Masonlar.org - Harici Forumu

Sanat => Edebiyat => Tapınakçıların Hazinesi => Konuyu başlatan: ADAM - Ocak 17, 2010, 10:24:09 öö

Başlık: Tapınakçıların Hazinesi - “Drageo’dan kurtuluş”
Gönderen: ADAM - Ocak 17, 2010, 10:24:09 öö

Öncesi “Okyanusun ötesi” başlıklı bölümde…

Nicolo Zeno, başlarından geçenleri anlatmayı sürdürüyor.




* * * * * *


«Çevreyi öğrenmek ve işimize yarar şeyler bulabilmek için, hemen her gün keşfe çıkıyorduk ama gemiyi aramak aklımıza gelmemişti. Daha doğrusu, yakınlarda bir yerde rastlayamayınca artık umudumuz kalmamıştı. Battığını sanıyorduk. Keşifleri ister istemez ölçülü tutuyorduk. Ne gibi tehlikelerle karşılaşacağımızı bilmediğimiz için, keşfe çıkan ekip, öğlene kadar gidebileceği yere kadar gidip, karanlık basmadan dönüyordu.

İşte o günlerden birinde, kıyı boyunca güneye doğru keşfe çıkan Francesco ile iki tayfa, akşam dönmedi.

Merak ettik. Aslında istediğin kadar merak et ve başlarına neler gelmiş olabileceğini düşün dur. Boşuna! Gece vakti hiçbir şey yapamazsın. Sabahı beklemen gerek.

Sabah erkenden yedi kişi birden çıktı aramaya. Eğer keyifsiz bir durumla karşılaşırlarsa kalabalık olsunlar diye.

O gün akşama doğru hepsi birden döndü. Daha uzaktan nasıl bir şamata koparıyorlardı bilsen... Ne olduğunu anlayana kadar akla karayı seçtik. Hepsi bir ağızdan bar bar bağırıyordu. Kimin ne dediği anlaşılmıyordu. »

«Şamatayı kesip, sakinleştiklerinde dedikleri anlaşılır oldu. Gemiyi bir günlük yol güneyde bulmuşlar. Artık mesafeleri gün kavramıyla tanımlıyorduk; bir gün, yarım gün, çeyrek gün gibi. Daha kısası ya da daha uzunu yok. Süreyi taşırıp biraz fazla ileri gidince, akşama doğru gemiyi görmüşler. Yanına gidememişler ama orada biraz oyalanınca dönemeyip kalmışlar. Çünkü gece pek çıkmıyorduk. Mehtaplı günlerde bile. Ayaklarımız çıplak. Gerçi nasır tutmuştu ama olsun. Bir şey batar; bir yere takılıp düşersin. Sonra başımıza dert. Bu kesin kuraldı. Geceleri herkes kampta olacak. Bu olay, kuralın ilk çiğnenişiydi.»

* * * * *

Nicolo, «Ertesi gün, kampta sadece birkaç gönüllü bırakıp hep birlikte oraya gittik.» diyerek devam etti. «Gemi, kıyıdan az açıktaki kayaların arasında biraz yana yatarak sıkışıp kalmış bir biçimde duruyordu.

İşte şimdi her şey değişebilirdi. Çok sevinmiştik ama ne yazık ki sevincimiz kursağımızda kaldı.

Yüzerek yanına varınca, aslında paramparça bir durumda olduğunu gördük. Uzaktan görünmüyordu. Tüm umutlarımız bir anda uçup gitmişti.

* * * * * *

«Kampın bulunduğu yer, güvenlik bakımından daha iyiydi. Üstelik dere ağzında daha çok balık bulunuyordu. Hem ördek de avlıyorduk; gerçi kışa doğru çekip gittiler. Fakat burada o kadar çok avantaj vardı ki, saymakla bitmez. Taşındık.

Geminin kalıntılarını bulmak, yaşam kalitemizi artırdı. Her şeyden önce, nasılsa olduğu yerde bağlı kalmış bir filika vardı. Fakat biz onu sonra başka bir amaçla kullandık. Gemiden elde ettiğimiz tahtalarla da takviye ederek inşa ettiğimiz kulübenin âdeta kubbe biçimindeki çatısını oluşturdu. Böylece fırtına ve yağmur altında çok daha rahat ettik.

