Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: ARAP DÜNYASINDA (İslâm öncesi) “TAŞ” - 2  (Okunma sayısı 6283 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 12, 2010, 02:20:22 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Kimileri Arap inançlarındaki İslâm öncesi dönemi “yıldızlara tapma” olarak nitelendirir. Bu, İslâm dininin işlevi bakımından yanlış bir saptamadır. Çünkü her kültürde tek bir yaratıcı güce inanılmakta, simgesel açılımları ister onunla temasa geçmek ister inancı güçlü tutmak için değerlendirilmektedir.

Bu önemin geleneklerine ilişkin yazılardan, Arapların cinlere ve bir sürü ilâha taptığını öğreniyoruz. Ayrıca bir taş ya da ağaca hatta kahramanlara tapma da bu kapsamda yer almakta. Örneğin Hacret-ül Esved türü taşlara tapma, Batı Avrupa inançlarındaki dev motiflerine tapmaya benzer bir inancın İsaf ve Naila’ya tapma şeklinde, ağaçlara tapma da Al-Uzza’ya tapma şeklinde düşünülebilir. Elbette böyle bir sıralama ancak inanç ve simgelerin sadece simgeler açısından sınıflandırılması yapılırsa söz konusu olur.

Suudi Arabistan’da Al Taima’da bulunan, M.Ö.1000 yılı dolaylarına ilişkin bazı mezar taşlarında, Al Uzza adlı idolün betimlemesi de yer alır. Al Uzza’nın neyi simgelediği tartışmalıdır ama burada insan formu ile bütünleştiği görülmektedir.



İslâm öncesinde Hıristiyanlığın Arabistan’ın kuzeyi ve Bahreyn’de yayılmış olduğunu görüyoruz. Bu arada Yemen ve Medine dolaylarında Museviler yaşıyordu. Yemen, Kraliçe Seba’nın (Saba Melike) ülkesi olarak bilinmekteydi.

Arapların yerel gelenekleri, bedevi şiirleri, soy kayıtları, dil bilgisi kullanım kalıpları incelendiği zaman, inanç sistemlerinin detayları ortaya çıkmaktadır. “Al Uzza” adlı taşın anlamı, “Uzza ilâhesinin kölesi”dir. Al Suca, atlar ve atçılık ile ilgili bir puttu; Al Sacca ise yaratıcı güçten farklı bir tapınım gösteren bir put… Al Bacca da bir şekilde devenin canlı bedeni ile ilgili bir ilâhi mesaj alınabilen bir gücü temsil ediyordu.

Hz. İsmail’in Mekke’de yerleştiği zaman bir sürü çocuğu olduğu ve Mekke’yi âdeta doldurup Amalikalıları kentten sürdükleri bilinmektedir. Daha sonra Hicaz bölgesi Amalikalıların yerleşim yeri olmuştur.

Mekke’yi ziyaret edenler, ayrılırken Kutsal Ev’e olan saygıdan yanlarına bir taş alır, gittikleri yerde bunu yere koyarak çevresinde dönerlerdi. Bu gelenek, sonraları “tavaf” şeklinde ritüelik bir hal almıştır. Arap kayıtlarında “Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den öğrendikleri üzere” şeklinde betimlenmektedir.

Birçok kaynak, İslâm öncesinde Arapların tıpkı ünlü Babil Kulesi olayında olduğu gibi ayrı ayrı putlara taptığından söz eder. Kimilerinin Nuh’un kavminin öncesinden kalan putları çıkartıp onlara tapmaya başladığı da iddia edilmektedir. Tarihçiler, geriye kalan geleneklerin, Kâbe’ye saygı, tavaf etmek, hac, umre, Arafat’ta ve Muzdelife’de vakfe kurban sunmak ve “lebbeyk” sözünü sürekli olarak dile getirmek olduğu hususunda birleşmektedir. ( Sözlük anlamı bakımından lebbeyk, “Buyurun, emrinizdeyim.” demek oluyor.)

