Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: KIZILDERİLİLERİN DRAMI - 4  (Okunma sayısı 3011 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mart 24, 2010, 11:38:56 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Tarihte sömürgecilikten söz edildiğinde her nedense aklımıza hemen Afrika ve Uzak Doğu gelir. Oysa daha 16. yüzyıldan başlayarak sömürgeciliğin daniskası asıl Orta ve Güney Amerika’da yaşanmıştır. Ancak insanlığın yüz karası olan bu acıklı tarihçe buradaki konu başlığımızın dışında. Onu belki bir başka başlık altında ayrıca ele alarak incelemeli ve başkalarına “barbar” diyen o Batı Avrupalılara nasıl bir sıfat yakıştırılacağı düşünülmeli.



İspanyol ve Portekizli sömürgeciler Orta ve Güney Amerika’yı âdeta talan ederken, 1534 yılında Fransız kaptan Jacques Cartier, Kuzey Ameraka’nın sömürgeleştirilmesine başladı. Labrador sahillerinden yola çıkarak Saint-Laurent (Saint Lawrence) Nehri’ni geçti. Keşfetmiş olduğu bu ülkeye, yerlilerden işitmiş olduğu ve belki de yanlış anladığı bir sözcüğe dayanarak “Kanada” adını verdi. (Huron-Iroquois dilinde köy ya da yerleşim yerine “Kanata” deniyordu.)

Batılılar, Amerika’daki birçok yerleşim bölgesini Avrupa’daki yer adlarının başına “yeni” sıfatını koyarak anmıştır. Kanada da, başlangıçta ne kadar büyük olduğu bilinmediğinden Yeni Fransa’nın ilk eyaleti olmuştu. (Bu arada Kanada’nın doğu sahilinde, ana kıtaya âdeta genişçe bir kıstakla bağlı olan, kuzeyden güneye ince uzun bir ada izlenimi veren eyaletin Nova Scotia yani Yeni İskoçya adını taşıdığını da bilelim. Ancak orayla o adı koymuş olan kişi Henry Sinclair. Tarihi de Amerika’nın resmi keşif tarihinden önce.)

Fransızlara dönecek olursak… Bu bölgeyi yerleşime açma çabaları başlangıçta olumlu sonuç vermedi. Buna karşın St. Lawrence Irmağı kıyısındaki Fransız balıkçı tekneleri yeni yeni yerler keşfediyordu. Karşılaşılan bazı yerli kabileleri Fransızlarla iyi ilişkiler kurdu.

St. Lawrence bölgesi özellikle kunduz kürkü bakımından oldukça zengindi. Fransızlar yerlilerle ortaklık yaparak kürk avcılığı ve ticaretine girişti.

Fransa’ya dönen Jacques Cartier, 1535’te ve ardından 1541’de yine Kanada’ya geldi ve bugünkü Montreal kentini kurdu. Günümüzde Québec olarak bilinen eyaletin doğu ucuna da çıktı ama Cartier, bölgenin içlerine doğru ilerlemeye cesaret edemedi.

Yörede bir kent kurulması, 1608 yılında Samuel de Champlain önderliğinde gerçekleşti. Québec, Algonkin yerli dilinde “boğaz” ya da “akarsuyun birdenbire daralan yeri” anlamına geliyordu.

Fransızlar bu yöreleri o sıralar yerleşim merkezlerine çevirmeyi başaramadı çünkü buraları çok soğuktu ve kışlamak güçtü. 1750 yılında yani Jacques Cartier’in bölgeye gelişinin 200 yıl sonrasında, koca kolonide ancak 70 bin kişinin yaşadığı biliniyor. Bu yüzden Fransızlar daha güneye yöneldi. Ulaştıkları ülkeye o tarihteki kralları 9. Charles’ın onuruna “Caroline” adını verdiler.

