Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: AQUINOLU TOMMASO & PADUALI MARSIGLIO  (Okunma sayısı 4033 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 12, 2010, 04:37:57 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Orta Çağ Avrupası’nın düşünce, inanç, tolerans ve genel insan hakları bakımından incelerken pek ilginç iki çehre ile karşılaştım. Bunlardan biri Aquinolu Tommaso (1225-1274), diğeri de Padualı Marsiglio (1270-1342).

Tommaso Marsiglio’dan daha ünlü; özellikle Hıristiyanlık açısından çok da önemli. Fakat bana sorarsanız, Marsiglio ondan daha değerli.

Bunları burada karşılaştıracak değilim. Art arda yerleştireceğim. İkisinden birden aynı yazı kapsamında söz edişim, değişimi sergileyebilmek. Hem art arda yerleştirilmeleri, kronolojiye de uygun.

Nasıl Antik Çağ Hıristiyanlığına Aziz Augustinus damgasını vurmuşsa, Orta Çağ Hıristiyanlığına da Aquinolu Tommaso imzasını atmış. (kimi yerde adı Thomas biçiminde yazılıyor ama özgün olanı böyle.

Tommaso soylu bir ailenin çocuğuydu. Napoli, Paris ve Köln üniversitelerinde öğrenim gördü. Köln Üniversitesi’nde, hocası Albertus Magnus tanıştı. Bu öğretmen-öğrenci ilişkisi uzun yıllar sürdü. Birlikte birçok çalışma yaptılar.

1244 yılında, Tommaso henüz 19 yaşındayken Dominiken tarikatına katıldı. 1250 yılında papaz oldu. 1257 yılında teoloji doktorası yaparak, genç yaşta öğretmenliğe başladı. Hıristiyan yazınında “Doctor Universalis”  (Evrensel bilgin) ya da “Doctor Angelicus” (Meleksi bilgin) adlarıyla nitelenir. Ancak ne ölçüde “universalis” ve ne ölçüeade “angelicus” olduğu tartışma götürür.

İnançsızlara karşı sözüm ona tolerans gösterilmesini salık veren Tommaso, sapkın inançlılara hatta yoldan çıkıp da sonra yine doğru inanca yani Kilise’nin ana kucağına dönenlere karşı tolerans şöyle dursun, kayıtsız şartsız ölüm cezası uygulanması gerektiğini savunmuştur: Şöyle der: «Paganlara ve inançsızlara göz yumulabilir çünkü hem daha gerçek inancı tanımamışlardır hem de bir gün tanımaları olanağı ve umudu vardır. Zaten bir kimse zorla imana getirilemeyeceğine göre, böyle bir şeye girişmek boşunadır. Fakat imanı kabul eden bir insan, artık ondan kendi isteğiyle ayrılamaz. Herkes kabul ettiği inanca bağlı kalmak zorundadır. Hak yolundan ayrılmış bir kimse elbette bir daha doğru inanca döndürülemez ama kötü örnek olmaması için vücudunun ortadan kaldırılması zorunludur. Onun varlığına göz yummak, Hıristiyanlığın yanlış olabileceğini kabul etmek gibi olacaktır. Bu nedenle “ad majorem gloriam Dei” (Tanrı’nın yüce şanı için) sapkın inançlıyı öldürmek gerekir.»

Sonra da şu sonuca varır: «Geri dönen sapkınlar dünya nimetlerinden mahrum bırakılmak koşuluyla kabul edilseler de, başkalarını da yoldan çıkarma olanağı yaratabilirler... Bu tür geri gelenleri Kilise salt günahlarının kefaretini ödemeleri için kabul eder ama ölüm cezasından gene de kurtulamazlar.»

Tommaso’nun tüm bu ileri sürüşlerinin ardında şu düşünce yatar: “Sapkınlık bulaşıcı bir hastalıktır.”

Orta Çağ; sapkınlığın kalpazanlık, yurda ihanet gibi bir sivil suç olduğunu kabul etmiştir ama Tommaso’ya göre sapkınlık, kalpazanlıktan da ağır bir suçtur. Şöyle der: «Ruhun yaşamasını sağlayan imanı bozmak dünyalık yaşamın gereksinmelerini karşılamaya yarayan parayı bozmaktan kat kat ağır bir suçtur. Bunları salt aforozla Kilise’den ayırmak yetmez; onları ölümle dünyadan ayırmak gerekir.»
 
