Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: SİMGELER, ALEGORİK HİKAYELER, GİLGAMEŞ VE YORUMLARI  (Okunma sayısı 5058 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 28, 2011, 08:51:17 öö
  • Ziyaretçi

[size=12pt]SİMGELER, ALEGORİK HİKÂYELER, GİLGAMEŞ VE YORUMLARI

Simge ve alegoriler:
Antik Helence üretilmiş bir kelime olup; yakıştırmak, yansıtmak, benzetmek, bir araya toplamak anlamındadır. Simgeler her ne kadar belli bir şeyi gösteren işaret anlamını içerse de esas anlamda; soyut bir kavramı temsil eden somut bir şekil (nesne, işaret, söz, hareket vs) olarak tanımlanmalıdır.

Simgesellik ise; düşünceleri ve kavramları anlatmak üzere simgeler tasarlama, bu şekilde meydana gelen simgeleri irdeleyerek anlamlandırma uğraşısıdır.

Alegorik hikâyeler (efsaneler, destanlar)  ise; bir düşüncenin ya da kavramın doğrudan anlatılmayarak, hiç ilgisi yokmuş gibi görünen örneklerle ve başka türlü söz ve ifadelerle anlatılmasıdır.

Her devrin, her kültürün kendine has hikâye, efsane, destan gibi derin anlamlar içeren alegorileri vardır. Alegorik hikâyelerde önemli olan, anlatılan öyküdeki olayların gerçekte yaşanmış olup olmaması ya da, yaşanmış bir olayın zaman içinde abartılarak insan zihnine ve arayışlarına göre değiştirilerek gerçek dışı bir hale getirilmesi değil o öyküden felsefi paylar ve anlamlar çıkartılmasıdır. Bunların çoğu evrensel ahlak ve erdem öğütlerini içerir ve ona göre anlamlar çıkarılır.

Simgeler, simgecilik ve alegorik hikâyeler insanlığın var oluşundan beri vardır. İlk insanların, değişik yerlerde mağara duvarlarına çeşitli anlamlara gelen resim, çizi ve işaretler koydukları bilinmektedir. Piramitlerde, birçok antik devir sanat eserlerinde, dinlerde simgeler bulunmaktadır.  Yüzyıllar boyunca çağdan çağa, ağızdan ağza geçtikten sonra değişebilen ancak güncelliğini yitirmeyen simgeler ve alegorik hikâyeler mevcuttur. Bunların çoğu çok eski devirlerden intikal eden ayni kaynaklardan gelse de mitolojiler, tarikatlar, dinler, devletler, açık ve kapalı cemiyetler tarafından ayni veya benzer, hatta çok değişik anlamlarda kullanılmışlardır.

Örneğin “göz” Eski Mısır’da Tanrı’yı simgeler. Bektaşilikte vicdanın simgesi olarak yorumlanır. Hıristiyanlıkta ise bulutlar arkasından bakan ve her şeyi gören Tanrı’nın gözüdür. Sümerlerden, Asurlulardan hatta onlardan da öncesinden, binlerce sene evvelden bu güne gelerek çeşitli kültürlerde oluşturulmuş ve halen de kullanılan çeşitli simgeler arasında gözü simgeleyen nazar boncukları buna sadece bir misaldir.
Metafizik düşünülerde simge ve alegoriler, daha çok görünmeyeni dile getiren mistik tanımlamalara yol açar.

Simge, simgecilik ve alegorik hikâyelerde önemli olan ve felsefi açılımlara yol açarak insanı geliştiren, onların iletmek istediği mesajlar ve onlardan çıkarılacak kişisel yorumlardır. Bunlar kişiden kişiye değişebilecek göreli kavramlardır. Devirden devire de değişebilir. Bunlar kesin çizgilere alınmaya kalkılırsa doğma olur ve felsefi düşünüyle birlikte geliştirici niteliğini yitirir. Bir devirde doğru olan veya bir kişi için doğru veya yanlış olan, bir başka devirde ve başka görüşlerde, doğru veya yanlışlara yol açabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu şekilde simge ve alegorilere getirilecek özgün yorumlar insanı geliştirir ve fikren ileriye götürür. Bu bir başka açıdan insanların geçmiş yorumlarının bilgisi ve ışığı altında, onlara yeni anlamlar verilmesini, çağdaşlığa uyumu sağlayarak durağanlığı önler.

