Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Tapınak Yapıldı - 4  (Okunma sayısı 3215 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 29, 2010, 06:24:51 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Bir Diyonisos Zanaatçısı’nı uzun yıllar sürecek, zorluklu, yorucu, belki kimi zaman sıkıcı, insanı usandırıp canından bezdirici, ille de tutarlılık ve direşme ile azimli ve sabırlı olmayı gerektiren bir süreç beklerdi.

Bu süreçte bir çırak, mesleği öğrenerek çalışırken, bir yandan kendi kendisini tanımaya uğraşırdı. Yaptığı iş, buna pek elverişli sayılırdı. Zamanla, alıştıkça, çekiç ve keski tutan elleri âdeta otomatiğe bağlanmış gibi işler, hem taşını yontar hem düşünürdü. O yonttuğu taşın yerine kendisini koyar, kendisi de o taş gibi ham olsaydı üzerinde neler yapılması gerektiğini zihninden geçirirdi. Bu kuruma katılmadan önce doğuştan, ailesinden ya da çevresinden kalma, onların etkisiyle oluşmuş bulunan birtakım hırs ve tutkuları varsa, onlardan sıyrılma yolunu tutması gerektiğini fark ederdi.

Bu her Diyonisos Zanaatçısı için geçerli miydi? Hepsinde böyle mi olurdu?

Orasını bilemem. İnsanların zihinlerine giremem ki. Bunu kimseye de sormadım ama çırak kardeşlerimizle söyleşilerimizde, kendim için geçerli olan bu genellemenin pek de yanılgılı olmadığını anladım. İstisnalar da çıkıyordu elbette ama işte onları hep bir yana bırakmak gerekiyordu. Aynı ağacın aynı dalından kopardığınız iki meyve birbirinin tıpatıp aynısı olmuyordu; kaldı ki bir canlı varlık; kaldı ki insan…

Bu bağlamda kardeşler arasında hayli üstün düzeyde diyebileceğim bir dayanışma da oluşmuştu. Herkes birbirine her bakımdan yardımcı olur, hepsinin önüne ayrı ayrı dikilen engeller el birliğiyle kaldırılırdı. Her biri gönlünde insanın doğası gereği var olan ancak belki toplumunun etkisiyle izini yitirmiş olduğu erdemleri yeniden bulurdu. Bunda karşılıklı ve iyi niyetli eleştirilerin de payı büyük olurdu. Öyle bir an gelirdi ki, kimse onu eleştirmezse “Acaba ne yanlış yaptım da eleştiri almıyorum?” diye sorgulardı kendini.

Bir Diyonisos Zanaatçısı’nın yaşamını kendini toplumdan soyutlamış olarak, toplumun tümüyle dışında, hep bir taş ocağı ya da şantiyede, sadece öteki zanaatçılarla bir arada sürdürdüğünü sanmayın. Sosyal yaşamı da vardı. Ondan, sadece taşı işlemesi değil, insanı anlaması ve onu işlediği taş ile karşılaştırması da beklenirdi. Kim bilir, belki de bu beklenti, kurumun şu ara sıra değindiğim ama ayrıntılarını bilmediğim ezoterik çevredeki öğretisinden ileri geliyordu.

Nitekim bir Diyonisos Zanaatçısı egosunu denetim altına alır, bencilliğini büyük ölçüde giderir, yaşadığı toplumun içine girer, orada başkalarının değerini de kendisi kadar görür, onların yanlışlarını yerine göre tolerans yerine göre hoşgörüyle karşılamaya alışır, eğer kendisi onlarda üstünse onların da kendisi gibi olabilmesi için başarabildiğince destek verirdi. Şayet başkalarına haksızlık eden ya da acı çektirenlerle karşılaşırsa, elinden geldiğince o kişileri doğru ve adaletli yola yönlendirmeye, haklının hakkının haklıya teslim edilmesine çalışırdı. Ezilenlerin dostu olur, acı çekenlerin gözyaşlarını silerdi silebildiğince. Ancak tüm bunlar hiçbir zaman kendisini önemsemeksizin salt başka insanların ve toplumun hizmetine adayan bir kişi olması demek de değildi.