Dilimizde “haram” sözcüğünün anlamı ya da çağrışımına alışmışlığımız nedeniyle Kâbe’nin bir adının da Mescid-i Haram oluşunu yadırgayabiliriz. Bu, bizim bu sözcüğü kendi dilimizde, Türkçe olarak düşünmemizden ileri gelir. Oysa bir an dikkatimizi “harem” sözcüğünün etimolojik kökenine yöneltecek olursak, HRM kökünün sadece Arapçada değil tüm semitik dillerde çok geniş bir şekilde kullanıldığını görürüz. Kuşkusuz bu kullanım bir şekilde sakınma, yasaklanma eylemini de yansıtmaktadır; aynı zamanda insan için kutsal olan ve insanın bazı ilişkilerin anlatımını kullanmasının yasak olduğu anlamına gelmektedir. İbrani dilinin kökeninde bu, kutsamak anlamında kullanılmaktadır. İbranice HRM, Yehova’ya bir şeyi temelli adamak, o şeyi temelli kılmak anlamındadır. Arapçada ise istisna etmek, engel olmak, yaklaşılmaz yapmak anlamları ve aynı zamanda harem gibi sadece kadınlara özel bölüm, dindeki yasak, kutlu ve çiğnenmez kurallar gibi anlamlar yüklenmektedir.

Burada dikkat çeken ve araştırılmayı gerektiren olgu, birbiri ardınca “h”, “r” ve “m” harfleri ya da bunların ilgili dildeki karşılıklarının dile yansıyışını içeren adların ve elbette Helence olmasına karşın HERMES adının da bu kök ile bağlantısı olup olmadığıdır.

Bu aşamada bir de “tavaf” konusuna değinmek istiyorum.

Cahiliye çağında Araplar tapınakları çıplak ayakla tavaf ederdi. Bu iş asla günlük giysiyle yapılmazdı çünkü bu giysi kutsala dokunduğunda tabu olur, artık giyilmezdi.

Buharî’ye göre, cahiliye çağında ihram esnasında “Hums”dan yani Mekke’nin doğusunda oturanlardan giysi alınırdı.

Tevrat’ın “1. Krallar” kitabında da Davut’un günlük giysilerini çıkarmış ve bir parça örtü içinde Rabbin evinde sandığın önünde raks ettiğinden söz edilir. Dolayısıyla bu sırf Araplara özgü bir gelenek değildir; tüm semitik kültürlerde görülür.

Tavaf Arapçadır. İbranicedeki karşılığı ise “pasah”dır. Kutsal yerlere girerken giysiden arınmak genele yaygın bir pratik idi. Birçok kültürde bazı hallerde de din görevlisinden ödünç giysi alınırdı. Devrin Arap geleneklerinde Vadd, Suva, Yagus, Ya’uk ve Nasr gayet iyi bilinen ilâhlardı. Hepsinin çeşitli idolleri, putları vardı. En eski putlardan biri de Manat, Abd Manat ya da Zayd Manat olarak bilinen, Mekke ile Medine arasındaki bir put idi. Araplar onun çevresinde kurban keserdi. Bu putun korunmasını Avs kabilesi üstlenmişti. Nasıl bir şey olduğunu iyi bilmiyoruz; siyah, şekilsiz bir taş olduğunu ileri sürenler çıkmıştır.

Arap ve İbrani geleneklerinde, kurban kesildikten sonra akan kan ile kutsal taş sıvazlanırdı. Böylece hayvan ya da adak, Tanrı’ya sunulmuş olurdu. Bu geleneğin bir başka ayrıntısında, hayvanın kanının kutsal taşların arasında açılmış bir çukura, Gab-Gab’a akıtıldığını görürüz.

Kurban edilmiş hayvanın eti, ritüele katılanlar arasında paylaşılırdı. Aynı geleneğin, Mısır’da mumyaların son yolculuklarına çıkmadan önce mezar odasında uygulanıyor olması dikkat çekicidir.

Tevrat’ın “Çıkış” adlı kitabının 24:6-8 babında, öküzlerin kanının bir kısmının tapınağa, diğerin de halkın üzerine serpildiğini okuruz. Bu açılımda ilâh ile halk arasında bir kutsal bağlantı sağlanmış olmaktaydı. Bu eski tapınım geleneğinin bir kalıntısı olarak, kutsal taş kana bulanıyordu.

Tevrat’ın “1. Samuel” başlıklı kitabında, bu geleneğin, kesilmiş olan hayvanın kanının tapınak taşının üzerine dökülmesi şeklinde geçtiğini görürüz. Bu uygulama, “Levililer” başlıklı kitapta da tapınağın ve putun kanla sulanmasıyla evin barışa kavuşacağına inanıldığı biçiminde kendini gösterir.