Simgeleri ve alegorik hikâyeleri irdelemeye çalışırken niçin ve nedenlerle felsefenin sonsuz düşünce ufuklarında çok zevkli ve geliştirici gezinti yapılabilir, felsefi bakış açısı kazanılabilir. Zihin devamlı dingin ve devinim halinde tutulabilir.

Eski Roma’da yol kenarlarına konan, alınan yolu gösteren (kalan yolu değil) yol taşları varmış. İşte açıklamaya çalıştığımız bu simgesel ve alegorik düşünce yolculuğunda, insan her etapta, önüne birçok sonsuz yollar açıldığını görebilir. Esasında bu hiç ulaşılamayacak olan bilgelik yolu yolculuğudur. Her simgesel yol, etap ve yorumda önünüzde giden, kendini geliştirmiş ve yol gösteren rehberler bulunabilir. Bunların en önemlisi de kitaplar. Onlardan ışık alınabilir. Arkadan gelenlere de siz ışık verebilirsiniz. Bu ne görkemli yolculuktur.

Simge ve alegorilerin bir başka yönü de akılda yer edebilmeleridir. İnsan zihni bunları düşünmeye bile yer kalmadan doğrudan bilinçaltını etkileyerek algılar.
 
Hikâyelerde yas ve sevinç gibi yaşamın özü konular işlenir. Sonunda insanın ölümlü, insanlığın ölümsüz olduğu sonucu vurgulanır. Bunlar kuşaktan kuşağa geçen zincir halinde gelişerek bu günlere gelirken, olumlu irdelemeler, insanın içindeki iyiliği ve en güzel şeyleri toplum yararına açıklama yolu açar.

 Ancak simge ve alegorilerin açılımları saçma sapan da olmamalıdır. Eskilerin “Zırva tevil götürmez” lafı vardır. Yani saçma şeyin açıklaması olmaz anlamında. İrdeleme ve yorumlar akıl, bilim ve felsefenin ışığında, bilgelikle yapılmalıdır. Bu açıdan simge ve alegorik hikâyenin kendisi önemli olmayıp, önemli olan onun iletmek istediği veya iletilmesi gerektiği mesajlardır ve yorum önemlidir.

Alegorik hikâyelerin (destan, efsane, masal vs.) ana teması ölüm kurgusuyla yaşamı irdelemeye dayanır. Asırlar boyu çemberi aşmak isteyen insan aklı, yarattığı kahramanlarla, ölümsüzlüğü ve idealini yakalamaya çalışmıştır. Bu arayış içinde ölümden ölümsüzlük yaratmaya çalışmışlardır. Canavarlar öldürülmüş, iyi insanların ise ölümünden yeni hayatlar fışkırmıştır.

Gilgameş:

Burada konu edeceğim destan Sümerlilerin bundan binlerce yıl önce yaşamış olan kahraman kralı Gilgameş’in serüvenlerini kapsayan bir öyküdür.

Gilgameş muhtemelen yaşamış olan bir Sümer kralıdır. Taş yazmalardan bu anlam çıkmaktadır. Ama hayali de olabilir. Sümerlerden evvelki efsaneler Sümerlerle daha gün yüzüne çıkmıştır. Gilgameş destanı da daha sonraki dinleri ve kültürleri etkilemiştir.  Özellikle Tufan bölümü Tevrat’ta en geniş yerini bulmuş, diğer din kitaplarında da tufan konusu işlenmiştir (Nuh Tufanı). Antik devirlerdeki Diyonisos, Oziris, Hermetizm ve diğer ezoterik inisiyelerde de benzer konular işlenmiştir. Bunların ana konuları hep birbirine benzemektedir.

