Bu yazı serisine devam etmeden önce âdeta bir parantez açarak Katharlar’ı anlatmaya girişmiştim. Asıl konu ise bu idi. Diğerini araya sokuşumun gerekçesini de açıklamıştım.
Şimdi bırakmış olduğum noktadan devam ediyorum.BafometDaha önce değinmiş olduğumuz üzere; Fransa’da yakalanan Tapınakçılardan herhangi birinin Engizisyon tarafından yargılandıktan sonra suçlu bulunmaması, cezalandırılmaması gibi bir olasılık yoktu. Fakat bunun için de elbette ortaya birtakım suçlamalar konması gerekiyordu.
Mutlaka suçlu bulunmaları için ortaya birçok iddia kondu. Bazıları birbirleriyle bağlantılı olmakla birlikte, toplam 127 suçlama yapılmıştı. Bunların en önemlileri şöyle sıralanabilir:
Gnostikler, Maniciler ve Katharlar gibi ikilemci bir inanç edinip “teslis”i yadsımışlardır.
Hıristiyan dininin zayıflamasına çalışmışlardır. Günah çıkarmak için büyük üstat ve tarikatın diğer ileri gelenleriyle görüşürler.
Dinin azizlerini, Meryem Anayı ve İsa’nın “kurtarıcı” olduğunu yadsırlar.
Putlara tapmaya başlamışlardır. “Caput 58” olarak andıkları bir insan kafası resmi ile “Bafomet” (Baphomet)* denilen bir put başta gelir.
Tapınmaları, bir yerden diğerine farklı özellikle taşır. Kimileri kediye tapar. (Hıristiyan inancına göre kedi de şeytanı temsil eder.)
Her biri, üzerinde bedenini çepeçevre saran bir kordona bağlı olmak üzere bir put taşır. Bu putların tarikatı koruduğuna ve kendilerine zenginliklerini kazandırdığına inanırlar.
Hiçbir yerde hiçbir biçimde iyilik işlerinde bulunmamış, kendilerinden başka hiç kimseye yardım etmemiş, yoksullara sadaka vermemişlerdir.
Gerek dine, gerek ahlâka gerekse yasalara aykırı yöntemlerle mal ve mülk sahibi olup zenginleşmişlerdir.
Tarikata yeni alınacak üyeye, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığı, peygamber bile olmadığı, çarmıhın üzerinde ölmediği, dolayısıyla kendi kurtuluşunun da sadece kendi elinde olduğu anlatılmıştır.
Tarikata alınan yeni bir üyenin İsa’yı hatta Meryem ile Tanrı’yı yadsıyarak haçın üzerine tükürmesi ve işemesi istenmiştir.
Tarikata alınma törende, ahlâka aykırı uygulamalara yer verilmiştir.
Bu törenlerde neler yaptıklarını kendilerine özgü bir sır olarak saklamış, hiç kimseye açıklamayacaklarına dair ant içmişlerdir. (Katolik inancına göre bu tutum günah çıkarmaya elvermediği için bir suçtur.) Bu andı çiğneyen bir tarikat üyesini ölüm ile cezalandırmışlardır.
Homoseksüel ilişkilerde bulunmuşlar, genç erkeklere tecavüz etmişlerdir. Üstelik bu göz yumulan bir olay değil, tarikatın uyması gereken bir kural haline getirilmiştir.
Kendi sapkın inançlarıyla besledikleri bir ideal uğruna dünyayı fethedip, tüm insanları tek bir din altında toplamayı hedef edinmişlerdir.
Buradaki en ilginç noktalardan biri şu “Bafomet” sözcüğünün ne anlama geldiği ve bu putun nasıl bir şey olduğudur. Hemen her konuda olduğu gibi bu bağlamda da birçok spekülâsyon yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
- İslâm dininin peygamberi “Muhammed”in değişik bir söylenişidir... Bunu garipsemek gerekmez, çünkü Katolik Kilisesi’nin gözünde Müslümanlar da sapkındır. Zaten onlara göre Katolik olmayan herkes sapkındır.
- Bunu Safiler’den (İhvanüssafa’dan) almışlardır. Arapça’daki “Abufamet” (Anlayışın babası) deyişinin bir başka biçimidir.
- BAPHOMET, asıl sözcüğün tersinden yazılışıdır. Bu ise tam bir sözcük olmayıp beş ayrı sözcüğün baş harflerinden oluşur: TEM O H P AB. Bunun açılımını Latince “Templi Omnium Hominum Pacis Abbas” biçiminde verilir. «Neden baştaki ve sondaki iki sözcüğün birer hecesi de ortadakilerin sadece ilk harfi?» diye bir sorunun yanıtı yok. 19. yüzyıl sonlarının ünlü ezoterik araştırmacı yazarlarından Eliphas Lévi’nin yaptığı açıklamaya bakılırsa, buradaki deyişin dilimizdeki karşılığı “tüm insanların barış tapınağının babası” şeklinde verilebilir.
