Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: MÜRTECİ  (Okunma sayısı 2161 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Kasım 25, 2009, 04:39:46 ös
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

 Danıştay Başkanı SUMRU ÇÖRTOĞLU'ya AÇIK MEKTUP1
[ya da "Ben Bir Mürtecî İmişim De Haberim Yokmuş!"]
 
Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu2 Hanımefendi'nin (doğ. 1943) "Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı her türlü hareketin irticâ olduğu"nu Danıştay Başkanı sıfatıyla beyân etmesi, bu bağlamda hem kendimi acımasız bir otokritiğe tâbi tutmamı ve hem de bu "irticâ tanımı"na uyan civârımdaki "mürtecîleri" tesbit etmemi mümkün kıldı. Bu bakımdan kendisine minnettârım
Bilindiği gibi Atatürk inkılaplarının dayandığı ve gerek 1961 gerekse 1982 anayasalarında da tâdât edilmiş olan kānûnlar sekiz tânedir:

1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı "Tevhid-i Tedrîsat Kānûnu";
2. 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı "Şapka İktisâsı Hakkında Kānûn";
3. 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı "Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kānûn";
4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı "Türk Kānûnu Medenisi"yle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikâh esası ile aynı Kānûnun 110 uncu maddesi hükmü;
5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı "Beynelmilel Erkamın3 Kabûlü Hakkında Kānûn";
6. 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı "Türk Harflerinin Kabûl ve Tatbiki Hakkında" Kānûn;
7. 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı "Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kānûn";
8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı "Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kānûn"

    * 25 Teşrinisani [Kasım] 1341 [1925] gün ve 671 sayılı "Şapka İktisâsı [Giyilmesi] Hakkında Kānûn"4 önemli bir devrim kānūnudur; ve bu kānûn kadın erkek ayırımı yapmaksızın, formel olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin de üyeleri dâhil olmak üzere "idâre-i umûmiye ve husûsiye ve mahalliyeye ve bilumum müessesata mensup memûrin ve müstahdemin" şapka giymelerini mecbûr kılmaktadır.

Bendeniz de üniversiteyi bitirdiğim 1956 yılından itibâren 1976 yılına kadar pek fiyakalı dört adet farklı renk ve modelde "Borsalino" marka italyan ve iki adet de yerli malı fötr şapka eskitmiştim. Fakat hem fötr şapkaların teorik fizikçi bir profesörün kazancına göre çok pahalılanmış olması ve daha sonra da başımdaki egzemaların şapka ya da benzeri bir serpûş ile havasız kalmasının yol açtığı komplikasyonlar dolayısıyla 1976'dan bugüne kadar hiç fötr şapka kullanamadımdı. Fakat, bundan nâşî, 31 yıldır ne denli bir mürtecî olmuş olduğum olgusu Sumru Hanımefendi'nin bu saptamasıyla kafama birdenbire denk ediverdi. Çok utandım, azap duydum. Özellikle de rahmetli babaannemin, anneannemin, ilk eşimin ve [Allāh ömrülerini tezyid etsin!] şimdiki eşimin ve de her iki kızımın da [aslā şapka giymemiş ve giymemekte olmaları dolayısıyla] ömürlerini irticâ içinde geçirmiş ve geçirmekte oldukları olgusu da, doğrusu, içime oturdu.

Bu devrim kānûnuna karşı göstermiş olduğum lâkaydî beni rahatsız ederek hâlisâne bir tövbeye sevketti ama nefsim de hemen savunmaya geçti ve Türkiye'de Sumru Hanımefendi'nin mürtecî tanımına uyan ve bu devrim kānûnuna fütürsuzca karşı çıkan benden başka kimlerin bulunduğunu da araştırmaya koyuldu.

Aaa! Bir de ne göreyim meğer Türkiye'de karınca gibi mürtecî kaynıyormuş da haberim yokmuş. Tevekkeli değil büyüklerimiz "İrtica büyük boyutlar kazandı; en büyük tehlike irticâ!" deyip duruyorlardı. Meğer gerçekten de yerden göğe kadar hakları varmış. Bütün Türkiye'de bu devrim kānûnuna hassasiyetle uyanların yalnızca ve yalnızca askerler olduğunu idrâk etmem de beni derin hayretlere gark etti.

Tesbit edebildiğim kadarıyla Cumhurbaşkanı sayın Ahmet Necdet Sezer de, Başbakan sayın Tayyip Erdoğan da, TBMM üyeleri de, Danıştay Başkanı Sumru Hanımefendi de, rahmetli Danıştay 2. Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin (1942-2006) de, CHP lideri Deniz Baykal da, MHP lideri Devlet Bahçeli de, DSP lideri Zeki Sezer de, ANAP lideri Erkan Mumcu da, DYP lideri Mehmet Ağar da, FP lideri Recai Kutan da, GP lideri Cem Uzan da, HYP lideri Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk de, emekliliklerinde başta Genelkurmay sâbık başkanları olmak üzere paşalarımız da, en sıkı kemalistler de ve daha nice kimseler hayrettir, uzaktan bakıldığında ve Sumru Hanımefendi'nin "irticâ tanımı" bağlamında, sanki rahmetli Atatürk'ü inkâr edercesine ve üstelik de bu tutumlarının İnkılap Kānûnları'na bir çeşit meydan okuma gibi algılanıp yorumlanması pekālâ mümkün iken, hiç şapka giymemektedirler. Ha bakın, yiğidi öldürün ama hakkını da verin! Bu bağlamda sâbık cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e kimse toz konduramaz.

