Mustafa Kemal’e nasıl bakmalı?
16
KAS
2012
FATİH YAŞLI
Mustafa Kemal üzerine konuşmak, Mustafa Kemal’e bakmak, esas olarak Osmanlı-Türkiye modernleşme süreci hakkında konuşmak, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine bakmak demektir. Mustafa Kemal bu sürece damgasını vurduğu, bu sürecin en önemli ismi olduğu için değil sadece; bizzat Mustafa Kemal’in kendisinin Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin bir ürünü, bir çocuğu olması nedeniyle de, yani aradaki karşılıklı kuruculuk/var edicilik ilişkisi nedeniyle de böyledir bu. Bizim modernleşme serüvenimiz Mustafa Kemal’i yaratmış; Mustafa Kemal de o serüvenin kahramanı, esas faili ve kurucu öznesi olmuştur, böyle diyebiliriz.
Mustafa Kemal dünyaya geldiğinde, yani 1881’de, Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde bir yarı-sömürge halline gelmiş durumdadır. Kapitülasyonlar ve serbest ticaret anlaşmalarıyla Batılı devletler Osmanlı pazarlarını ele geçirmiş, yerli üreticiler Batı’yla eşitsiz bir rekabet ilişkisi içerisine girmiş ve bir tarım ülkesi olan Osmanlı’nın sanayileşmesi daha baştan imkânsız hale gelmiştir. Buna mali krizler ve alınan dış borçlar da eklendiğinde, bağımsızlık kâğıt üzerinde devam etmekle birlikte iktisadi ve siyasi bağımsızlığın fiilen yitirilmesi kaçınılmaz hale gelecektir.
DEVLET NASIL KURTARILIR?
Mustafa Kemal ve kuşağı sadece imparatorluğun bir yarı-sömürge haline gelişine değil, yükselen milliyetçilik hareketleriyle birlikte imparatorluk içindeki farklı etnik grupların bağımsızlıklarını ilan edişlerine ve kendi ulus-devletlerini kurmalarına da tanıklık etti. Bu tanıklık, yarı-sömürgeleşmeyle birlikte imparatorluğun kendi çöküşüne doğru hızla yol aldığını onlara da gösterdi ve kendilerinden bir önceki kuşağı oluşturan Genç Osmanlılar’ın da sorduğu esas soruyu kendilerine sormaya başladılar: “Devlet nasıl kurtarılır?”
Genç Osmanlılar’dan İttihat Terakki’ye ve oradan da Kemalistlere uzanan çizginin bu soruya verdiği ortak yanıt tek cümleyle söylendiğinde “Batı gibi olmak”tı ve Batı gibi olmak arzusu beraberinde birtakım yönelimleri benimsemeyi de getirecekti. 19.yüzyıl boyunca ve 20.yüzyılın başında Osmanlı-Türkiye aydını ve elbette ki Mustafa Kemal bu nedenle pozitivist ve sosyal Darwinist bir tutum içinde oldu, Osmanlı-Türkiye modernleşmesi büyük ölçüde pozitivizm ve sosyal Darwinizm üzerinde yükseldi.
Pozitivizm, “düzen içinde kalkınma”nın mümkün olduğunu, tıpkı fizik bilimlerinin olduğu gibi toplum bilimlerinin de geleceğe ilişkin kestirimlerde bulunabileceğini ve bu kestirimler doğrultusunda uygulanacak politikalarla bir “toplum mühendisliği”nin hayata geçirilebileceğini iddia ediyordu. Toplumların, onlar için en iyisini bilen elitler tarafından kontrollü ve “bilimsel” bir şekilde dönüştürülmesi ve ilerlemenin böyle sağlanması fikri, gezegen ölçeğinde yaşanan bir kaos konjonktüründe, devleti kurtarma misyonunu üstlenmiş dönemin elitleri ve elbette ki Mustafa Kemal için son derece cazip bir nitelik taşıyordu.
Benzer bir şekilde, Darwin’in doğal ayıklanma teorisi, uluslararası ilişkiler alanına uyarlanıyor ve “milletlerin mücadelesi”nde sadece en güçlü olanların ayakta kalabileceğine inanılıyordu. Güçlü olabilmenin yolu ise etnik ve kültürel açıdan olabildiğince homojen bir niteliğe sahip ve her organın kendi üzerine düşen vazifeyi yerine getirdiği, sağlıklı bir bedene benzeyen organik, dayanışmacı ve sınıf çelişkilerinden azade bir ulus-devlet yaratmaktan geçiyordu. Tam da bu nedenle, birer burjuva milliyetçisi olan İttihatçılarla Kemalistlerin ve elbette ki Mustafa Kemal’in kendisinin, burjuva milliyetçiliği açısından zamanın ruhunu teşkil eden pozitivizmi ve sosyal Darwinizmi iştiyakla sahiplenmiş olmaları bugünden geriye doğru bakıldığında hiç de şaşırtıcı görünmüyor.
KADERLERİN KESİŞMESİ
Mustafa Kemal’in hayatı ve içerisinde yer aldığı olaylar, imparatorluğun 19.ve 20.yüzyıldaki kaderiyle birçok noktada kesişir ve yazının başında söylediğimiz üzere, Mustafa Kemal hakkında konuşmak bu kader hakkında da konuşmak demektir.
1908 devrimine karşı girişilen ve tarihe 31 Mart Vakası olarak kaydedilen karşı-devrimci ayaklanmayı bastırmak için Selanik’te toplanıp İstanbul üzerine yürüyen Hareket Ordusu içerisinde Mustafa Kemal de vardır. Ordu isyanı bastıracak, Abdülhamit’i tahttan indirip 30 yıllık saltanatına son verecek ve İttihat-Terakki’nin 1.Dünya Savaşı bitene kadar devam edecek olan fiili iktidar yılları başlamış olacaktır.