Tommaso’nun Hıristiyan teolojisine yaptığı en büyük katkı, bu dini Aristoteles felsefesiyle bağdaştırması olmuştur. Bu işi yaparken en büyük desteği Albertus Magnus’tan görmüştür. Bu felsefeyi dine o denli uyarlamıştır ki, günümüzde bile Tommaso’nun felsefesi Yeni Tomacılık adı altında Katolik Kilisesi’nin temel felsefesi olarak varlığını sürdürmektedir.

Kilise, Tommaso’nun düşüncelerini baş tacı ederek sapkın inançlıyı “ruhun kurtuluşunu önleyen bir din düşmanı” olarak görür. Devlet ise ona, düzeni yıkmaya çalışan bir tür toplum devrimcisi olarak bakar. Halk katmanlarına gelince; onların indinde sapkınlar, bulaşıcı bir hastalık taşıyan cüzzamlı, vebalı gibi insanlardır. Halkın sapkınları kovuşturmada Kilise’den hatta Engizisyondan daha insafsız davranması, işte bu nitelendirme ve korkunun bir sonucudur. Bu korku o denli yaygındır ki, Papalık ile cenkleşmekten yılmayan 4. Heinrich gibi bir imparator bile hiçbir suçla yargılanıp tahtından indirilemeyeceğini söyledikten sonra şunu ekler: «Meğer ki doğru inançtan sapmış olayım.»

O zamanlar bir insanın hatta bur kralın hatta papanın mahvedilmesi için, onu sapkınlıkla suçlamak yeterliydi. Suçun kanıtlanması gerekmezdi; suçlu kanıtlamalıydı şuçsuzluğunu, kanıtlayabilirse…

Katolik Kilisesi, Tommaso’nun ölümünün ardından, onun bazı düşüncelerini öğretisine aykırı bulacak, Kilise mahkemesinde “post mortem” (ölüm sonrası) yargılanacaktır. Öğrencisinin yargılanacağı haberi üzerine Albertus Magnus da Köln’den kalkıp gelecek ve onu mahkemede savunacak, cesedini yakılmaktan kurtaracaktır.

Aquinolu Tommaso’nun kadınlar ile bağlantılı görüşü de ilginçtir; Kilise’nin ve tüm Hıristiyan dünyasının bu konuya bakışını yönlendirmiştir.

13. yüzyıla gelindiğinde Batı Katolik Kilisesi, Aziz Pavlus ile Aziz Augustinus’un önerileri doğrultusunda, kadınlarla ilgili görüşlerini pekiştirmiştir. Aquinolu Tommaso’nun “Summa Theologica” (İlâhî Doktrin) adlı yapıtı, Kilise’nin bu bağlamdaki tutumunu yansıtır. Tommaso’nun eğilimi, Yahudi-Hıristiyan geleneğiyle Helen geleneğinin -özellikle Aristoteles’in- ustalıklı bir karışımıdır.

Aristoteles erkeğin daha akılcı (rasyonel) olduğunu öne sürerdi. Hıristiyanlıkta da Yahudi inancında olduğu gibi üremede asıl etkinlik kadın yerine erkeğe verilmiştir. Kadın, yalnızca karnındaki ceninin beslenmesine, büyümesine olanak veren bir ortam oluşturmaktadır. Tommaso da bu görüşleri paylaşır ve şöyle der: «Hiçbir şey, erkek zihnini, kadınlarla birlikte olmaktan ve evlilik durumuna özgü bedensel ilişkilerden daha fazla aşağı çekemez.»

“Gülün Adı” ve “Fuko Sarkacı” gibi yapıtlarından tanıdığımız Umberto Eco’nun Aquinolu Tommaso’yu anlattığı bir yapıtı da vardır: Şunları yazmıştır: “Varlıklı bir ailenin oğlu olan Tommaso, gençliğinde ona ve ailesine yaraşan Benediktin tarikatı yerine, “dilenci” tarikatlarından biri olan Dominiken tarikatına girmeye heveslenince, ailesi onu bu işten vazgeçirmek için bir gece yanına genç bir * yollar. Tommaso, can havliyle kızı dövüp yanından uzaklaştırmayı başarır ama bu anı içinde öylesine yer eder ki, söylendiğine göre her yerde “baştan çıkarıcı dişi şeytanlar” görmeye başlar.”