- Bir diğer açıklamaya göre bu sözcük, İsa’yı vaftiz etmiş olan ve ardından Yuhannacılık olarak da anılan dinsel akımın doğduğu, bu akımda peygamber olarak nitelenen Vaftizci Yahya’ya bağlanır. Bu sözcüğün Essenler tarafından kullanılmış olan bir şifreleme tekniği ile dönüştürmesi yapıldığında, Yunancada “bilgelik” anlamına gelen “sophia” sözcüğüne varılır. Helenlerde bir ad olarak “Sophia” ise Hıristiyan yorumuyla Magdalena’nın karşılığıdır.
- Bu, şeytanın uşaklarından biri olup çok çirkin görünümlü “Asmodeus” adlı ifritin ta kendisidir.
Bafomet’in nasıl bir şey olduğu, neye benzediği ise yapılan işkencelerin sonunda kimi Tapınak Şövalyelerine söyletilmişti. Önceleri bu basitçe bir “kafa” idi. Bunun nasıl bir kafa olduğu üzerinde duruldukça iş karmaşıklaştı ve giderek ortaya Şeytan’a benzediği çıktı. Onun bir örneği olmak üzere “keçi kafası”na benzer bir tasarım yapıldı.
Sonunda Engizisyon, Tapınakçıların inanıp tapındığı, yalancı tanrı olduğunu ileri sürdüğü “Bafomet” hakkındaki yargısını ortaya koydu.
Engizisyonun ileri sürüşüne göre ise; Bafomet, Şeytan ile özdeşleşen keçi kafalı bir puttur. Böylece Tapınak Şövalyelerinin Şeytan’a taptığı, dolayısıyla Tanrı’ya karşı gelmeye kalkıştığı açıkça bellidir.
Tapınakçıların hiçbir belgesinde ya da kendilerine özgü kiliselerinde görülmemiş olan bu varsayımsal putun çizimleri, hatta heykeli de yapılmıştır.
İşin ilginç olan yanlarından biri de, bu tasarımdaki görünümün Tarot kartlarındaki “şeytan” figürüne çok benzemesidir.
Bu figür, 19. yüzyılın ikinci yarısında ezoterik konular üzerinde birçok çalışma yapmış olan Eliphas Lévi’nin bir kitabında yer almıştı.
O sıralarda Masonluğa karşıt etkinlikler gösteren yazarlar hemen bundan yararlandı. Eliphas Levi’nin çizdiği bu figüre, kitaplarında «İşte Masonların Tanrısı.» diyerek yer verdiler. Buradaki figürün beline bir de mason önlüğü bağlayarak… Bu yazarlar arasında en çok ün kazanmış olanı Leo Taxil diye bir takma ad kullanmış olan Gabriel Antoine Jogand-Pagés adlı bir şarlatandır. Ona burada “şarlatan” demekle ne ön yargılı davranmış ne de yorum yapmış oluyorum. Bunu kendisi de kabul etmişti. Masonlar hakkında her biri başlı başına bir skandal niteliği taşıyan birçok anlatımı içeren birkaç kitap yayımladıktan sonra, 1895 yılında Katolik Kilisesi’nin Paris’te basına açık büyük bir toplantı düzenlemesini sağlamıştı. Bu toplantıda kürsüye çıktığında, kitaplarında anlatmış olduğu her şeyi kendi kafasından uydurduğunu, yaptığı bu şarlatanlık ile papayı bile kandırmayı başardığını gururla anlatmıştı. Ne gurur ama….
SorgulamalarTapınak Şövalyeleri yıllarca sorgulandı. Birçoğu, daha önce Fransa kralının adamlarına verdiği ifadeyi yalanlayıp, baskı ve işkence altında kalmış olduğu için kendisinden itiraf etmesi istenilenleri kabul etmek zorunda kaldığını söyledi. Şimdi, asıl patronları olan Kilise’nin kendilerinden yana çıkacağını umuyorlardı.
Önceleri bu doğrultuda bir eğilim belirdi ama bu işin sonu hiç de öyle olmadı.
Bu kez Engizisyonun yargılama sürecindeki işkencelerle karşı karşıya kaldılar. Çünkü bu arada 4. Philippe henüz Engizisyona teslim etmemiş olduğu 54 şövalyeyi Paris dışındaki bir tarlada kazığa bağlayıp diri diri yaktırmıştı.