O sırada dinsel inançları yüzünden sıkıştırılan Protestan Fransızlar yani Huguenotlar, Yeni Dünya’ya sığınmayı denedi. Ne yazık ki yerleşim alanları, o sırada Katolik İspanyolların elindeki Florida’ya pek yakın olduğu için, topluca kılıçtan geçirildiler.

İngilizler de Fransızlardan aşağı kalmaya hiç niyetlmi değildi elbette. Onlar da kuzeye yerleşmeye çalıştı. Walter Raleigh, Büyük Chesapeake Körfezi’nin güneyine bir sefer düzenledi ve 1585 yılında bu yöreye Kraliçe Elizabeth’in onuruna “Virginia” adını koydu. Neden Virginia? Çünkü Kraliçe Elizabeth hâlâ evlenmemiş olduğu için bakire sayılıyordu. Ancak, bir sonraki seferle oraya gelenler, önceki koloniden hiç kimseyi sağ bulamadı. Ölmüş gitmişlerdi. Neden? Bir salgın hastalık mı biçmişti onları? Belki. Yerliler mi saldırıp yok etmişti? Belki. Kim bilir, belki her ikisi birden. Dolayısıyla Virginia bir süre sahipsiz kaldı. 1607’de, Christopher Newport yönetimindeki üçüncü bir sefer bu kıyılara ulaştı ve bir grup adam daha bıraktı. Bunlar da nehrin ortasındaki adaya yerleşti ve İngiltere Kralı 1. James onuruna oraya “Jamestown” adını verdiler.

İşte bu girişim, sonraki yıllarda baş gösteren büyük olayların ilk adımı oldu.

Konu başlığını unuttuğumu sanmayın sakın. Unutmadım. Ancak oraya gelmeden önceki tarihçeyi özetle bilmek gerektiğini düşünüyorum. Yoksa doğrudan Hollywood’un kovboy filmlerinden başlar ve dünya kamuoyunu yanıltmak amaçlı bilgilere kapılmaktan kendimizi alamayabiliriz.

Amerika’ya göç edenler, buraya yerleşir yerleşmez, burada tutunabilmek için büyük bir direnç gücü ve biraz da şans gerektiğini anlamakta gecikmedi. Buraların iklimi Avrupalıların hiç de alışkın olmadığı bir tarzdaydı. Ülke, vahşi hayvanların ve tehlikeli sürüngenlerin doldurduğu ormanlarla kaplıydı. Yörenin yerli halkı da gelenlere karşı düşmanlıklarını vakit geçirmeden açığa vurmuştu.
 
Bugün Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’yı kapsayan bu geniş kıtada beş yüz bin Kızılderiliden fazla insan yoktu ve bu sayı hiç de önemsemeyi gerektirmiyordu. Bir bakıma, bu yöreler bomboş sayılırdı. Kızılderililer göçebeydi; avlanarak yaşıyorlardı. Tarlaları açarak hayvanlarını kaçıran ve avcılığa dayalı göçebe hayatlarını zora sokan Beyaz Adamın yerleşmesine şiddetle karşı çıktılar.

Buna karşın, yer yer Kızılderililerle iyi ilişkiler kurulmadı değil. Hatta göçmenlerin önderlerinden biri olan İngiliz Yüzbaşı John Rolfe, Kızılderili bir reisin kızıyla evlenmişti.

Yoksulluğa, doğaya, Kızılderililere ve hayvanlara karşı yapılan zorlu mücadeleye karşın, İngilizlerin kıtadaki sayısı yavaş yavaş ama emin bir şekilde artıyordu. Toprağı işliyorlardı: Virginia’da altın yoktu; göç edenlerin de kollarından başka şeyleri yoktu. Fakat kısa sürede tütüncülük gelişmeye başladı. 1612’den sonra Virginia, büyük bir tütün üretim merkezi haline geldi.