Tommaso’ın kadınlara karşı olan bu tutumunda, kendi olası zayıflığından duyduğu korkunun payı olsa gerek. Nitekim onun kadınlara karşı hiç de iyi bir gözle bakmadığı, eşcinselliği kanıtlanmış olmasa bile kadınları aşağıladığı bilinmektedir.

* * * * * * * *

Şimdi de Padualı Marsiglio’ya bakmak istiyorum.

Marsiglio din ve vicdan özgürlüğünün âdeta habercisidir. Bir bakıma Orta Çağın artık sona ermekte olduğunu müjdeler gibidir. Öyle ki, olaylara ve topluma kendisinden 300 yıl sonra yaşayacak olan Spinoza ve Locke’un görüş açılarından bakan bir düşünürdür.

Aslında bir Fransisken tarikatı papazı olan Marsiglio, bir ara Paris Üniversitesi’nde rektörlük de yapmıştır. Üniversitenin profesörlerinden Jandunlu Jean ile ortaklaşa yazdığı ve 1324 yılında yayınladığı “Defencor Pacis” (Barış Savunucusu) adlı yapıtıyla ünlenmiştir. Asal düşüncesini şöyle özetleyebiliriz: “Gerek manevî gerek maddî yaşamda Kilise’nin hükmettiği teokratik bir toplum düzeninde din ve vicdan özgürlüğü kök salamaz. Böyle bir özgürlük, tüm güçlerin devlette toplandığı laik bir toplum düzeninde olanaklıdır.”

Ancak Marsiglio’nun laiklik anlayışı, günümüzdeki laiklik değildir. Marsiglio, din ve devlet işlerinin kendi alanlarında bağımsız hale getirilmesinden çok, din de dahil olmak üzere tüm toplumsal yetkilerin tek elde toplanmasını önerir. Aquinolu Tommaso’nun tam aksine, devletin dinsel güçten bağımsızlığını ve üstünlüğünü savunur: «Toplum düzeninin ereği insanların dünyalık mutluluğunu sağlamaktır. Bu mutluluğu yasalarıyla sağlamak da dünyalık güce yani devlete düşer. Kilise’nin görevi ise manevî ya da ebedi mutluluğun kaynağı ve dağıtıcısı olmaktır. Bu nedenle Kilise’nin toplum üzerinde bağlayıcı, zorlayıcı bir güç kullanmasına izin verilemez. Kilise’nin sapkın inançlıları mahkûm etmeye, kovuşturmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Aforoz edilme, dinsel suçlardan dolayı kovuşturma yapma yetkisi sadece Kilise’nin alanına girmez. Bu yetki tüm dindarların ortak mahkemesinde alınan kararların uygulamaya konulmasıyla oluşur... Papazlara gelince; onlar sadece insanlara kurtuluş yolunu, ruhu manevî sağlığa götüren yolu gösteren birer ruh doktorudurlar. Yoksa insanları kurtulmaya zorlamak hak ve yetkisinde değildirler. Aslında zorlama bir inancın da Tanrı katında değeri yoktur.»

Bu sözleriyle Marsiglio, Kilise’nin gücü denilen “potestas clavium” (anahtarların gücü) olgusunun salt manevî bir güç olduğunu vurgulamaktadır. Kilise’nin, bu manevî güce dayanarak hiç kimseye, sapkın inançlı bile olsa aforoz dahil hiçbir ceza veremeyeceğini, aforoz dahil her türlü sapkın inancı kovuşturma yetkisinin devlete ait olduğunu ileri sürmektedir.

Marsiglio’ya göre; kovuşturma ve zorlama yetkisi yalnızca yasa koyucuya, eş deyişle devlete aittir. Daha da önemlisi, yasa koyucu bu yetkiyi ancak meşru olduğu ölçüde kullanabilir. Orta Çağ teologlarının ve Kilise’nin ana görüşü uyarınca; sapkınlık aslında dinsel bir suçtur ama dinsel suçlar en ağır sivil suçlardan da ağır olduğundan en ağır cezaları uygulamak gerekir. Marsiglio’ya göre ise; sapkın inançlı kişi tanrısal bir yasayı çiğnediği için değil, salt sivil bir suç işlediği için cezaya çarptırılabilir. Bunun için de devreye devletin hukuk sistemi girmelidir. Kuşkusuz bu uygulamada da ortaya çelişik görünümler çıkacaktır. Örneğin bir devletin hukuk sisteminde suç olan bir sapkınlık, bir başka devletin hukukunda sivil bir suç sayılmayabilir.