Gilgameş, Uruk şehrinin kralıydı. Uzun siyah saçları, kırlaşmış sakalı ve bıyığı, uzun boyu, kaslı ve iri gövdesi ile yakışıklı ve güçlü biriydi. Halkı onu kendilerinden üstün görerek onun üçte ikisinin tanrı ve üçte birinin de insan olduğuna inanıyorlardı.

Onun kral oluşuna dair garip bir öykü vardı. Babası kendinden iki önceki Uruk Kralı olan Emmerkar imiş. Bir falcı krala, bir gün kızının bir oğlu olacağını, büyüdüğünde kralı, yani dedesini öldürerek krallığı elinden alacağını söyledi. Bunun üzerine Kral, kimseyle beraber olmaması için, kızını bir kuleye kapatmış. Tüm önlemlere ve bekçi koymasına rağmen, kızı gene hamile kalmış ve oğlu olmuş. Kralın adamları ve bekçi ölüm korkusundan çocuğu kuleden aşağı atmışlar. O sırada çocuğun düştüğünü gören kartal onu sırtına alıp kurtardıktan sonra bir hurma bahçesine bırakmış. Bunu gören bir bahçıvan çocuğu alıp evine götürmüş. Karısı ile ona çok iyi bakmışlar. Ona “her şeyi gören ve bilen” anlamına gelen “Gilgameş” adını vermişler.

Gilgameş büyüyüp delikanlı olunca oradan ayrılmış. Yazmayı, okumayı öğrenmiş. Diyar diyar dolaşmış. Kendini geliştirmiş. Sonunda Uruk’a gelmiş. Onu görenler yabancı olduğunu anlayıp merakla peşine takılmışlar. Meydanda toplanan halk, onun görünüşünden etkilenmiş ve onu kral yapmaya karar vermişler.

Uruklular zamanın en medeni insanlarıymış. Fırat ve Dicle nehirlerine kanallar açmış, bağlar, bahçeler kurup ekinler yetiştirmiş, hayvancılık, ticaret vs de çok ileri gitmişlerdi. Tekerleği, sabanı, yazıyı bulmuşlardı.

Bu zenginlik etraflarındaki ilkel halkları kıskandırmış. Bunlar ölülerini gömmeyi bilmiyor, etleri çiğ çiğ yiyor ve çok ilkel yaşıyorlardı. Sık sık da Uruk’a saldırıp kan döküyorlarmış.

Gilgameş bu saldırılardan korunmak için şehri yüksek duvarlarla kuşatmaya koyulur. Bunun için bütün şehrin erkeklerini gece gündüz demeden çalıştırmış, bütün zorluklara dayanmış, binlerce tuğla pişirtmiş. Görenler böyle bir duvarın nasıl yapıldığına inanamamışlar, tanrılar tarafından yapıldığını sanmışlar. İlkel kabilelerle savaşmış ve onların tehlike yaratmasını önlemiş. Şehir kısa zamanda güzelleşmiş ve sanki cennetten bir köşe olmuş.

Buna rağmen Gilgameş bir türlü yaptıklarıyla yetinemiyor, halkı için daha yararlı şeyler yapmak istiyormuş.
“Nasıl olsa herkes gibi ben de öleceğim, sonum gelmeden onlara hizmet etmeliyim, onları refaha kavuşturmalıyım, ayrıca adımı da yaşatmalıyım”  diye düşünüyormuş.

