Değerli Form Üyeleri,
Masonluğun evrensel amaçları olduğunu, Masonların öncelikle milli duygularına bağlı olmakla beraber, ırk, din, dil farkı gözetmeksizin insanların kardeş olduğunu gözettiğini siteden izlemekteyim.
Bu sebeple bir kitaptan aldığım, bu duygularımı yansıtan gerçek bir kısa hikâyeyi sunmak istiyorum.
Sevgi ve Saygılarımla,
HERKÜL
ALTIN ARAYAN YUNANLI AİLE
1955 senesiydi. On dört yaşındaydım… Bir gün Cerrahpaşa’daki evimizin kapısı çalındı. Semtimizin çocukları büyük bir merakla iki bayanı kapımıza getirmişlerdi. Bunlar orta yaşlı, Japone kol açık bir elbise giymiş şişman bir hanımla, yaklaşık on sekiz yaşlarında bebek gibi tabir edilen çok güzel bir kızdı. Bize “Kalimera” dediler, biz de semtimizdeki Rumlardan öğrendiğimiz için aynen cevap verdik ve içeri buyur ettik.
Daha sonra orta yaşlı şişman hanımın çat pat konuştuğu birkaç Türkçe kelime ve işaretlerle, kendilerinin Yunanlı olduğunu, Babamla Ankara gemisinde bir seyahatte tanıştıklarını ve adresimizi bu şekilde elde ettiklerini öğrendik. Annem böyle bir ziyaretin mahiyetini bilmediğinden rahatsız olmasına rağmen, geleneksel misafirperverliğini göstermeye çalıştı. Çaylar içildi, yemekler yendi.
Konuşmalar ilerledikçe, bu ailenin atalarının Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’den kaçtıklarını, Bursa ve İstanbul’daki evlerinde ise gömü olarak içi altın dolu küpler bıraktıklarını, şimdi ise bunları aramaya geldiklerini öğrendik. Gelmeden evvel, Yunanistan’da bazı resmi makamların; “Türkiye’ye gitmeyin…..” dediklerini ve çok ta korktuklarını söylüyorlardı.
Kızın ismi Sophia idi. Bakarken çarpılmıştım. Yunan kızları bu kadar güzel miydi? Menekşe rengi gözlü, hafif balıketinde, fıkır fıkır, bebek gibi bir kızdı.
Ben daha küçükken semtimizde çok Rum aile vardı. Rum kızları çok güzel ve cıvıl cıvıl olurlardı. Onlarla oyun oynarken içimizin kaynadığını hissederdik. Bizi “Ela! Ela!” diye seslenerek oyuna çağırırlardı. “Kalimere, kalispera, kaliniktas” gibi Rumca kelimelerle selamlaşırdık. Yaşlanan kadınlarının çoğu ise şişman ve hatta birazda sakallı olurdu. Koyu dindarları ise, siyah başörtülerini arkaya doğru bağlar, siyah elbiseler giyerlerdi. Hafifmeşrep olanları ise, dine pek aldırmazlar, seksi hareketleriyle erkeklerin odak noktası olur çok canlar yakarlardı. Onlara kendi azınlıkları “Putana-oro…” diye takılırlardı.
Rum erkekleri ise gençken sevimli, hareketli ve bıçkın olur; yaşlandıkça durulur ve içlerine kapanırdı. Arada gayrı Müslimlerle, Türk ve Müslümanların dillere destan aşkları yaşanır, çoğu zaman bunlar ayrılık ve hüzünle noktalanırdı. Çünkü genelde koyu dindarların baskısıyla, herkes kendi dindaşıyla evlilik yolunu tutar, yaşadıkları büyük aşklar anılarında kalarak, Eleni, Anuşka, Aspasya’ların ‘Drahoma’ paraları kendi ırklarının erkeklerine giderdi.
Misafirlik devam ettiği sürece, yaşımın verdiği heyecanla Sophia’ya platonik bir aşk duymaya başladığımı hissediyordum. İçimde bir şeyler ateşleniyor, yanıp tutuşuyordum. O da bana ilgisiz değildi. Bunu her fırsatta belli ediyordu.
Diğer yandan düşünüyordum; “Ülkeler neden birbirleriyle böylesine düşmandı?” diye. Setimizdeki Rumlarla gül gibi geçiniyorduk. Birbirimizin evine misafir gider, dini bayramlarını kutlar, aileler birbirlerine yemekler ikram ederlerdi. Ben onların yaptıkları incir tatlılarının hastasıydım. Biz onların semtimizdeki çok sayıdaki kiliselerine gider, onlar da camilerimizi ve yatırlarımızı ziyaret ederlerdi. Bu gelen anne ve kızla da lisanlarımızı bile bilmediğimiz halde, muhtemelen ayni kültüre yakın olduğumuzdan bal gibi anlaşıyor ve yakınlık duyuyorduk...