Marsiglio’nun, sapkın inançlıyı yargılamak, cezalandırmak yetkisinin Kilise’den devlete geçmesini istemesi, çoğu zaman eleştiri konusu olmuştur. Yetkinin devlete geçmesiyle, biçim açısından vicdan özgürlüğü garanti altına alınmış olur mu?... Devletin Kilise kadar hatta ondan da despot çıkmayacağını kim garanti edebilir?

Gerçekten de özellikle bu konu üzerinde çekimser kalan Katolik yazarlara bir dereceye kadar hak vermek gerek. Örneğin Reformasyon çağında böyle bir güç aktarımının pek bir işe yaramadığı, çoğu durumda din ve vicdan özgürlüğü açısından Kilise despotluğu yerine prens ve kralların keyfinin geçtiği görülmüştür. Ancak Marsiglio’nun asıl amacının her türlü gücü devlette toplamaktan çok, devleti laik temeller üzerine oturtmak olduğu düşünülürse; onun devrimci ya da modern yönü daha da belirginleşir. Bu açıdan, din yetkisinin devlete geçmesini önermesi, John Wycliff ve Martin Luther gibi reformcular üzerinde hayli etki yarattığını göstermektedir. Marsiglio, bu tür düşünceleriyle dinsel inançları hukuk sistemi dışında bırakmıştır; böyle bir düşünüşün ise, dinsel dogmaları toplum düzeninin temeli sayan Orta Çağın toplum anlayışıyla taban tabana zıt olduğu açıkça ortadadır.

Ancak Marsiglio, din karşısında kuşkucu bir tutum sergilemekle birlikte genel olarak bir gelenek kurumu olan dinin toplum yaşamındaki yerini yadsımamış, yalnızca dinin toplum yaşamındaki gerçek yerini ve önemini göstermeye çalışmıştır. Yaşadığı dönem bakımından aşırı hatta devrimci sayılabilecek düşüncelerinde yapayalnız değildir. “Defensor Pacis” adlı ünlü yapıtının yazılışına katıldığı söylenen Jandunlu Jean ile Occhamlı William da onunla aşağı yukarı aynı düşünceleri paylaşır.

Orta Çağın skolastik felsefe ve teolojisine ağır darbeler indirmiş olan Occhamlı William, toplum felsefesi bakımından Marsiglio’dan aşağı kalmaz. Ona göre; Kilise devletin egemenliği altına girmelidir. Sapkın inanç konusunda şöyle der. «Bile bile yanlış düşünceler yaymak dışında her türlü düşüncenin özgürce yayınlanması gerekir.»

Gerçekleşmesi için daha çok yüzyılın geçmesini bekleyecek olan bu düşünceler, bize Orta Çağa egemen dünya görüşünün temelinden sarsılmaya başladığını müjdeler. Toplumsal yapıda olup biten değişmelerden ötürü, o zamana dek Orta Çağa egemen olmuş dinsel değerlerin yerine artık dünyevi değerler geçmeye başlamıştır. Bu değişim Rönesans’ta gözle görünür bir hal alacak, Reform’un tüm direnmesine karşın “din özgürlüklü bir düzen”in ortaya çıkmasına engel olunamayacaktır. Yeni ulus devletlerinin doğmasının yanı sıra bilimsel düşüncenin gelişmesi, teknolojinin sanayi toplumlarını doğurması sonucu, din ve vicdan özgürlüğünün kök salmasına elverişli bir zemin hazırlanmış olacaktır.

Olacaktır ama çok sonra…Ruhun ölmezliği diye bir şey varsa ve ruhlar dünyada olup bitenleri izliyorsa, Marsiglio’nun ruhu mutluluktan uçarken Tommaso’nun ruhu kendini oradan oraya vuracaktır.



ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.