Buradaki sömürgecilik, İspanyol ve Portekizlilerin Orta ve Güney Amerika’da uyguladıklarından farklıydı. İspanya, gururlular ve serüvenciler, cömertler ve hainler, hırslılar ve şöhret peşinde koşan soylular ülkesiydi. Fakat onlar Fransız ve özellikle İngilizler gibi çalışkan değildi. Onalar göre çalışmak, ancak kölelere ve aşağılık adamlara yaraşırdı. Özellikle İngiltere’den göç etmiş olan köylülerin, Fransız burjuvalarının yapıları ise başkaydı. Onlar sadece toprağı işlemek için gelmişti; birer savaş adamı olmaktan çok kürek, çapa, bel adamıydılar. Ormanları kesiyor, topraklar açıyor ve ekiyorlardı. İspanyollar ise sadece altın peşindeydi; altınının kaynağı da çok çabuk kuruyacaktı ama göç eden İngilizler tarafından alın teri, çoğunlukla kan ve gözyaşları ile işlenen Amerika’nın sert toprağından gerçek bir zenginlik doğacaktı.

İngilizler, ana yurtlarından buraya başka bir şey daha getirmişti. Doğuştan kendi kendilerini yönetme aşkı taşıyorlardı. Daha Orta Çağda şimdiki baronlar Magna Carta ile krallarından bağımsızlıklarını zorla koparmıştı. Yöresel egemenliğe, bireysel haklara ve topluluk içindeki herkesin bir önemi olduğu bilincine erişmişlerdi. Onlar için bir topluluğun kendini yönetmesi doğaldı. (Fransızlar bunu çok daha sonra kavradı ve bu bağlamda İngilizleri geçtiler ama ancak 18. yüzyılda.)

Dolayısıyla İspanyollar, Yeni Dünya’ya Kastilya Krallığı’nın baskıcı ve militarist ilkelerini getirirken; İngilizler, kendi vatanlarında doğan özerk yönetim sistemini yerleştirdi. Böylece, 1619 yılında Amerika’da hiç görülmemiş ve o tarihte Burjuvalar Meclisi denilen ilk temsilciler meclisi, Jamestown Kilisesi’nde toplandı. Koloninin 10 ayrı yöresinden seçilmiş üyelerin oluşturduğu bu meclis, yürütme yetkisini Londra’daki merkezi iktidar tarafından seçilen valiye bıraktı ama yasama yetkisini üzerinde tuttu. Ancak ne yazık ki bu arada  Vîrginia’da özgürlük tohumlarının atıldığı aynı yıl içinde kölelik tohumları da ekilmişti.

Kolonilerde tarım gelişmeye başlar başlamaz, el emeği sorunu ile karşılaşılmıştı. Kızılderililerin sayısı pek azdı; üstelik çalışmaya yöneltilemeyecek kadar özgürlüklerine düşkündüler. Ne beyazlar gibi üretimi biliyor ne de üretmek istiyorlardı; avcıydı onlar. Bu nedenle, aynı yıl Virginia’da Afrika’dan toplanarak getirilen zenci köleliği başladı. Yeni Dünya için ileride büyük sarsıntılara, büyük acılara yol açacak bir yara olacaktı bu.

