“İsa’nın Yoksul Askerleri” adıyla Avrupa’ya gelmiş olan ilk dokuz şövalyeden kimisi önderleri ve artık büyük üstat Hugues de Payen ile birlikte Kudüs’e döndü; kimisi de Avrupa’da kalıp kurulmuş olan karargâhların başına geçti.
Tarikat birdenbire olmayacak ölçüde zenginleşti; ancak şövalyeler değil. Kişisel mal ve mülk edinmek yasaktı. Her şeyleri hatta üstlerine giydikleri tunik bile tarikatın malıydı. Her şey ortaktı.
Orta Çağ Avrupası’nda hiç de alışılmamış, bambaşka bir anlayışla yepyeni bir imparatorluk oluşuyor gibiydi.
12. yüzyılın ilk yarısında birbirini izleyen dört papadan hepsinin Saint-Bernard’a şükran borcu vardı. Dolayısıyla her biri, Tapınak Şövalyelerinin daha geniş olanaklar ve daha çok güç elde etmesine yardımcı oldu.
Papa 2. Innocentus’un 1139 yılında yayımladığı bildirgeye göre; Tapınak Şövalyeleri, her nerede olursa olsun doğrudan papaya bağlı olacaktı. Tarikatın üyeleri sadece büyük üstada, büyük üstat da sadece papaya karşı sorumluluk taşıyacaktı.
Bunun ne anlama geldiğini kestirebiliyor musunuz?
Hiçbir kralın ya da bir diğer egemen gücün herhangi bir Tapınak Şövalyesi üzerinde hiçbir yetkisi, yaptırım gücü yoktu. Üstelik bu şövalyeler, bulundukları herhangi bir ülkenin yasalarına ya da oradaki en üstün egemen gücün buyrultusuna uymak zorunda da değildi. Sadece kendi üstatlarının dediğini yapmakla yükümlüydüler, o kadar.
Böylece Tapınak Şövalyeleri, kendi yasalarını kendileri yapan, kendi kendilerini yöneten özerk bir yapı edinmenin ötesinde, krallarla bile eşdüzey bir statü edindiler. Hem tarikatın etkinlik göstereceği alanın belirli bir sınırı da yoktu. Böyle olunca, Kutsal Roma İmparatorluğu’na bile taş çıkaracak duruma gelmişlerdi.
1144 yılında Papa 2. Celestine tarikata sağlanan ayrıcalıklar bakımından daha da ileri gitti. Tapınak Şövalyelerini dinsel yükümlülüklerinden de bağışık tuttu. Bundan böyle hiçbir din görevlisi, bir Tapınak Şövalyesini kınayamaz, kiliseye niçin gelmediğini soramazdı. Hiç kimse bir Tapınak Şövalyesinden herhangi bir konuda yemin etmesini de isteyemezdi.
Papa 2. Lucius tarafından 1145 yılında yayımlanan bir bildirgeyle de Tapınak Şövalyelerine istedikleri yerde ve hiç kimseden izin almak zorunda kalmaksızın kilise inşa etme, kendi ölülerini kendi mezarlıklarına gömme hakkı tanındı. Bundan böyle kendi kiliselerine kendi rahip ve piskoposlarını da atayabilirlerdi. Onlara hiç kimse karışamazdı.
Tapınak Şövalyelerine tanınan bu ayrıcalık ve yetkiler, önceleri sanki tarikatın lehine gibi görünmüştü ama ilerleyen yıllarda bu iş tersine tepmeye başladı, o ayrı… Çünkü sadece sıradan halkın değil, özgür insanların, soyluların, hatta kralların üzerinde bile otoriteleri olan Hıristiyan din adamları, bu şövalyelerin karşısında güçsüz kalmış, küçük düşürülmüşlerdi. Papaya da bir şey diyemiyor, şövalyelere tanınmış hakların geri alınmasını isteyemiyorlardı. Tapınak Şövalyelerine diş bilemeye başladılar.
Sonraları, Tapınak Şövalyelerinin özellikle Katolik inancı bakımından sapkın (heretik) oldukları söylentileri çıkarılmaya başlandı. Ayrıcalıklarına yansız bir tutumla bakılırsa, onlara bu kapıyı papaların açtığı söylenebilir.
Ancak Tapınak Şövalyelerinin böyle bir üstün düzeye gelişi, sadece Saint-Bernard’ın birbiri ardınca gelen dört papa üzerindeki etkisiyle sağlanmış da değildi. Bu durum, âdeta bir çorap söküğü gibi birbirini izleyen etkenlerin sonucuydu. İlk papa elini vermiş, ardından gelenler kolunu da kaptırmıştı.
Tapınak Şövalyelerine karşı kralların ve sıradan din adamlarının değil, papanın bile nasıl çaresiz kaldığına ilişkin bir örnek vermek isterim.
1144 yılında Müslümanlar önce Musul ile Suriye’yi, ardından da Urfa’yı ele geçirmişti. Böylece Hıristiyanlık Orta Doğu’daki önemli bir kalesini yitirmiş oldu. O tarihlerde “Edessa” olarak anılan Urfa’nın geri alınması için bir haçlı seferi düzenlenmesi gerekiyordu.
Papa 3. Eugenius, bu haçlı seferinin doğrudan kendi kontrolü altında yapılmasını istiyordu. Bunun da bir tek yolu vardı: Toplanacak haçlı ordusunu, “papanın ordusu” sayılan Tapınak Şövalyelerinin yönetmesi.
Fransa Kralı 7. Louis, seferi tüm gücüyle desteklemeyi benimsedi ama ordusunu Tapınak Şövalyelerinin komutası altına vermeye yanaşmadı. Beri yanda Tapınak Şövalyelerinin o tarihteki büyük üstadı da papaya, başka birinin komutu altına girmeyeceklerini, aksi takdirde bu sefere katılmayacaklarını belirtti. İki arada bir derede kalmış duruma düşen papa, yine Fransa kralına dönerek ricacı oldu. Sonunda, Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın Paris’teki karargâhında 1147 yılında yapılan toplantıda, papa ile ilişkilerini bozmak istemeyen Fransa kralı büyük üstadın dayatmalarına boyun eğmek zorunda kaldı.
Tapınak Şövalyelerinin tek tek ne denli güçlü olduğu tartışma götürür. Acaba bu şövalyeler koskoca bir haçlı ordusunu yönetebilir miydi? Birer savaşçı olarak gerçekten de yeterince atik, becerikli ve üstün müydüler?
Bunlar belli değildir. Belli olan o ki, artık herkese her istediklerini yaptırabilir düzeyde güçlüydüler.
İkinci Haçlı Seferi ise Hıristiyanlar açısından bir fiyaskodur… Ancak hiç kimse bundan ötürü Tapınak Şövalyelerini suçlayamadı. Bunu ise bir başlık altında sırası gelince anlatacağım.