Kendimizi ne kadar mazlumperver olarak tanımlasak da aslında güce tapma huyumuzun daha baskın olduğuna dair pek çok emare var.
Okulda sınıf başkanları sınıfın en mazlumlarından değil, en güçlülerinden seçilir hep... Topu olan çocuk, mahalle maçında daima santrafor oynar. Hocalar en çok mazlum talebelere yüklenir, talebeler de en çok mazlum hocalara...
"Mazlumun ahının aheste aheste çıkacağına" inanılsa da "güçlünün ahı daha seri çıkacağından" çoğunlukla daha korkutucudur.
O yüzden mazluma acınır, ama sahip çıkılmaz.
Halkın mazlum sempatisine örnek olarak sıkça tekrarlanan Menderes vak'ası, iddia edilen şeyin tam tersine örnektir aslında...
27 Mayıs'ta halk (tarih boyunca yüzlerce örnekte gösterdiği "kadirşinaslığı" tekrarlayarak) "mazlum"u anında damgacının altında terkedip, müdahalecilere alkış tutmak için meydan aramaya koyulmuştur. Daha sonraki darbelerde de bu huyunu yinelemiş, 12 Mart'ta asılan Deniz'lerin, 12 Eylül'de tutuklanan Ecevit'lerin, Demirci'lerin gözünün yaşına bile bakmamıştır.
Haa vefakârdır, o ayrı...
Doğrusu vefa, en gelişmiş duygularımızdan biridir; ama bu, galiba biraz da mazluma attığımız kazıklar karşısında hissettiğimiz vicdan azabını dindirmenin bir yoludur. Demirel sürgünlere gönderilirken kılını kıpırdatmayanlar, sürüldüğü yerde onu gizliden gizliye peynirle sütle besleyerek sinsice özür dilerler.
"Arkanda olamadık, idare et. Durumu biliyorsun. İlerde görüşürüz. O arada sen beslenmene devam et" mesajıdır bu...
Oysa vefa ayrı şeydir, haksızlık karşısında mazlumdan yana olmak ayrı...
Birincisinde ezik bir vicdan azabı vardır; ikincisi bilinçli bir tepki gerektirir.
Toplumsal bilincin yeterince palazlanmadığı topraklarda, iktidar sevdası (daha doğrusu iktidardakilere duyulan sevda) daha ağır basar.
Evde otoriter ana babaya "saygı"yla başlar bu alışkanlık, sınıfta öğretmeni, mahallede bekçiyi de içine alarak basamak basamak yükselir ve en üst katmanlarda tapınma derecesine çıkar.
Tırmanılan her basamakta yan yana mazlumların sırtları dizilidir.