdürdü. Konstantin bir Avrupalı hükümdar prototipi oldu. Otoritesini Tanrıdan aldığına ve tebaasının İsa’nın istediği şekilde yaşamasına rehberlik etmenin kendi sorumluluğu olduğuna inandı. Konstantin’e göre, barış ve istikrar, Hıristiyan önderlerin Hıristiyan hükümdarlığına bağlıydı.
Ama başka açıdan bakıldığında, bu sarsıcı değişim sadece bir rastlantılar silsilesinin sonucu olarak da görülebilir. Eğer Pontius Pilatus, ardılı Albinus gibi daha farklı bir adam olsaydı, İsa’ya ölüm cezası verilmeyebilirdi. Eğer İsa yaşasaydı, kehanetleri gerçekleşmeyince, yandaşları onun çevresinden uzaklaşabilir ya da birbirine düşer ve hareketin tükenmesine yol açabilirdi. İsa da Pavlos’un yaşadığı türden inanç bunalımlarına girebilir ve ileride görüşünü daha yaşlı ve bilge bir kişi olarak gözden geçirebilirdi. Eğer Pavlos’un kişiliği kendisinin İsa’nın öğretisine ilişkin görüşlerini etkilemeseydi, Hıristiyanlık Yahudilere özgü bir inanç olarak kalabilirdi. Konstantin olmasaydı, Hıristiyanlık ancak sadece kölelere, asker eşlerine ve kentli zanaatkârlara çekici gelen silik bir kült olarak varlığını sürdürebilirdi. Pek çok Hıristiyan, Hıristiyanlığın bugünkü halini şans eseri almasını inançlarının doğruluğunun bir kanıtı olarak görmektedir ama Hıristiyanlığın çok başarılı olduğunu kabul etmek için ona inanmak gerekmez.
İsa kendinden önceki ve sonraki pek çok kişi gibi Mesih olduğunu ileri süren dindar bir Musevi idi, ama yanılıyordu: Barış çağının başlayacağı, yeryüzünde Tanrının krallığının kurulacağı kehanetleri gerçekleşmedi.
İsa Nasıl Bir Yahudi İdi?İsa kültü, pek çok bakımdan Museviliğin devamı olmasına karşın, İncillerde belirtildiği gibi, içerisinden çıktığı inanca karşı oldukça düşmanca bir tavır takınmıştır. Bize İsa’nın Ferisilerle sürekli kavga ettiği, ayin takıntıları yüzünden onlara kırıcı sözler söylediği, onları ikiyüzlülükle suçladığı anlatılır. Onun ölümüne yol açan Ferisilerdir. Romalılar adil ve sakindir. Onu yargılayan yargıç Pontius Pilatus, İsa’yı çarmıha gerdirmekte tereddüt etmiştir. Pilatus, Hamursuz Bayramı olduğu için, kalabalığa iki tutukludan hangisini, İsa’yı mı yoksa Barnabas’ı mı kurtarmak istediklerini sorarak İsa’ya ikinci bir şans verir. Kalabalık, İsa’nın çarmıha gerilmesinde ısrar eder.
Eğer, Pavlos’un doğruladığı gibi, İsa’nın ölümü insanlığın günahlarını silmek için gerekli idiyse, o halde, onu öldürmekle suçlanan halk yani Yahudiler dünyaya iyilik etmemiş midir? Her şeye karşın “İsa’yı Yahudiler öldürdü” düşüncesi ve bunun yanı sıra Yahuda (Judas) isminin “Yahudi” (Jew) ve “Musevilik” (Judaism) isimleriyle benzerliği Yahudilerin yuva kurdukları pek çok ülkede onlara karşı takınılan tavırlar üzerinde etkili olmuştur. Vatikan, pek çok Katoliği utandırarak “İsa’yı Yahudiler öldürdü” düşüncesini 19. ve 20. yüzyıllarda Rusya ve Doğu Avrupa’da yaşanan zulümlerin ve Nazi soykırımının böyle çarpık bir inanışın doğurabileceği tehlikelere işaret etmesinden sonra, daha 1960’larda öğretilerinden silmiştir.
Toronto Üniversitesi’nde Yunanca ve Yeni Ahit profesörü ve yıllarını bir Anglikan papazı olarak geçirmiş biri olan Kanadalı Tanrıbilimci Tom Harpur’un Putperest İsa adlı eserinin ana fikirlerinden biri budur. Harpur, İsa’nın yaşamına ilişkin tarihsel kanıtların kıtlığına dikkat çeker ve söylencenin eski versiyonlarına, özellikle de MÖ 4000 kadar erken bir tarihte bir insanın bedeninde yeniden doğan Tanrısal ruh fikrinin yürürlükte olduğu Mısır versiyonuna işaret eder.
“Gerçek şu ki” der Harpur, “İnciller aslında Güneş Tanrısı Osiris/Horus’un yeniden doğuşu ve dirilişini canlandıran ayinlerin eskiden kaleme alınmış halidir”.
“İsa, insan biçimini almış Tanrıdır” yorumu tam anlamıyla Hıristiyanlara özgüdür ve Hıristiyan Tanrıbilimi ile pek çok Hıristiyan’ın inancının temelini oluşturur. İsa’yı bu gezegende yaşayan iki milyardan fazla insan için önemli yapan, bu vizyondur, ölümüyle tüm insanları sonsuza dek yaşamaya davet eden Tanrının oğlu İsa vizyonudur. Bu yorumun tamamen gerçeklere mi yoksa kısmen gerçeklere ve kısmen söylencelere mi dayandığı, son tahlilde, sahiden önemli değildir.
İncillerde resmedilen İsa figüründeki belirsizlikler ve bir yere kadar Teslis bilmecesi, Hıristiyanlığın başarısının sebepleri arasında yer alabilir. İsa’nın öyküsü aracılığıyla insanları kendine çeken şey, belli bir kişinin hayatında olan bitenlerden ziyade evrensel bir temadır; çünkü yargılanıp idam edilen masum bir insanın öyküsü oldukça etkileyicidir. Acı çekme, ölüm ve yeniden doğum temaları, varoluşun doğasını bir an için bile olsa düşünmüş kişilere dokunaklı gelir. Her şeyin yeniden doğmak üzere yok olduğunu fark etmek için Budist olmak ya da Baal’e tapmak gerekmez. “Öteki yanağını çevir” ya da “ne mutlu alçakgönüllü olanlara” gibi sözler doğa yasalarına öylesine terstir ki insanın aklında yer ederler: Saldırıya uğrayan dövüşür; güçlü olan kazanır. Alçakgönüllü İsa’nın silahlı İsa’dan çok daha gerçek bir figür olduğu ortaya çıkmıştır.
İsa’nın öyküsü o kadar etkileyicidir ki başka dinler tarafından da önemsenir. Müslümanlar İsa’yı “Tanrının soluğu” olarak bilir ve peygamber sayarlar. Müslümanlar her ne kadar onun çarmıha gerildiğini reddetseler ve onun yerine bir başkasının idam edildiğini ileri sürseler de İsa’nın bakire bir anadan doğduğunu ve mucizeler gerçekleştirdiğini kabul ederler.