Deniz Baykal, “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” başlığını taşıyan belgenin bu gazetede yayınlanmasıyla ortaya çıkan durumu değerlendirirken, “Bu bir dönüm noktasıdır” dedi. Kendisi hangi niyetle söylemiş olursa olsun, doğru bir tespit bu.
Aslında Türkiye’nin geçmişi bu tür “dönüm noktaları”yla dolu. Sürekli “kritik kavşaklar”dan geçen bir ülke Türkiye ve bir türlü “düz yol”a giremiyor. Bu ülkeyi böyle kavşaktan kavşağa sürükleyen gelişmelerin hemen hepsinde, ordu merkezde duruyor. Ordunun sistem içindeki konumu, Türkiye’nin “normalleşme”sini engelliyor.
Şimdi de aynı şeyi yaşıyoruz. Anormalliği yaratan husus, ordunun iktidar denklemlerinde vazgeçilmez faktör olmasıdır. Bu vakıa, çeşitli kesimlerin iktidar mücadelesindeki tavırlarını farklı şekillerde, ama mutlaka belirliyor.
Önce ordudan başlayalım. Ordunun kendisi, iktidarını korumak için bugüne kadar pek çok “operasyon” yaptı. Öyle ki, “iktidar operasyonları”, ordunun en yoğun faaliyet ve uzmanlık alanı bile sayılabilir.
Tek partili dönemde ordunun bu tür “iktidar operasyonları”na ihtiyacı yoktu; çünkü iktidarı doğrudan kullanıyor veya denetliyordu. Bu durum, 1950’den sonra değişti ve ordu siyasal ve toplumsal hayata müdahale konusunda yeni arayışlara girmek zorunda kaldı.
Ordu siyasal ve toplumsal hayatı belirleme ve/veya denetleme konusunda iki tür iktidardan yararlanmaya çalışmıştır bugüne kadar: “Negatif iktidar” olarak da niteleyebileceğimiz “engelleme erki” ve “pozitif iktidar” olarak adlandırabileceğimiz “biçimlendirme erki”. Buna göre, ordu, ya doğrudan yönetime el koyar, belli bir programı hayata geçirmek için gerekli gördüğü ayarlamaları yapar (pozitif iktidar) ya da istemediği bir hükümetin onaylamadığı icraatını engellemek veya düşman bellediği kişi ve grupları etkisiz hale getirmek için hamle eder (negatif iktidar). Bu yöntemlerden hangisini, hangi biçim ve ölçülerde kullanacağına ise, şartlara göre kara verir.
2003 -2004’teki darbe hazırlıkları, en üst düzey komutanları bile, hiyerarşi zinciri içinde doğrudan bir müdahalenin çok zor, neredeyse imkânsız olduğunu kabul etmek zorunda bıraktı. Bu durum, hiyerarşik-bütünsel müdahale için tek geçer yolun “negatif iktidar operasyonları”ndan geçtiği gerçeğini kabul etmeyi de beraberinde getirdi. Bu denemenin ilk ve son örneği ise, 27 Nisan oldu.
Bir kurum, bir zümre ve bir ideoloji olarak ordunun sistem içindeki gücü, sivil kesimlerin de iktidar hesaplarını onun üzerinden yapmalarına çok elverişli bir zemin yaratıyor. Türkiye’de toplumsal statülerinin devamı ve ideolojilerinin hayata geçirilmesi konusunda ordunun gücünü başlıca güvence olarak gören küçümsenmeyecek bir kesim var. Topluma ve halkoyuna güvenmeyen bu kesimler, her fırsatta orduyu devreye sokmak için türlü manevralar yaparlar. Bu tür “balans ayarı” taleplerinin ve denemelerinin yakın geçmişimizde pek çok örneği var.
“Cunta” arayışları da, ordunun sistem içindeki bu konumunu her ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen askerlerin ihtiraslarından ve sözünü ettiğim sivil kesimlerin bu yöndeki beklentilerinden besleniyor. Aslında cunta oluşturma çabaları, mağlubiyet duygusunun yarattığı paniğin bir ifadesi olarak da okunabilir.
Bir de, ordunun düşman olarak gördüğü kesimler var. Onlar da, ordunun iktidarını meşru siyasal ve hukuksal kanallardan ve demokratik yöntemlerle kontrol altına alma imkânı bulunmadığına inandıklarında, pekâlâ komplolara yönelebilirler.
“İrtica ile Mücadele Eylem Planı” etrafında kopan fırtınaya bu açıdan baktığımızda; söz konusu belgenin sahih mi sahte mi olduğu, hiyerarşik düzen içinde mi hazırlandığı yoksa cunta işi mi olduğu tartışmasının çok da önem taşımadığını söyleyebiliriz. Zira bu ihtimallerden hangisi gerçek olursa olsun, bütün bunların temelinde ordunun sistem içindeki konumu yatıyor. Bu durum değişmedikçe, benzer olayları yaşamaya devam ederiz.
Bu tür belgelerin kamuoyuna yansıdığı diğer örneklere göre, bu seferkini bir “dönüm noktası” kılan husus nedir? Galiba oyunun sonuna yaklaşıyor olmamızdır. Hiç kimse, bu belgede dışa vuran zihniyeti açık veya örtülü bir şekilde savunmaya cesaret edemiyor. Söylem düzeyinde de olsa, ordu merkezli iktidar operasyonlarına karşı çıkma noktasında bir mutabakat oluşmuş görünüyor. Bu mutabakata Genelkurmay Başkanı da katıldı. Bu söylemde kimin ne kadar samimi olduğu da pek önemli değil; zira söylemin kendisi meşruluk çizgisini belirliyor. Bu çizginin dışına çıkmak anlamına gelen her tavır, büyük bir meşruluk baskısı altına girecektir.
Öte yandan, bu tür sorunların yargısal yoldan nasıl çözülebileceği meselesiyle de, önümüzdeki günlerde yakıcı bir biçimde yüzleşmek zorunda kalacağız. Askerî yargının işlevi ve sivil yargının askerler üzerindeki gücü, çok derin ve somut bir çatışma üzerinden yeniden sorgulanacaktır. Bu son derece önemli. Çünkü askerî yargının varlığı ve kudreti, askerî vesayet sisteminin hem sembolü hem de önemli güvencelerinden biridir.
Ya belge sahteyse? Bu durum, ordunun iktidarını restore etmesine yol açmaz mı? Bence hayır! Zira bu ortam, eğer iyi değerlendirilirse, hem ordunun gücünü vesayet sistemini pekiştirmek için kullanmak isteyenleri, hem de bu ordunun konumunu gayrı meşru sivil iktidar arayışları için bahane olarak kullanmak isteyenleri de zayıflatır.
Bu dönüm noktası, düz yola çıkmak, yani normalleşmek için değerli bir imkândır. Bu imkânı heba etmek, hayatlarımızı keskin virajlarla dolu tozlu patikalarda harcamaya devam etmek anlamına gelecektir ve elbette bize yazık olacaktır.
Prof. Dr. Mithat SANCAR
18.06.2009 tarihli "Taraf" Gazetesindeki "Meo Voto"su