İşte bu süreçte, çocukluk dönemi olarak da niteleyebileceğim önceki yıllarda ne kadar yanlış bir tutum takınmış olduğumun da bilincine vardım. Ağabeyim toprağı sürüyor, tohum ekiyor, suluyor, havalandırıyor, o tohumların yeşermesine, olgunlaşıp gelişmesine, hem yaşam için zorunlu olmasa da pek yararlı bir ürün vermesine hem de ardından ekilecek yeni tohumlar oluşmasına katkıda bulunuyordu. O zamanlar ben bunu anlayamamıştım; yaptığı iş bana çok anlamsız, gereksiz bir uğraşı, boş bir çaba gibi geliyordu. Onun hiçbir şey üretmediğini, bu işi toprağın kendi başına zaten yaptığını sanıyordum. Ne büyük bir yanılgı!... Oysa toprağın kendisine verileni katlayarak geri vermesi için hem ona emanet edilen tohumlara sevgi verilmesi, güven beslenmesi, üzerinde çalışılması, sonra da sabırla beklenmesi gerekiyordu. Bu da bir emekti aslında, başka ne? Tıpkı insanın her tatlı sözünün, her iyi işinin çevresindekilere de örnek olup onların da aynısını izlemeleri suretiyle giderek yayılması, genişlemesi gibi bir olayın sağlanışıydı.

Ancak o bireysel bir çaba sayılabilirdi. Getirdiği yarar da en çok aile çapında geçerliydi.

İnşaat işi ise öyle değildi. Ortaya temeliyle, duvarlarıyla, kemerleriyle, çatısıyla bir bina çıkıyordu. Burada insanın başını sokabileceği bir evden değil, büyük bir yapıttan söz ediyorum. Hiç kimse bunu tek başına gerçekleştiremezdi. Bunun için çok kişinin bir araya gelmesi, elbirliğiyle aralarında iş bölümü yaparak çalışması gerekliydi. Herkes bir başka alanda uzmanlaşıp kendi en iyi bildiğini yapmalıydı. Her birinden daha bilgili, daha becerikli, daha yetenekli, daha güçlüsü bulunabilirdi. Hepsi bir araya getirildiğinde oluşan ortak güç sağlardı o büyük yapıtın gerçekleştirilmesini.

Sonra da o bina, hangi amaçla, hangi işlevi yerine getirmek üzere yapılırsa yapılmış olsun, tek bir aileden çok daha geniş bir kitleye hizmet ederdi. Üstelik bir tarım ürününün yararı genellikle sadece üretildiği yıl için geçerli olup, ertesi yıl bunun yinelenmesi gerekirken, yapılan bir binayı toplum yıllarca hatta kuşaklar boyu kullanırdı. Nitekim bu yüzden yapımı hayli emek harcanmasını gerektirirdi.

Korkarım lâfı biraz uzattım. Diyeceğim o ki, bir Diyonisos çırağının sıkı bir süreçten geçmesi gerekliydi ve bunu başarıyla sonlandırabilirse onu bir ödül beklerdi.

Ben de o süreçten geçtim ve ödülünü de aldım.

Günü geldiğinde, yeteneğimi, mesleğe bağlılığımı, karakterimi, işe katkılarımı ve gelişme gösterişimi göz önünde tutan kalfamın önerisi üzerine, ustam beni de kalfalığa geçirdi.

Ondan sonra da tüm kalfalarına duyurdu: «Artık Yoapert sizinle eşittir. Sizinle aynı haklara sahip olacaktır.»

O öyle demişti ama bu meslekte elbette kıdemli ve daha deneyimli olanlara saygı diye de bir şey vardı. Bu bakımdan kalfalar arasında da ister istemez bir hiyerarşi kurulurdu. Herkes kendi boyunun ölçüsünü bilir, hiç kimse bunu aşmaya kalkışmazdı.