Gemide işimize yarayacak birçok şey kalmıştı. Kovalar, bir sürü halat, fıçılar, kırılmış direk parçaları, kürekler, çoğu yırtık olsa da arta kalanı kullanılabilir yelken bezleri, demir çubuklar, askerlerden birinin kalkanı, artık çürümeye yüz tutmuş olsa bile kullanılabilecek birkaç parça giyim eşyası. Daha neler neler...

Tüm bulduklarımızın içinde beni en çok sevindiren neydi biliyor musun?... Kaptan köprüsündeki sandıkta sapasağlam bir şekilde kalmış olan yedek pusula ile reçineli bohçalar içindeki kağıtlar. Biraz bencilce olsa da, orada bir de kaptan cepkenimin yedeğini bulunca çok sevinmiştim.

Parçalanmış bir ambar köşesinde kalakalmış olan dolu şarap fıçılarından birini çıkardığımızda, herkes neredeyse keyfinden uçacaktı. İçine deniz suyu karışmış olduğunu anladığımızda pek bozulduk. Biri, “Ayıramaz mıyız acaba?” demez mi?.. Nasıl güldük, nasıl güldük, bilemezsin.»

«Geminin durumu çok mu kötüydü?»

«Berbattı. Uzaktan bakınca sanki sağlam izlenimi veriyordu ama senin şu onarılan enkazdan çok daha kötüydü. Gövdenin birçok parçası kopup gitmişti. Parça parça kıyıya çektik. Bu iş günlerce sürdü. Bereket o sıralarda hava iyiydi. Deniz de pek dalgalı değildi. İşimiz yolunda gitti.

Tüm bunlardan sonra da elbette geminin artıklarından eldeki olanaklarla bir başka tekne yapma faslı başladı. Hani geminin tipini hayli farklı bulmuştun ya... İşte ondan ötürü.»

«Gerekli alet ve edevat işini nasıl hallettiniz.?»

«Elimize ne geçebilmişse onunla yaptık. Bir taşın ortasını delip sopa geçirerek çekiç imal etmek gibi işler bile yaptık. Ne yaptıysak, elbette ancak olabildiği kadar. Üstelik kış aylarında çalışmak hemen hemen olanaksızdı. Zaten bu yüzden iş uzun sürdü. Tekneyi kim bilir hangi kıştan sonra yüzdürebildik.

Belki sen en zor işin tahta parçalarını birleştirip çakabilmek olduğunu sanabilirsin ama değil... Asıl sorun, gövdeyi iyi kötü toparlarken, sızdırmazlığını sağlamaktı. Dere kıyısında yetişen, kamış gibi bitkilerden yararlandık. Onların kabuğunu soyduğun zaman içinde yapışkan bir zar çıkıyor.»

Henry, bunları dinleyince, Venediklilerin sadece iyi birer denizci olmakla kalmayıp, aynı zamanda gemi inşa işinde de pek hüner sahibi olduğunu anladı. Bunu açıkça söyledi.

Nicolo «Öyleyizdir.» diye yanıt verdi.

Henry’nin durup dururken bir de geminin savaş toplarının ne olduğunu, nereye gittiğini soracağı tuttu.

Nicolo «O sırada bu hiç aklıma gelmedi doğrusu.» dedi. «Sadece geminin artıklarını toplayıp, işe yarayanları kullanmaya bakıyorduk. Francesco’ya dönüp İtalyanca «Sen bu konuda bir şey anımsıyor musun?» diye sordu.

Francesco, «Tanrım, bir de onu mu düşünecektik?» dedi. «Bize ne!.. Denizin dibini boylamışlardır.»

Henry’nin sormak istediği daha birçok şey vardı. Bunlardan biri de, orada insan görüp görmedikleriydi.

Nicolo, «Aslında o konu da öncelikle Francesco’nun bilgi ve deneyim alanına girer.» diye yanıt verdi.

Francesco, adının geçtiğini duyup, Nicolo’ya «Ne olmuş?» diye sorunca, Nicolo ona «Bir şey olduğu yok. Oradayken senin yerliler ile nasıl karşılaştığını, onları nasıl korkutmuş olduğunu anlatacaktım.» dedi. «İstersen doğrudan sen, kendin anlat.»