Amerika’daki İngiliz koloniciliği hızla genişledi. O tarihlerde Britanya adasında yaşanan çatışmalar, Stuart hanedanının egemenliğindeki İngiltere’yi sarsıyordu; Kral 1. James, yüzyıllarca korunmuş olan İngiliz geleneğini yıkarak âdeta mutlakiyet peşine düşmüştü. Anglikan rahipleri de kralın bu girişimini destekliyordu. Calvinciler baskı altındaydı. Bunlar, tüccarlar, bankerler, zanaatkârlar gibi en ileri ve en çağdaş burjuva sınıfını oluşturuyordu; dinsel inançları, onlara çalışmayı ve tutumlu olmayı, insanın kendini sert ve inatçı bir disipline sokması gerektiğini öğretmişti. Yapılan tartışmalar sırasında, yüksek rahipler sınıfının sömürü ve ahlâksızlığından ayrı tutulmak için kendilerine Puritan (temiz, namuslu) diyorlardı. Bunlardan bir grup, ülkenin dışına çıkmayı baskıya yeğledi. Önce Hollanda’ya sığındılar, sonra Mayflower adlı bir gemi donatarak, şanslarını Yeni Dünya’da denemeye karar verdiler. Gemiye bindiklerinde, onları harekete geçiren ruh hali, İspanyol sömürgecilerinden çok farklıydı. Sofu birer İncil okuyucusu olan bu insanlar, İsrailoğullarının vaat edilmiş toprağı aramak için Mısır’dan ayrılmaları gibi harekete geçmişti. Calvincilere özgü güvenle, büyük işlere adanmış olduklarına inanıyorlardı; savaşlar ve özveriler sonucunda, Tanrı tarafından seçilmiş olduklarını bile öne sürüyorlardı. Tanrı’nın kullarına bir toprak sağlayacağına, özgür olarak yaşanabilecek bir “azizler cumhuriyeti” kuracaklarına inanıyorlardı. İşte bu ruh hali içinde, onlar da 1620’de Massachusetts kıyılarına ayak bastı. Burada, kendilerinden önce gelmiş olanların New England (Yeni İngiltere) dediği bu yörenin merkezi olacak New Plymouth’u kurdular. Vırginialılar gibi, kısa sürede bir temsilciler meclisi de oluşturdular. Gene Virginialılar gibi toprağı işlemeye, yerlilerle, yırtıcı hayvanlarla savaşmaya başladılar. İncil ve tüfekle silahlanmış olarak içerilere doğru ilerlediler. Virginialılardan farklı olarak, tarımla yetinmediler çünkü Yeni İngiltere tarım için elverişli değildi. Denize açıldılar; gemici, tayfa, tüccar oldular.

Kısa bir süre içinde, Boston limanı Atlantik’teki limanların en ileri gelenlerinden biri oldu. Yeni İngiltere, saldırgan olmasıyla tanınmıştı; Amerikan devrimi sırasında da, tümüyle İngiliz kökenli ailelerden oluşuyordu. Yankeeler hem kararlı hem gururluydu. Genel bir refah, kısa sürede yaşamlarının göze çarpan belirtisi olacaktı. 18. yüzyılın ilk yarısında sadece Boston limanından yapılan ticaret, ortalama 600 gemiyi harekete geçirecekti. Morina balığı avı, onlara yılda bir milyon İngiliz lirası kâr sağlayacaktı.

Yeni İngiltere’nin Püriten topluluğu, oldukça yüksek bir kültür düzeyine ulaşmış olmakla tanınırdı. Rahipler dindar ama kültürlü, onurlu, kararlı, inatçı ve İncil’deki kişiler gibi “insanları sürükleyen” adamlardı. Boston yakınlarındaki Cambridge mahallesinde, Harvard adlı bir adamın çabasıyla 1636’da Amerikan topraklarında ilk üniversite kuruldu. Aynı zamanda, 50’den fazla aile reisi olan toplulukların bir ilkokul sahibi olmalarını öngören Massachusetts Yasası yürürlüğe girdi.  Harvard Üniversitesi’nin başındaki Rektör Charles Chauncy, sabahları Kutsal Kitap’ı İbranice, öğleden sonraları İncil’i Yunanca okur, her ikisini de Latince yorumlardı. Ahlâk kuralları sert, neredeyse acımasızdı. Bir Connecticut Yasası, Tanrı’ya inanmayanın ölüm cezasına çarptırılmasını öngörecek kadar ileri gitmişti. Özetle, Yeni İngiltere’nin Püriten çevreleri, dinsizliğe karşı korkunç hoşgörüsüzdü. Ancak, kısa bir süre sonra bu sert anlayış ve katı ahlâk kuralları yumuşatılacaktı. İstersen yumuşatma!