Kız işveyle, bana kokusunu hissettirecek kadar yaklaştıkça, çıldırtıcı duygular arasında bunları da düşünüyordum. Yürürken sık sık yan yana geliyorduk. Ben çekingen davranırken o birkaç defa kaçamak elimi tutup sıktı.
Ertesi gün Samatya’da olduğunu söyledikleri evi aramaya başladık. Bu arayış bana da, onlara da, tarih içinde asırlar süren bir yolculuk gibi geliyordu. Tarif ettikleri yerlerde her şey değişmişti. Kalan birkaç ahşap ev ise çok haraptı. Gömüden bahsetmeden, kapıları çalıp iz sürdüysek de, atalarından kalma evi tespit etmek mümkün olmadı. Semtin yaşlıları ise; “Çok eskiden burada Rumlar otururdu. Pazar günleri topluca kiliseye giderlerdi. Şimdi hepsi yok oldu. Siz nereyi arıyorsunuz?” diye soruyorlardı.
Bana göre de ve onlara göre de onların aradıkları sanırım eskilerinin izleriydi. Ataları, geçmişleri, eski tarihleriyle bağlantı kurup, kökenlerinin gizemlerine inme merakıydı. Değişen yönlerine rağmen bu şehirde, ataları ve geçmişleri yatıyordu.
O altın arayışı hiç bitmesin, kız da hiç gitmesin isterdim. Onun da ışıl ışıl gözlerinden alevler saçılarak yaklaşırken, bana karşı ayni hisleri duyduğunu hissediyordum. Bir aşkın çiçeğinin goncasının açmadan solacağı gibi ümitsiz ve karmaşık duygular.
Devletlerin düşmanlıklarına bir kere daha lanetler ederek, bir daha birbirimizi hiç göremeyecek olmanın hüznüyle onları Bursa’ya gidecek otobüse götürdüm.
Ayrılırken annesi bana sarıldı ve "Efharito poli “ diyerek çok candan teşekkür etti. Sophia ise birden üzerime atlayıp sımsıkı bana sarılıp beni öpmeye başladı. Afallamıştım. Bir yandan da boğulurcasına bir sesle kulağıma; “den tha se xehaso pote”[/b] gibi bir şeyler fısıldadı. Sonradan Rumca bilenlere sorduğumda; [b]“seni asla unutmayacağım”[/b] anlamında bir cümle olduğunu söylediler.
Onlara el sallarken, kızın gözünden akan birkaç damla yaşın yüzümü ıslattığını fark edebildim. Yaşamıma girecek bütün kadınlardan bana gözyaşı bulaşacağını ve bana da akıttıracağını henüz o zaman bilmiyordum. Hissettiğim bir şey varsa o da; bu kısacık tanışıklılıkta birbirimize duyduğumuz bu ani duygular, asılar evvelinden gelen bir ilişkinin, bir anda su yüzüne çıkmış belirtisi gibiydi. Bu ayrılıkla, gönlümün bir parçası onlarla Yunanistan’a kadar gidecek ve o birkaç damla yaş, yanağımda kurusa da, yüreğimdeki izini bana ömrüm boyunca hissettirecekti.
Otobüs uzaklarda kaybolana kadar, peşinden koşup ona el salladım. O zamanki şehirlerarası otobüslerin camları açılabiliyordu. O da beline kadar sarkmış, bana el sallayarak eliyle öpücükler gönderiyordu. Bu öpücükler ve gözyaşları, belki de savaş ve düşmanlıklarla yok olup giden insanların, kültürlerin, beraberlik ve sevgilerin simgesiydi. Düşmanlıklara tekrar lanet ederek, Yunanistan’a kadar koşacağımı sandım.
Otobüs kaybolduğunda, ben hala arkalarından koşarken, onun da tarihinin yattığı, atalarıyla İstanbul’da beraber olmanın tesellisini hissediyordum. Bu yüzden her ikimizde hiçbir zaman bir araya gelemeyecek olsak dahi, birbirimizi birçok sebeple hatırlayacak ve asla unutmayacaktık!..
(Yaşadığım İstanbul-Ö.B- Kitabından derleme. Arkeoloji-Mozaik yayınları)
Sevgi ve Saygılarımla,
HERKÜL[/size]