Bir gün aklına geleni paylaşmak için değerli arkadaşı Ekindu’yu çağırır. Ona heyecanla, sedir ormanlarını bekleyen, ölümsüzlük ülkesi denilen yerdeki canavar Humbaba’yı öldürmek istediğini söyler. Çünkü o ejder halkının ormandan yararlanmalarını engelliyormuş. “Sevgili arkadaşım, biliyorsun insanlar durmadan ölüyor. Yaşam ölümlü. Bizim ne zaman öleceğimizi Tanrılarımız tuğlamıza yazmışlar. Ölüm zamanı gelmeden önce ülkeme ve insanlarımıza yararlı bir iş yapmak istiyorum. Bu suretle öldükten sonra adımın unutulmamasını da sağlamış olurum” der.
Ekindu buna şaşkınlıkla karşı çıkar. Ayni zamanda şehirdeki ileri gelen yaşlılarının da buna karşı çıkacaklarını söyler. O canavarın saldırışının bir tufana benzediğini, onunla savaşmanın imkânsız olduğunu hatırlatır. Gilgameş buna “Ne garip, yaşlılar ölümleri yaklaşınca daha çok ölümden korkar oluyorlar. Şayet beraber olur el ele verirsek, karşımıza ne çıkarsa onu alt edebiliriz. İki katlı ip kopmaz. ” diye cevap verir.

Ekindu “Öleceğimi bilsem seni asla yalnız bırakmam” diye konuşurlar.

Gilgameş bundan çok duygulanır. Gerçek arkadaşlığın bu olduğunu düşünür.

Arkadaşı Ekindu’nun da hikâyesi şöyleydi: Bir gün ormanda avlanan bir avcı, hayvanlarla dolaşan bir vahşi insan görür. Bu hayvanların yediklerini yiyen ve onlar gibi hareket eden bir vahşi imiş. Avcı durumu babasına anlatır. Babası da Gilgameş’in çok yalnız olduğunu, bu güçlü kişinin ona arkadaşlık edebileceğini düşünür. Onu eğitmek için de Tanrıça İanna’nın tapınağına giderler. Durumu anlatırlar. Başrahibe de onlara erkekleri cinsel yönden eğiten ve ayrıca yetiştiren Şamhat’ı görevlendirir. Şamhat harika bir kadındır. Ekindu onu görür görmez âşık olur. Ona sarılır, hayvanları bırakır ve rahibenin dizinin dibinden ayrılmaz.

Şamhat ona “kırların adamı” anlamına gelen Ekindu ismini verir. Getirdiği giysileri giydirir. Ona medeni bir insan görünümü kazandırır. Sevmeyi, sevişmeyi, konuşmayı öğretir. Ona yararlı bilgiler verir. Sonra onu şehrin meydanında Gilgameş ile karşılaştırır. İkisi de yiğit ve güçlülerdir. İlk anda birbirlerini kıskanırlar ve dövüşe girişirler. Ancak ikisi de birbirlerini yenemeyeceklerini anlayınca, dövüşten vazgeçip dost olurlar. Ondan sonra aralarında sarsılmaz bir arkadaşlı başlar. Daha sonra da ejder Humbaba’yı öldürmek için yola çıkarlar. Gilgameş’in annesi onların arkasından tütsüler yakar. Tanrılara dualar eder.

Her ikisi de önlerinde aşılması gerekli yedi dağı aşarlar. Yolda bin bir zorlukla karşılaşırlar. Ejdere rastladıkları sırada tanrılar büyük bir fırtına çıkarır. Gilgameş de bundan istifade ederek ejderi kıskıvrak yakalar. Bağlayıp Uruk’a götürürler Bu zafer onların ününe ün katar. Tanrı ve tanrıçalar da onu kutsarlar.

Bu olay Gilgameş’in ününe ün katmıştı ama onun başına bela da getirmişti. Tanrıça İanna ona âşık olur. Ona evlenme teklif eder. Gilgameş bu teklifi reddeder. Tanrıça da bunun üzerine, çok güçlü olan “Gök Boğasını” ona musallat eder. Boğa insanları öldürmeye ve önüne ne gelirse yok etmeye başlar… Sonunda Gilgameş, Ekindu ile birlikte onu da öldürür ve ününe yeni ünler katar.