Bu sorunları bir yana bırakılırsa, Yeni İngiltere çok ilerlemiş, sağlam ve dayanıklı, gelişmiş, kültürlü ve özellikle refahı gösteriş haline getirmemekle birlikte, refah içinde ve güçlü bir uygarlık görüntüsü veriyordu. Virginia ile Yeni İngiltere arasına başka İngilizler de yerleşti. Başlarında Lord Baltimore’un bulunduğu bir Katolik topluluğu Maryland’ı kurdu. Bundan sonra Hollandalılar, Hudson Nehri’nin döküldüğü yerdeki Manhattan adasını işgal etti ve burada Yeni Amsterdam’ı kurdular ama İngilizler bu sömürgeyi ele geçirip New York’a çevirdi.

Böylece, 70 yıl içinde Kuzey Amerika’nın tüm Atlantik kıyısı İngilizler tarafından işgal edilerek koloni haline dönüştürüldü. Alaranıdaki Fransızların esamisi okunmaz oldu. Her yerde İngiliz kökenli kentler oluştu ve özgür kurumların görülmesine başlandı. 13 koloni, ilk kuruluşta, dinsel, sosyal, ekonomik gelenek ve kökenleri yönünden ayrıydı ama hepsinin ortak yanı, özerk bir hükümet ve hayret edilecek bir gelişme göstermelerini sağlayan çalışma aşkıydı. Güneydeki İspanyol sömürgelerinde rastlanmayan çalışkanlık…

17. yüzyılın sonlarında, İngiliz kolonilerinin nüfusu 250 bin kişiyi aşmıştı; 1763’te bir buçuk milyonu geçecekti.

Yeni Dünya’ya gelenlerin hemen hepsi geçimlerini toprağı işlemekle sağlıyordu.. Bunun için de koloniler içerilere doğru ilerleme eğilimi gösteriyordu: Öyle ki, koloni haline sokulmuş yöreleri vahşi yörelerden ayıran ve değiştirilebilen bir “sınır” doğdu.

Bu sınırda kaba, yürekli, tüfeğini küreği ve beliyle birlikte bulundurmaya alışık adamlar yaşıyordu. Her türlü yoksunluğa alışkın olan bu adamlar en ağır işlere koşuyor, ormanları kesiyor, ağaç kütüklerinden kulübe yapıyorlardı. Yüzyıllar boyu işlenmemiş ve sertleşmiş toprakları kazıyor, verimli hale sokuyorlardı. Çeşitli büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriyorlardı. Yeni akarsular buluyorlardı. İçerilere geçmeyi engelleyen Alleghany dağlarının vadilerine uzanıyorlardı. Her gün savaş halinde oldukları Kızılderililerin amansız düşmanıydılar. Av alanlarını ortadan kaldırdıklarını gören Kızılderililer de onlarla amansızca savaşıyordu.

Göçebe avcı toplum ile yerleşik tarım toplumunun savaşı…




Batılılar, toplumsal yaşam biçimlerini yüzyıllarca önceki bir dönüşümle değiştirmiş, yerleşik düzene geçmişlerdi. Kuzey Amerika’nın özgün halkı olan Kızılderililer ile aralarındaki birçok çelişkinin en önemlisi buydu işte. Kızılderililerin dramına tam olarak geçmeden önce, izleyecek olan bölümde biraz da o halkı incelemek isterim, gelenekleri ve inançlarıyla. Nitekim bu da Beyaz Adam ile aralarındaki çelişkinin, çatışmanın önemli etkenlerinden biridir.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
3018 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 21, 2010, 05:05:37 ös
Gönderen: ADAM
4 Yanıt
4668 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 22, 2010, 05:38:56 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3509 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 23, 2010, 11:12:24 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
29282 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 26, 2010, 08:16:39 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2369 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 27, 2010, 06:02:21 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
3528 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 29, 2010, 11:29:53 öö
Gönderen: ceycet
1 Yanıt
3912 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 31, 2010, 03:37:38 ös
Gönderen: alcyone