Bu işten çok hoşlanan Francesco ayağa kalktı. Biraz işaret biraz İtalyanca, yerliler ile nasıl karşılaştıklarını anlattı.

«Zaman zaman içerilere doğru da keşif gezileri yapıyorduk. Garip hayvanlar gördük; çoğu ağaçlarda yaşayan kemirgenler. “Anlaşılan buralarda insan yok.” diyorduk. Yanılmışız.

Bir gün uzakta onları gördük. Hemen siper aldık. Nasıl bir tavırla karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Üzerimize saldırırlarsa, kendimizi korumakta aciz kalabilirdik. Aynı anda onlar da bizi görmüş, sipere yatmıştı.»

Francesco yere yatıp, nasıl yaptıklarını gösterdi.

«Uzun bir süre öyle durup bekledik. Ne onlar kıpırdıyordu ne biz... Sonunda ben “Bu böyle olmayacak, bari ilk hareketi biz yapalım.” deyip ayağa kalktım. İki elimi havaya kaldırıp, onlara doğru ağır ağır yaklaşmaya başladım.»

Bunu hareketleriyle öyle güzel, biraz da komik bir tavırla anlatıyordu ki, Henry’nin anlamaması olanaksızdı.

«Hepsi birden ayaklanıp, artlarına bile bakmadan kaçtı. Beş kişiydiler. Yarı çıplaktılar. Ne olmuş yani; biz de yarı çıplaktık.»

Nicolo araya girdi. Henry’ye «Bak şimdi...» dedi. «Adamlar kısa boyluymuş. Francesco ise gördüğün gibi iri. Hele bir de ellerini havaya kaldırınca...» Francesco’nun kollarını yukarıya doğru kaldırttı. «Böyle dev gibi bir şeyi karşılarında görünce, adamların ödü kopmuş.» Kahkahalarla güldü. Yerine dönerken, «Sonra da ne biz onlara yaklaşabildik ne de onlar buna cesaret etti.» dedi.

Francesco sözüne devam etti. «Sipere yatmış oldukları yere gittiğimizde, orada ilginç bir şey bulduk.» diye devam etti. «İnce uzun bir sopa. Mızrak gibi ucu sivriltilmiş. Bu bir silah olsa gerekti. Kaçarken, biri unutmuş ya da elinden düşürmüştü.»

Henry, «Anladığım kadarıyla oradaki insanlar hayli ilkel bir yaşam sürüyor. Öyle mi?» diye sordu.

Nicolo, «Galiba.» dedi. «Pek iyi bilmiyoruz, çünkü nerede ve nasıl yaşadıklarını göremedik. Doğrusu pek de araştırmadık. Gemiyi onarmaya başlayıp da olanaklarımız artınca belki bunu çok daha iyi yapabilirdik ama sanırım istemedik. Zaten bizim için asıl önemli olan da, bir an önce gemiyi bitirip yüzdürerek oradan uzaklaşmaktı.» Şöyle bir durdu. «Önceleri bir an önce diye düşünüyorduk ama sonra gördük ki, bu iş kim bilir ne kadar sürecek. Fakat umudumuzu yitirmedik.»

Francesco, «Sonra...» diye bir başka şey anlatmaya girişti. Yere çöküp, omuzlarını da iyice çekerek iki elini birer boru gibi gözlerinin önüne koydu. Kaçar gibi bir hareket yaptı.

Henry ne demek istediğini anlayamamıştı. Nicolo, «Şunu anlatıyor.» dedi. «Biz kulübeyi inşa edip de gemi yapımı işine giriştiğimizde, ara sıra yerliler batıdaki küçük tepenin üstünden bizi gözetliyordu. Dolayısıyla, şayet bir köyleri falan varsa, herhalde pek uzak bir yerde olmasa gerekti. Fakat her ne zaman içimizden biri onlara doğru birkaç adım atacak olsa, hemen yok oluyorlardı. Yıllarca hep böyle sürdü bu.»

«Desene, orada kendi başınıza on yıl boyunca tam bir ilkel yaşam savaşı verdiniz.»