Bir süre sonra Ekindu hastalanır ve ölür. Gilgameş acılar içinde kalır. Tepinir, dövünür, saçlarını yolar. Halkını toplayıp acılarını anlatır. “Ekindu bana candan arkadaştı. Bundan dolayı bir kadın gibi ağladığım için ayıplamayın beni. Kadın erkek herkesin acı karşısında ağlamaya, sevinmeye, zamanında gülmeye hakkı var. Mademki tanrılarımız o hissi bize vermiş, niçin onu kullanmayalım. O artık beni duymuyor. Kalbi çarpmıyor.” Diye söylenerek ağıtlar yakar. Onun adına anıtlar diktirir.

Gilgameş tanrılara yalvarıp Ekindu’yu toprak altından çıkararak görüşmesini temin etmelerini ister. Tanrılar kısa bir süre için toprak altında bir delik açıp, birbirlerinin görüşmesini temin ederler. İki arkadaş büyük bir sevgiyle birbirlerine sarılırlar. Gilgameş bir ara Ekindu’dan yer altı dünyasından söz etmesini ister.

Bunun üzerine Ekindu “Sevgili kardeşim, hatırlatma bana onları. Elimi sürmeye kıyamadığım o güzel vücudumu şimdi yer altındaki böcekler, kurtlar kemirip duruyor. Beğendiğin, sevgi ile okşadığın başım bir çamur teknesine döndü. Oradakilerin gıdası toz toprak…” der.

Gilgameş bunları dinlerken büyük bir ürperti geçirir. Arkadaşı için üzülürken, birden kendi ölümünü düşünmeye başlar. Bu ürküntüyle “Hayır ben ölmemeliyim, ne yapıp edip ölümsüzlüğü bulmalıyım.” Diye iç geçirir ve ölümden korktuğunu kendi kendine itiraf eder.

Gilgameş artık hep kendi ölümünü düşünür. Bunun üzerine ölümsüzlüğü aramaya karar verir. Bunun için yollara koyulur. Dağlar tepeler aşar. Bin bir sıkıntı çeker. Perişanlıklara göğsünü gerer. Bu arada “Bizi yaratan tanrılar, neden bizi öldürüyorlar! Neden insanlara acı çektiriyorlar! Oysa bir insan başkasını öldürünce neden onu cezalandırıyorlar!” diye sık sık derin düşüncelere dalar.

Yolda giderken bir gün rastladığı bir bilge kadın ona “Ah Gilgameş! Ele geçirmene imkân olmayan ölümsüzlüğü bulmak için bu kadar sıkıntıya girmek ha! Yazık olmuş sana! Tanrılar insanları yarattığı zaman ölümü de onlara vermiş. Bulamayacağın ölümsüzlüğü aramak için kaybettiğin zamana yazık olmuş. Sana verilen bu yaşamın tadını çıkarmaya bak! Gece gündüz keyiflen. Gününü üzüntüyle değil sevinçle geçirmeye çalış. Ye, iç, çal, söyle, dans et, yıkan, güzel giysiler giy. Yaşamına yaşam kat. İnsanlığın kaderi bu!” Diye öğüt verir.

Yolda rastladığı bir başkası ona tufandan bahseder. Buna göre: “Tanrılar bütün yarattıkları yok etmeye karar vermişler. Ancak dua ettiğimi görünce; hemen git ve eni boyu eşit bir gemi yap, dediler. Bunun üzerine gemiyi yaptım ve içine akrabalarımı hayvanları ve sanatçıları aldım. Fırtına ile birlikte hemen gemiye girip kapısını kapattım. Fırtınanın şiddetinden yer gök inliyordu.  Bütün tanrılar yarattıklarından intikam alır gibiydiler. İnsanlar ve eski çağlar birden çamura döndü. Altı gün yedi gece fırtına gürledi. Tufan suları ülkeyi tümüyle kapladı. Yedinci gün fırtına dindi. Ben böylece ölümsüzlüğü kazandım. Sen de bu yola baş koydunsa, gölün içinde, en derin yerde dikenli bir ot var. İşte bu bitkiyi yersen yeniden gençleşeceksin.”