Cahiliye döneminde Kuzey Arabistan’daki kavimlere genel olarak Ma’add denirdi. Yemen halkı ile Ma’add arasındaki çekişme ve savaşlar, bu dönemin tarihçesinin anlatımlarında en önemli bölümü oluşturur. “Ma’add’ın oğulları” terminolojisi tıpkı Horus’un oğulları ya da kızları gibi bir terminolojidir. Bu terimler ilgili kabileleri temsil etmek için kullanılırdı.

Ma’add’ın oğulları yani Kuzey Arabistan kavimlerinin taptığı en önemli üç put Manat, Avs ve Hazrac idi. Avs ve Hizrac’a bir arada Hazrac denirdi. Manat ise Mekke ile Medine arasında Al-Musallal yöresinde, Kudayd denilen yerde dikili durmaktaydı. Bu putları ara sıra ziyaret ve tavaf etmek, en belirgin tapınma şekliydi.

Taif’deki putun adı Al-lat idi. Bu, dört köşe bir taştı. Arapların “lat” adlı bir taşına bir Kaan (Kenan) kavmi olan Nabateanlar da tapmaktaydı. Onu Petra’daki bir bakire anne ile özdeştirmişlerdi. 3. yüzyılın Kilise babalarından Epiphanius’un anlatımlarında, bu inanç tarzının bir benzerinin Elusada adlı yerde de görüldüğü belirtilir.

İlk dönem İslâm tarihçilerinden İbn-i Hişam, Al-lat adlı dört köşe beyaz kaya bloğunun üstünde türlü kolye ve küpeler olduğundan söz eder. Anlatımlardan, bu taşın boyutunun yaklaşık 4 metre olduğunu ve içine konulmuş olduğu tapınağın da tıpkı Mekke’deki gibi bir örtü ile örtüldüğünü anlıyoruz.

Kuran-ı Kerim’de “Al-Lat ve Al-uzza hakkında ne düşünürsünüz?” diye sözü geçen bu taşın içinde bir ilâhenin barındığı düşüncesi, o devrin kafalarına kazınmış bir betimlemeydi. Yere oturmuş, düşünen bir ilâhe şeklinde betimlendiğini de görürüz.

Kimi araştırmacılar, Al-Uzza ve Al-Ozza’nın aslında “Al A’azz”ın dişisi olduğundan söz eder. Adına yapılan heykelciklerin, özellikle hastaları iyileştirmekte kullanılıyor olması ilginç bir folklorik gelenektir. Bu idolün Suriye’de Nahla’nın kuzeyinde Al-Gumayr’ın karşısında, Mekke’den Irak’a çıkışta sağda Hüraz adlı bir vadide bulunuyor olması anlatılır. Venüs yıldızı ile de özdeşleştirilen bu idol, Suriyelilerce “göğün kraliçesi” olarak algılanıyordu.

Arap anlatımlarında geçen şöyle bir ayrıntı da ilgi çekicidir:

“Yerumya’ya sor da öğren! Kadınlar Yerusalim’i göğün kraliçesine kurban sunmaları yüzünden yıktılar. O zamandan beri İbraniler puta taparlar. Onlar bu yüzden çok azarlandılar, esir edildiler. Fakat onlar böyle gök tanrısına tapındıklarından Allah tarafından azarlandılar, esir edildiler. Fakat onlar böyle gök tanrısına tapındıklarından Allah patriklere verdikleri sözleri hükümsüz kıldı ve onları Babil’e sürdü.”

Kadınların damlarda kurban sunması ve çörek pişirme âdeti gibi, İbraniler belki bir dönemlerinde geçmişte kalan bazı uygulamalarında bir olasılıkla Arapların yıldızların ilâhesi İsis’e tapınıyorlardı. Belki de böyle bir gelenek onlara Mısır’daki günlerden yansımıştı.

Bir görüşe göre cahiliye dönemi olarak adlandırılan bu devirde Uzze ilâhesine tapmış olanlar, Hıristiyan olduktan sonra onu Meryem ilâhe şekline çevirmişti. Meryem’e çörek sunarak Uzza tapınımını sürdürmüşlerdi. Hayli dikkat çekici bu benzeyiş karşısında, eski İbranilerin “göğün kraliçesi” adıyla Venüs yıldızına tapmış olup olmadıkları sorusu akla gelir.