Kalfa olduğumdan ötürü çok sevinmiştim; çok mutlu olmuştum. Sadece bu vesileyle bir de aldığım ücretin artırıldığı ve artık kendime bir eş seçmeyi düşünebileceğim, bir aile kurabileceğim düzeye erdiğim için değil, mesleğimde ilerlemiş, bilgi ve görgülerimi artırarak bu yolda daha da gelişme gösterebileceğimi hem ustama hem kalfalarıma, daha da önemlisi kendime de kanıtlamış olduğum için…

Ancak sevincim de mutluluğum da kısa sürdü; kursağımda kaldı bile diyebilirim.

Çırakken gıpta ile baktığım ve bir gün onlar gibi olmak istediğim kalfa kardeşlerimizin aslında hiç de rahat edemedikleri, o aşamaya getirildikten kısa bir süre sonra kafama dank etti.

Şimdi hem öncekinden daha çok çalışmam hem aklımı daha iyi işletmem gerekiyordu. Üstelik bir de ek yükler üstlenmiştim. Öğrenmiş olduklarımı, bildiklerimi yeni çıraklara anlatıp göstermem, benim gibi onların da becerileri yettiğince yeteneklerini geliştirmelerine katkıda bulunmam gerekiyordu. Ben çırakken kalfalar benim için her ne yapmışsa aynısını… Oysa çırakken onların sizin için yaptıklarını pek fark edemiyorsunuz. Bunu ancak siz de yapmaya girişince anlıyorsunuz. Tıpkı bir öğrencinin öğretmenini pek anlayamadığı ancak kendisi öğretmeye girişince bunun ne kadar zor bir iş olduğunu kavrayışı gibi.

Zor ama zevkli… Hele bir de olumlu karşılık görülürse, çok daha zevkli. Bu da bir üretim işte; pek görünmez, belli olmaz ama ürünü hepsinden daha değerli, Çünkü o ürün İNSAN.

O kadarla kalsa iyi… Bir de çırakların sorunlarını çözmem ve gidermem, ustama karşı ekibimdekilerin eksik ve yanlışlarını örtmesem bile sorumluluğunu üstlenmem gerekiyordu. Daha birçok şey…

Boşuna dememişler “Davulun sesi uzaktan iyi gelir.” diye.

Sakın yanlış anlamayın. Şikâyetçi değildim bundan. Sadece o sıralardaki durumumu belirttim, o kadar. Kalfa olmak, çırak olmaktan zordu. Zaten sonra ona da alıştım. İnsan yaşamda neye alışmıyor ki!...

Daha kalfa olur olmaz, bir gün gelip usta da olabileceğimi düşünmeye başlamıştım. Hiç kuşkusuz, ustalık kalfalıktan da zor olsa gerekti.

Ancak şimdi geriye dönüp size o kalfalığa geçirilişim sırasında ve hemen ertesinde olup bitenleri anlatmak istiyorum. Küçük şeyler gibi görünen ama benim açımdan pet önemli, biraz da duygusal anlar… Bir de ustamın sonraki yaşamımda üzerimde derin iz bırakmış olan o öneri ve öğütleri…



« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:43:56 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
3 Yanıt
5949 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 22, 2017, 11:53:28 ös
Gönderen: Tık-Tik-Tak
7 Yanıt
6905 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2013, 08:12:38 ös
Gönderen: NOSAM33
6 Yanıt
4733 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 08, 2016, 11:05:16 ös
Gönderen: ruzber
5 Yanıt
5138 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2013, 11:18:59 ös
Gönderen: Etimolog
0 Yanıt
2972 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 07, 2010, 02:11:05 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2559 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 13, 2010, 03:40:47 ös
Gönderen: ADAM
5 Yanıt
4269 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2016, 02:54:24 öö
Gönderen: resurrected
0 Yanıt
2694 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 23, 2010, 11:14:59 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2357 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 25, 2010, 04:19:21 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2598 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 27, 2010, 10:54:02 öö
Gönderen: ADAM