1911 yılında İtalya Libya’yı işgal ettiğinde Mustafa Kemal direnişi örgütlemek için Bingazi’ye ve ardından Derne’ye gidecek, buradaki aşiretlerle birlikte İtalyan işgalciliğine karşı savaşacaktır. O Libya’dayken ise Balkan Savaşları başlayacak, savaşın neticesinde Mustafa Kemal’in ve İttihatçıların önemlice bir bölümünün doğup büyüdüğü ve imparatorluğun en zengin ve gelişmiş bölgelerini teşkil eden topraklar elden çıkacaktır. Mustafa Kemal’in ve çevresindekilerin Anadolu’yu elde kalan son toprak parçası ve ne pahasına olursa olsun yitirilmemesi gereken bir kale olarak görmelerinin kökeninde “vatan” olarak gördükleri Balkanlar’ın bir anda kaybedilmiş olmasının yarattığı travmanın bulunduğunu söylemek mümkün görünüyor. Mustafa Kemal’in adının ilk kez kamuoyu tarafından duyulduğu Çanakkale Savaşı ve yapılan savunma, bu kale algısını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Mustafa Kemal, 1914-1918 yılları arasında 1.Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde savaşır. Savaşın ardından gelen işgal yıllarında ise önce saray ve hükümet çevrelerinde kendisine bir politik ikbal inşası çabasına girer; ancak bunun mümkün olmayacağını anladığında direniş hareketinin Teşkilat-ı Mahsusa’nın yerel örgütlenmeleri aracılığıyla başladığı Anadolu’ya geçer. Anadolu’daki direniş hareketinin icra ediliş biçimi ve Mustafa Kemal’in direnişin tek adamı haline gelişi, onun sadece askeri açıdan değil siyasi olarak da bir “deha” olduğunu gösterir. O, Machiavelli’nin Prens’inin 20.yüzyıldaki somutlaşmış halidir adeta: İktidarı ele geçirmenin ve orada kalmanın sanatı olarak Makyavelizm! Biraz mübalağa ederek söyleyecek olursak, Mustafa Kemal’i illaki bir –izm’le irtibatlandırmak gerekirse, ona en çok yakışan, Kemalizm’den ziyade Makyavelizm olacaktır.
Savaştan sonra gerçekleştirilen “inkılâp”lar ise, yaklaşık yüz yıldır devam etmekte olan Osmanlı modernleşme sürecinin mantıksal sınırlarına doğru genişletilmesi olarak görülmelidir elbette ve bu açıdan bir süreklilik ilişkisinden söz etmek mümkündür ama bu aynı zamanda bir kopuştur da. 1923’ün 1908 burjuva devriminin devamı olduğunu söyleyebiliriz: Feodalizmden kapitalizme, teokrasiden sekülarizme ve monarşiden cumhuriyete geçiş. “Milli burjuvazi”nin yaratılmasıyla ulus inşası, burjuva modernleşmesinin doğasına uygun olarak birbirine paralel bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, sola zerk edilen liberal virüsün de etkisiyle şimdilerde inkâr edilse de, 1923 tarihsel olarak bir ilerlemedir de aynı zamanda.
BUGÜN MUSTAFA KEMAL
2012 yılında Mustafa Kemal’den söz etmenin nasıl bir anlamı vardır, daha doğrusu herhangi bir anlamı var mıdır? 10 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin 1923 paradigmasını tasfiye edip yerine yeni bir rejim inşa etme siyaseti, Türkiye’deki kutuplaşmanın taraflarının bir kez daha muhafazakârlarla Kemalistler olarak şekillenmesini sağladı. Cumhuriyet Mitingleri ve sonrasındaki Ergenekon süreciyle devlet alanından tasfiye edilen Kemalizm, bugünlerde, kendisini sokakta temayüz eden ve “sivil” bir politik güç olarak yeniden konumlandırmaya çalışıyor. Hal böyle olunca politik ve tarihsel bir figür olarak Mustafa Kemal üzerine yapılan değerlendirmeler de taraflar arasındaki mücadelenin gerçekleştiği boyutlardan birini teşkil ediyor.
Yeni bir cumhuriyetten, üçüncü ve elbette ki sosyalist bir cumhuriyetten söz eden solun, Mustafa Kemal’e bir hamaset edebiyatıyla yaklaşmaması gerekmektedir elbette ama onu liberal-muhafazakar söylemin ideolojik cephaneliğinden devşirilmiş “jakoben, vesayetçi, elitist vb.” argümanlarla eleştirmenin de bir anlamı bulunmamaktadır. Solun, Mustafa Kemal’e bakışını esas olarak belirlemesi gereken şey, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine bakışı olmalıdır, yola oradan çıkılmalıdır. Yani Mustafa Kemal’den Osmanlı-Türkiye modernleşmesine değil, Osmanlı-Türkiye modernleşmesinden Mustafa Kemal’e gitmek, oradan bakmak. Bu sürecin tarihsel materyalist bir bakış açısıyla analizi, Mustafa Kemal’in de analizi anlamına gelecektir ve bu, aynı zamanda günümüz Türkiye’sinde alınacak politik tutumu da belirleyecektir. Yapılması gereken, bugüne doğru şekilde müdahale edebilmek için, geçmişle bugün arasında tarihsel ve maddeci bir bağlantı kurmaktır