Bu olay şövalyelerin Engizisyonun sorgulamasında kendilerini savunmalarını çöküntüye uğrattı.
Eğer bir şövalye kendisine yöneltilen suçlamaları kolayca kabullenir ve “suçlu” olduğunu itiraf ederse; tüm tarikatın sorgulaması sonuçlanıncaya kadar hapiste kalacağı bildiriliyor, kendisine iyi bakılıyor, tutsaklık süresi boyunca dua ederek Tanrı’ya günahlarını bağışlaması için yakarması öneriliyordu.
Eğer suçlamalara karşı çıkacak olursa; hafifinden ağırına doğru çeşitli işkence yöntemlerinin uygulanmasına başlanıyordu. Ta ki dayanamayıp ölmezse bir kez daha suçlu olduğunu itiraf edip işlediği suçları istendiği gibi anlatana dek.
Sonunda hepsinin “suçlu” olduğu saptandı. Hepsi ölüm cezasına çarptırıldı.
Ancak tüm bunlar Fransa kralının Tapınakçılardan hıncını çıkarmasından başka ona hiçbir yarar sağlamadı. 4. Philippe hâlâ umudunu yitirmemişti; daha yararlı sonuçlar elde edilmesi için papaya sürekli baskı yapıyordu.
Papanın TutumuPapa bu durumdan sıkılmıştı. 4. Philippe, Tapınak Şövalyelerinin suçlanarak gerektiğince cezalandırılmasını istemişti. İsteği yeri getirilmişti. Bundan ötesi kralın dünyevi nitelikli bireysel istekleriydi. Bunları da ona sağlamak papanın elinde değildi. Krala boyun eğişinden ötürü pişman olmuştu. Artık kendisini bu işin içinden sıyırmak istiyordu çünkü kralın istedikleri bitmek tükenmek bilmiyordu.
Hele Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın yıkıntıları üzerine yeni bir tarikat kurulmasını, bu kadarla da kalmayarak başına da oğlunun getirilmesini isteyince, papa sabrını yitirdi.
Fransa kralı onu ne sanıyordu?... Oyuncağı mı?... Tamam, onun sayesinde papa olmuştu. Bunu yadsımıyordu. Fakat bunun karşılığında yetki sınırlarını aşarak emelleri doğrultusunda ona çok yardım etmişti. Borcunu ödemişti. Artık yeterdi. Yakasını bırakmalıydı.
Bu amaçla 1311 yılında Katolik Konseyi’ni Fransa’nın Provénce bölgesindeki Vienne adlı kasabada toplantıya çağırdı. Bu konsey toplantısında Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın kapatılmasını önerdi. Ancak konsey üyelerinin çoğunluğu, papanın önerisini benimsemedi. Çünkü kimi şövalyeler sapkın olabilirdi ama bu durum kurumsal bakımdan tarikatın suçlu olduğunu göstermezdi.
4. Philippe ise sadece papayı değil, Katolik Konseyi’ni bile bu işe zorlamaya kararlıydı. Bir bakıma yaklaşık bin yıl önce Roma İmparatoru Konstantin’in yaptığının bir benzerini yaptı. Doğrudan konsey toplantısına girerek isteklerini zorla kabul ettirmedi ama ordusuyla Vienne kasabasını kuşattı.
Bunun üzerine papa, konsey üyesi kardinallerden bir bölümüyle özel toplantılar düzenledi. Fransa kralı çıldırmış gibiydi. Bir çılgına lâf anlatılamazdı. «Elbette sayın kardinaller bir kralın istemi doğrultusunda davranacak değildir. Bununla birlikte hepimiz akıllı davranarak her şeyden önce Kutsal Kilise’nin yararlarını gözetmeliyiz. İçinde bulunduğumuz durumda zaten bu tarikatın kapatılmasının en iyisi ve en doğrusu olduğu ortaya çıkmıştır.» gibi sözlerle, kardinalleri ikna etmeye çalıştı. Başka ne yapabilirdi ki?
Sonunda Kilise Konseyi, çoğunluk oyu ile bu konuda yapılması gereken işlemi papanın kararına bıraktı.
5. Clementhus, 1312 yılında yayımladığı “Vox in Excelso” (Yüce Katın Sözü) başlığını taşıyan bildirgeyle Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın kapatıldığını ilan etti. Bu duyuruyu yaparken, 4. Philippe de hemen yanı başında yer aldı.