Gilgameş bunun üzerine dikenin olduğu bölgeye gelir. Ayağına taş bağlayıp suyun derinlerine dalar. Dikeni bulur. Dikeni çıkarmak kolay olmaz, her tarafı kanlar içinde kalır. Kopardıktan sonra içi rahat etmez.. “Ben tek başıma gençleşmişim neye yarar. Arkadaşlarım ihtiyarlayacak. İyisi mi dikeni sarıp şehre döneyim ve onu etrafımla paylaşayım” diye düşünür. Otu sararak dönüş yoluna koyulur. Yolda serinlemek ister ve dikeni bir kenara koyup suya dalar. O sırada bir yılan gelerek otu yer...

Gilgameş çılgına döner. “Bunun için mi bunca sıkıntıları çektim! Bunun için mi onca sıkıntılara katlandım! Kanımı onun için mi akıttım! Demek tanrıların koyduğu kurallar değişmiyor” diye düşünür. Bunun üzerine çaresizlik içinde tekrar Uruk’a döner ve orada ölür. 

Gilgameş Destanının felsefi açılımları:

İlk bakışta basit ve saçma gibi görünen Gilgameş Destanında da her destanda olduğu gibi sevgi, aşk, nefret, kavga, acı, korku kısaca tüm insanlığa ve yaşama has özellikler var. Onun için bugün de konusu güncelliğini muhafaza ediyor. Bu arada eski yaşamlar ortaya çıkıyor. O devir hakkında bilgiler edinilebiliyor. Cehalet ve aydınlanma birbirini izliyor.

Birçok destanlardaki gibi Gilgameş de geleceğinden korkularak ölüme terk edilen bir çocuk. Onu bulup kurtarıyorlar. O bu öksüzlükten yetişip ders alıyor. Kendini geliştiriyor. O sırada Uruk halkı bir kral arayışı içinde. Gilgameş’i buna uygun görüyorlar... Bu da gösteriyor ki her devirde insanlar bir kurtarıcı arıyorlar. Gilgameş de ülkesine hizmet aşkı içinde. Halkına bir şeyler yapmaya çalışıyor.

Gilgameş halkına hizmet verirken, ayni zamanda yaşamın ölümlü olduğunu, yaşamda kalıcı şeyler yapmak gerektiğini düşünüyor. Esasında “İz bırakanların ölmeyeceğini”  biliyor. Gerçekten iz bırakanlar ölmüyor. Sonuçta Gilgameş’in adı daha sonra taş kitabelere yazılıyor ve bu sayede bu gün bile yaşıyor.

Yaşamın ölümlü olduğunu bilen Gilgameş, halkına yararlı şeyler yapabilmek için ormandaki canavar ejderi öldürmeye karar veriyor. Bu konuyu arkadaşı Ekindu’ya açıyor. Ekindu karşı çıkınca korkunun ecele faydası olmadığını, ölümden daha çok yaşlıların korktuğunu, el ele verirlerse yenemeyecekleri hiçbir şey olmadığını savunarak “İki katlı ip kopmaz” diyor. Burada vurgulanan ise; birlik, beraberlik, Sümer atasözündeki birlikteki kuvvet, arkadaşlık, dayanışma, el ele verme, ölüm korkusunun bir işe yaramadığı, zaten insanların bir gün öleceği, ölüm ve beladan korkarak yaşanmayacağı, ancak ölmeden evvel çok yararlı şeyler yapabileceği gibi etik konular.