Araplar, Kureyş’in çocuklarını “Abd Al-Uzza” diye çağırırdı. Kureyş ile bağlantılı anlatımlarda, Al-Uzza’nın Kureyş’in en büyük putu olduğu ve onu ziyaret edenlerin tavaf etmek, kurban kesmek, hediyeler sunmak gibi ritüellerine yer verilir.

“Lat hakkı için, Uzza hakkı için
Onlar yüksek turnalardır,
Onların şefkatine ümit bağlanabilir.
Üçüncüleri Manat hakkı için,
Onlar Allah’ın kızlarıdır.
Onun yanında şefaatçilerdir
Onun yanında şefaatçilerdir.”


Başka bir söylemde, Al-Uzza’nın bir hurma ağacı olup, Gatanların ona taptığı anlatılmaktadır.

İbn-i Habib, Al-Uzza’nın Nahla’da bulunan bir ağaç olduğundan ve yanında bir başka kutsal ağaç daha bulunduğundan söz etmekteydi. Belki bu taş idol, ağacın kutsallığını vurgulamak için kurbanların üzerinde kesildiği bir taştı ve sonra Arabistan’a getirilmişti. İbrani anlatımlarında en az 6 yerde bir ağacın yanına getirilen bir taştan söz edilmektedir.

Araştırmacı yazar James Hamilton, 1857 yılında yayınlanan “Sınai Hedjaz and Soudan” (Sina, Hicaz ve Sudan) adlı eserinde, Al-Uzza’nın Taif’de bulunan kuzey yüzünün sular altında kalarak ya da tahrip edilerek aşındığını anlatan bir öykünün gerçek olmadığına değinir.

Arap geleneklerinde yemin ederken «Uzza’nın kutlu sahibine and olsun.» demeleri, Uzza’nın da üstünde yaratıcı bir gücün bulunduğunu kabul ettikleri varsayımını ortaya koyar. Bu konuda bir başka delil de Uzza’nın yakınında bulunan ve yanında kurban kesilen Gab Gab ile ilgili şu sözlerdir: «Biz ilk andı Allah’ın evine içtik, yoksa Gab Gab’daki dikili taşlara içerdik.».

Bu da cahiliye dönemi inançlarında aslında “tek tanrı” inancının varlığına işaret eder. Amr bin Nufayl’in dizelerinde kendini daha da belirginleştirir.

“Lat’ı, Uzza’yı da, hepsini terk ettim,
Kuvvetli ve sabırlı olan böyle yapar,
Bundan böyle ne Uzza’ya ne onun iki kızına inanıyorum,
Ne de Gonem oğullarının iki putuna giderim,
Hubal’i de ziyaret etmem
Ki o aklımın ermediği bir çağda bize ilâhtı.”


Başka araştırmacılar; bu konudaki görüşlerini açıklarlarken, onların yüksek turnalar olduğuna değinir. Çeviri yapılırken “turna” denmiş olan Arapça “al garanik” sözcüğü, aslında çeşitli kuşlar için kullanılırdı. Bu bağlamda Al-Lat, Al-Uzza ve Manat adlı putların Allah’ın yanında şefaatçi sayılmalarından dolayı kuşlara benzetilmesine ilişkin simgesel düşünüş, belki çok daha önceden gelen ve İslâm’da da varlığını korumuş olan kozmolojik hiyerarşide dairesel hareketler ile dönen doğaüstü göksel varlıklar ya da melekler hiyerarşisine gönderme yapmaktaydı.

Sonraki dönemlerdeki ilâhiyatçılar, Kuran-ı Kerim’deki anlatımıyla “Onlar yüksek tanrılardır”, “onların şerefine ümit bağlanabilir.” (Sure 53-20) deyişini, Hz. Muhammed’in Kureyşlilere peygamberliğini kabul ettirmek için söylemiş olduğunu ve daha sonra bu dizeyi Şeytan’ın vesvesesi olarak açıkladığını söyler.





Yeterince yazdım, değil mi? Ancak bitmedi. Biraz dahası var.




ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
1 Yanıt
5296 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 11, 2010, 06:35:00 ös
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
2891 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 13, 2010, 11:44:49 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2748 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 20, 2010, 12:27:18 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2534 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 21, 2010, 12:58:18 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2560 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 22, 2010, 04:08:15 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2139 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 24, 2010, 12:39:23 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2454 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 25, 2010, 03:44:53 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2139 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 26, 2010, 06:29:39 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
5773 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 28, 2010, 08:21:37 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
2923 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 29, 2010, 03:40:01 ös
Gönderen: ADAM