Papa, bildirgesinde, geçen birkaç yıl içinde Tapınak Şövalyeleri ile bağlantılı olmak üzere ortaya çıkarılmış gerçekleri (!) uzun uzun anlattı ama tarikatın kapatılmasına ilişkin açık seçik bir gerekçe göstermedi. Ancak Katolik Konseyi ile ters düşmemek için, şövalyelerin suç işlediklerini belirtmekle birlikte genel olarak tarikata suçlama yöneltmedi. Çünkü tarikatı suçlamak demek, gelmiş geçmiş papaların hepsini suçlamak anlamına gelirdi. Sadece kapatıp etkinliğine resmen son verdi, o kadar...
İki ay sonra yayımladığı “Ad Providam” (Öngörü) başlıklı bir diğer bildirgeyle tarikatın tüm mal varlığının Hastanecilere (Hospitalyelere) devredildiğini duyurdu.
Hastanecilerin DurumuPapanın bu son bildirgesi Fransa kralının hiç de işine gelmedi. Bir “oldu bitti” ile karşı karşıya kalmıştı. Tamam, diğer ülkelerdeki mal varlığı Hastanecilere verilebilirdi. Buna bir diyeceği olmazdı. Fakat kaçırılmış olduğu anlaşılan hazineden sonra Fransa’da bir de mal varlığı elinden gidiyordu. Bunun için, geçmişte daha önce Fransa Krallığı’na ait iken tarikata bağışlanmış olduğu bilinen taşınmaz mülke ve gelir haklarına hemen el koydu. Sadece arta kalanını ve kanıtlanamayacak olanları Hastanecilere bıraktı.
Bunu örnek alan diğer krallar da, kendi ülkelerinde Tapınak Şövalyelerinin ardından ortada kalmış mülkün çoğunun üzerine oturdu. Arta kalanı Hastanecilerin oldu.
Böylece Hastaneciler, papanın buyruğu uyarınca alması gerekenin pek azını elde edebildi.
Fransa kralı bu kadarla yetinmedi. Doyamamıştı. Tapınak Şövalyelerinin tutuklanıp yargılanması işlemi sırasında yüklü harcamalar yaptığını ileri sürerek, Hastanecileri oldukça ağır bir vergi yükü altına soktu. Bir tür veraset vergisi... Durup dururken âdeta mirasa konmuşlardı ya!
Bu arada, her nasıl olduysa bir kişiye hayli cömert davrandı. Tapınak Şövalyelerini ele vererek tüm bu işlerde Fransa kralına hayli yararı dokunmuş olan Esquein de Florian adlı muhbir, kendi çapına göre bir dünyalık aldı.
Jacqueas de MolayTapınak Şövalyelerinin Fransa’daki sorgulama ve yargılamaları, papanın tarikatı resmen kapatmasından sonra iki yıl daha sürdü.
Son olarak, diğerleri gibi elbette suçlu bulunan Büyük Üstat Jacques de Molay ile Normandiya karargâhının üstadı Geoffroi de Charney, 1314 yılının Mart ayında Sen Nehri ortasındaki bir adada yan yana birer kazığa bağlanıp ateş üstünde ağır ağır kızartılarak idam edildi.
Bu yöntemin uygulanmasının da bir gerekçesi vardı. Tarikatın bu iki üst düzey yöneticisi, iyi birer Hıristiyan olduklarını ileri sürmekte diretiyordu. Bu artık sapkınlığın da ötesine geçmiş, kâfirliğe dönüşmüş bir tutum sayılmıştı.
İşte böylece Tapınak Şövalyeleri Tarikatı tarihten silinmiş, Tapınakçılar da sonsuza kadar ortadan kalkmış oldu.
Öyle deniyordu.
Acaba sahiden öyle miydi?
Tapınak Şövalyelerinin tarihi ile bağlantılı anlatımlara burada son veriyorum. Ancak sanmayın ki bu olay böylece sona ermiş, Tapınak Şövalyelerinin yeryüzündeki varlığından eser kalmamıştır. Bu konuya bir başka başlık altında yine devam edeceğim.
Bu arada pek önemli olan bir nokta, Jacques de Molay’ın bir kahraman düzeyine yükseltilmiş olmasıdır. Bu olgu, çağımızda varlığını sürdürmekte olan Tapınakçı tarikatlarının birçoğunun tekmelini oluşturur. Dahası, Masonlukta da çok önemsenmiş ve birçok mason ritinin çeşitli derece ritüellerine de girmiştir. ABD’nde genç çocukları ileride Masonluğa yetiştirmek üzere kurulmuş olan bir örgütün “De Molay” adını taşıdığını da gözden uzak tutmayalım.
Şimdilik hoşça kalın. Bakalım bu konuya nasıl bir başlık altında devam edeceğim.
Sevgiler.