Destanda her ikisinin de canavarı yenmek için inançları ve amaçları var. Bu inanç ve amaç onları başarıya götürüyor. İnsanların inançları ve amaçları uğruna çeşitli zorluklardan geçebileceği, kavgalara girebileceği, ancak inandıkları yolda korkusuzca mücadele etmeleri ve bu sayede başarıya ulaşabilecekleri işleniyor. Bu suretle amaca yönelik olarak rotalarında ilerlerken hem zihinsel, hem duygusal enerjilerini birleştirerek büyük enerji kudretine de sahip oluyorlar. Doğalarındaki mücadele gücünü korku ve güvenlik uğruna feda etmiyorlar.

Gilgameş hayatını risk almaktan uzak tutmuyor. Risk almayı reddetmenin onu sıradan bir hayata mahkûm edeceğini biliyor. Hayatını cesareti nispetinde genişletiyor.

Arkadaşı Ekindu yabani bir orman insanıyken onu bir kadın eğitiyor. Burada kadınların şefkati, eğiticiliği ve geliştiriciliği ön plana çıkıyor.
Gilgameş’e bir Tanrıça âşık oluyor. Aşkına cevap alamayınca da Gilgameş’e her türlü belayı getiriyor. Bu da meydana çıkanların ve ön planda olanların, ihanete de uğrayabileceğini gösteriyor.

Olaylar gelişip zaman geçtikçe, amaçları uğruna mücadele ederken acılar da çekiyor. Burada da acıların insanları geliştirdiği, acılardan ders alınması gerektiği işlenmiş.

Gilgameş’in arkadaşı Ekindu’nun ölümünün arkasından ağlayarak; “Kadın erkek herkesin acı karşısında ağlamaya, sevinmeye, zamanında gülmeye hakkı var. Mademki tanrılarımız o hissi bize vermiş, niçin onu kullanmayalım.” söylediğini görüyoruz. Bu da ağlamanın da gülmenin de insani duygular olduğunu ve gizlenmemesi gerektiğini ifade ediyor.

Gilgameş ölümsüzlüğü bulmaya çalışıyor. Ancak gençlik otunu ele geçirdikten sonra onu bir yılana kaptırıyor. Bu da kötülerin ve kötülüklerin yaşam içinde olduğunu, yaşamda sonsuz hiçbir şeye sahip olunamayacağını gösteriyor. Ayrıca kaçtığımız şeylerin bizi yakaladığına güzel bir örnek.

Destanda silahın bir güç olduğu, iyiye kullanılırsa iyiliği hizmet ettiği, kötüye kullanılırsa kötülüğe hizmet ettiği ve onları sembolü olduğu görülüyor. Özellikle orta çağda kılıç bu anlamı içeren simgedir.

Gilgameş ölümsüzlüğü ararken rastladığı bir bilge kadın ona; “Sana verilen bu yaşamın tadını çıkarmaya bak! Gece gündüz keyiflen. Gününü üzüntüyle değil sevinçle geçirmeye çalış. Ye, iç, çal, söyle, dans et, yıkan, güzel giysiler giy. Yaşamına yaşam kat. İnsanlığın kaderi bu!”  Diyerek nasihat ediyor. Bu da yaşamı kötüye kullanmamanın bir başka öğüdü olsa gerek!..

Gene Gilgameş’e yolda rastladığı biri Tufan’ı anlatıyor. Bu da günün birinde kötülerin yok olacağı, iyilerin kurtularak dünyaya yeniden iyilikler geleceği beklentisinin bir örneği.

Gilgameş hayatın amacını yalnızca kendi mutluluğu için düşünmüyor. Mutluluğu insanlığın bilgeliğini kucaklayarak halkına hizmette arıyor.  Bu amaçla uğraşı vererek Uruk’u geliştiriyor, halkını da mutlu ediyor. Hayatının sevincini bu hizmetlerde buluyor. Günümüz siyasetçileri için ne anlamlı bir örnek!