«Öyle de diyebilirsin ama bu insanın önceki yaşam tarzında alıştığı rahatlıktan ileri geliyor. Şayet o koşullar altında doğup yaşasan, zorluklar sana dokunmaz. Biz ise gemiyi bulduktan sonra aldırmaz olduk; çünkü kurtulma umudu vardı.»

•   * * * * *

Nicolo ile tayfasının Drageo’da yıllarca uğraşarak yaptığı tekne, doğru dürüst bir gemi sayılmazdı. Her şeyi uyduruktu. Ne yelkeni yarardı ne dümeni. Üstelik çok su alıyordu. Bu nedenle hep kıyı kıyı gitmek, durmadan su boşaltmak zorundaydılar. Havayı elverişli bulunca, Drageo’dan Estotilanda’ya kestirme geçmiş, batma tehlikesi atlatınca Nicolo kıyıdan uzaklaşmamaya karar vermişti. Birkaç kez karaya oturmuş, zor kurtulmuşlardı.

Estotilanda’dan Engronelanda’ya ulaşıncaya kadar sürekli kuzeye doğru gitmek zorunda kalmışlar, sonra yine güneye dönmüşlerdi. Bu arada Nicolo Zeno, geçtikleri kıyıların boydan boya haritasını çıkarmıştı.

Ancak tam Engronelanda’ya vardıklarında bir şanssızlık baş göstermiş, üzerinde çalıştığı harita rüzgâra kapılıp uçuvermişti. Sırf haritayı yeniden çıkarmak için geri dönecek değillerdi ya!... Nicolo, bundan böyle, gerekirse sonra birbirine eklemek üzere küçük parçalar çizmeye başlamıştı.

Engronelanda’nın en güneyindeki sivri burundan kuzeye dönerlerken; Nicolo okyanusa doğru acı acı bakmış, yıllar önce yaşamış oldukları o dehşet dolu günler ister istemez bir kez daha gözlerinin önünden akıp geçmişti.

* * * * * *

Nicolo’nun anlattığı hemen her şey Henry’nin çok ilgisini çekti. O da mutlaka gidip oraları görmeliydi. Zaten Nicolo da ona «İnanmıyorsan gidip kendi gözlerinle görürsün.» dememiş miydi? O bir denizciydi; ticaret yapardı. Kendisi ise kimsenin bilmediği o yerlerde neler yapmazdı ki!

Henry okyanusun ötesinde kara olduğuna inanmıştı. Şimdi Nicolo’ya vermiş olduğu sözü yerine getirmesi gerekirdi.

Ona, çoktan unutup gitmiş olduğu bir konuyu anımsattı. «Bil bakalım ben geçen gün niçin seni burada yalnız bırakıp Rosslyn’e gittim?» diye sordu.

Nicolo şaşırdı. Düşündü. Bulamadı. Neden sonra, «Sanırım önemli bir şey getirmek amacıyla gittiğini söylemiştin.» dedi.

«Evet, öyle demiştim. Bir de sana onun ne olduğunu değil ama nasıl bir şey olduğunu söylemiştim.»

«Bilmece mi soruyorsun?... Bilemedim.»

«Peki, onu da anımsatayım. O getirdiğim şeyin seni çok şaşırtacağını söylemiştim.»

«Ha evet! Doğru. Öyle demiştin.»

«Görmek ister misin?»

«Elbette!»

Henry, dolaptan silindir biçiminde bir tahta kutu, içinden bir rulo çıkardı. Nicolo’ya «Gel.» diyerek masanın başına götürdü. Ruloyu açarak masaya serdi.

Nicolo’nun gözleri yuvalarından fırlamış gibi oldu.

Bu, Tapınak Şövalyeleri’nden kalma olup, büyük amcasının belgeleri arasında bulduğu, sonra da fırtınada yitirdiği haritanın tıpatıp bir kopyasıydı.

«Sen... Sen bunu nereden buldun?» diyebildi.

«Çok mu şaşırdın? Rosslyn’den getirdim. Orada böyle bir şey görmüş olduğumu anımsıyordum. Fakat o zamanlar neyin nesi olduğuna iyice bakmamıştım. O0nun için gittim.»

* * * * * *





Sonrası “Henry’nin amirali” başlıklı bölümde…