Bir başka açıdan, insan istediği şeyin peşine düştüğünde, ortaya sevgi, tutku ve emeğini koyduğunda, her şey sihirbazın sihirli değneği gibi hal olmaya başlıyor. Öndeki engeller kolaylıkla aşılıyor. Her şey kendi öz hayatını yaşamanın önemine dönüşüyor.

Tüm bu yorumlar sadece bir açıdan irdeleme örnekleri. Ayni konularda çok daha değişik açılımlar da yapılabilir. Bütün bunlar irdelenirken yaşamın felsefesi de yapılmış olur. Bu alışkanlıkla insan felsefi düşünmenin engin yollarında gezinirken, yaşamın değerlerini öğrenerek, önüne çıkan mesajları değerlendirme ve olaylara birçok açıdan bakabilme alışkanlığı kazanabiliyor.

Bu açıdan bakıldığında simge ve alegorilere saçma hikâyeler ve semboller deyip geçmek mümkün değil. Hatta yaşamımızdaki olaylara da felsefi açıdan bakarak, onlardaki mesajlara ve ardındaki gerçeklerin arayışına girebilirsek düşüncelerimizde aşama kaydederek, bakış açımızı genişletmiş oluruz. Önemli olan onlardan insanlığın yararına mesajlar çıkarabilmek.

Sevgi ve Saygılarımla,
HERKÜL [/size]


Eylül 28, 2011, 10:04:53 öö
Yanıtla #1
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Beğenilen her yazı, her çalışma üzerine, beğenmiş olanın ille de bu beğenisini açık bir şekilde dile getirmesi gerekmez. Belki yazana, çalışana özel olarak söyler. Hele yazan, çalışan gerçekten alçak gönüllü ise, böylesini yeğler. Dolayısıyla hem beğeninin belirtilişiyle gönlü okşanmış hem de sonrası için bir isteklendirme (teşvik) almış olur. Bu da ona yeter.

Forumda ben çoğu kez bu yöntemi uygulamışımdır.

Bu forumu sürekli izleyenler, benim biraz zor beğenen, hani eskilerin deyişiyle müşkülpesent olduğumu, yazana/çalışana daha çok eleştiri yoluyla katkıda bulunmaya çalıştığımı  bilir.

Bu uzun girişten sonraü gelelim Sayın HERKÜL'ün bu başlık altındaki yazısına...

Bu şahane çalışmanın neresini eleştireceksiniz?

Ben bulamadım.

Alışmkanlığımı çiğneyerek, Sayın HERKÜL'ün yüzünü kızartmak pahasına bile olsa, bu çalışmayı çok beğendiğimi, bize çok şeylar anlattığını, forumun arşivine değerli bir yapıt katmış olduğunu açıkça belirtmeden geçemedim.

Sağ ol Sayın HERKÜL.

Hatta forumun üyelerinden ya da izleyenlerden başka benzer forumlara da katılanlar, isterlerse, Sayın HERKÜL'ün de izni olursa,  bu çalışma oralara da taşınmalı ve çok daha fazla kişinin bunu okuyarak bilgilenmesi sağlanmalı.
 

« Son Düzenleme: Eylül 28, 2011, 10:08:00 öö Gönderen: ADAM »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 28, 2011, 10:23:18 öö
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

Sayın ADAM,

Naçizane yazım hakkındaki olumlu ifadeniz beni çok mutlu etti ve onurlandırdı... Hatta itiraf etmem gerekirse; bir yandan egolarımı da etkilerken, diğer yandan tevazu boyutlarımı aştığından mahçup bile oldum. Teşekkürlerimi sunarım.

Bu vesileyle, bu formda yazı yazan siz ve sizin gibi değerli kişilerden ışık almak, hiç ulaşamayacağımı bildiğim bilgelik yolundaki gelişmeye yönelik çalışmalarımda bana büyük katkılar sağlayacaktır.

Saygılarımla,
HERKÜL