 Buradaki âşikâr aksaklık:

   1. Bu muhterem zevâttan ötürü müdür?
   2. Danıştay Başkanı'nın verdiği "mürtecî tanımı"nın realist olmamasından, yâni ilmî bir temelden yoksun olmasından mıdır?
   3. Yoksa "Şapka İktisâsı Hakkında Kānûn"un artık bugünkü sosyal realiteye uyması mümkün olmayan, geçerliliğini yitirmiş güdük bir devrim kānûnu olmasından mıdır?

Bunu çözememenin üzüntüsü içindeyim.

*  Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu Hanımefendi'den aldığım ilhâm ile hem kendi mürtecîliğimin kökenlerini ve hem de gözler önündeki zevâttan kimlerin söz konusu tanıma uymakta olduklarını bir detektif gibi araştırmaya koyuldum ve dikkatim bir başka devrim kānununa: 26 Kasım 1934 gün ve 2590 sayılı "Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kānûn"a çevrildi.

Bu kānûnun 1. maddesinde: "Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, Kānûnun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlariyle anılırlar" ibâresini görünce hapı yuttuğumu anladım. Meğerse ben ne kadar da müzmin bir mürtecîymişim, Yâ Rabbî! Aslında Sumru Hanımefendi'ye aslā Hanımefendi dememem lâzımmış, bu bir! Ayrıca, Üsküdar Kur'ân Tilâvet Tarzı'nın en son ve en seçkin temsilcilerinden biri olan rahmetli babamdan da yazılarımda ve hâtıra kitaplarımda söz edereken aslā Hâfız Nûrullāh Bey dememeliymişim, bu da iki!

Kezâ, hem rahmetli babam ve hem de benim gençliğimin sonuna kadar Üsküdar'ın kalbur üstü zevâtı Atatürk'den hep "Gāzî Hazretleri" diye söz etmişlerdi. Bu zevâtın bu yönden de mürtecî olmalarına ve benim de bu durumu hiç fark edememiş olmama çok üzüldüm. Bayan Sumru Çörtoğlu, iyi ki varsınız da bizleri bu kānûnsuz işlemler hakkında uyandırdınız! Bir fransız atasözü "Mieux vaut tard que jamais!", yâni meâlen "Bir işin geç vuku bulması hiç vuku bulmamasından evlâdır" demektedir.

Fakat işlenen günâhın ve kānûn tanımamazlığın azametinin farkına, üniversite ortamındaki bütün resmî yazışmalarda öğretim üyelerinin kānûnun derpiş ettiği gibi yalnızca adlarıyla değil fakat bu devrim kānûnunun kasden ve alenen çiğnenerek ünvânlarıyla birlikte anıldıklarını idrâk edince vardım. Demek irticâda ben münferit bir günahkâr değilmişim; benimle birlikte bütün üniversiteler de mürtecî imişler. Bu "bir cemaate iştirâk insiyâkı", "aidiyet kompleksi" ve "suça iştirâk bilinci", tuhaftır, beni gevşetip rahatlattıysa da hemen sonra ne kadar general dostum olduysa hepsine de "Paşam" demiş ve de demekte oluşumun hatâsının ağırlığını ve de lâik mahcûbiyetini birdenbire omuzlarımda hissedip gene depresyona girdim.

Bir de bu kānûnun 2. maddesinde, aynen: "Türkler yabancı Devlet nişanları da taşıyamazlar" hükmünü görünce, işte o zaman, beynimden vurulmuşa döndüm. Nasıl olmasın ki, bırakın diğerlerini, fakat hemen hemen bütün Genel Kurmay Başkanları'mızın yabancı devletler tarafından verilmiş nişanları var. Ve bu zevât takdîm merâsimlerinde ve onu izleyen kokteyllerde bilmecbûriye bu nişanları ve ondan sonra da bunların "rozet"lerini göğüslerinde taşımışlar, yâni Bayan Sumru Çörtoğlu'nun "irticâ tanımı"na göre bu devrim kānûnunun rûhuna aykırı olarak, sanki mürtecîler gibi davranmışlardır.

İcad etmiş olduğu "irticâ tanımı"nın nerelere toslayabileceğini Bayan Sumru Çörtoğlu'nun5 hiç mi hiç öngörememiş olması da ayrıca üzüntü verici değil mi? Temkin, teenni ve ilimle değil hislerinizle ve heyecanla ifâde edilmiş olan "irticâ tanımınız"ın mantıkî sonuçları nelere kadar uzanıyor, idrâk edebiliyor musunuz sayın Danıştay Başkanı?

Aynı durum yabancı devletler tarafından nişanlara hakkıyla lâyık görülmüş, ve bu devletlerin elçiliklerinde ve konsolosluklarındaki dâvetlere bu nişanları ya da bunlara işâret eden "rozet"leri takarak iştirâk eden akademisyenlerimiz için de geçerli değil midir? Bunlar da söz konusu devrim kānûnunu aslā çiğnememiş sayılabilirler mi? Bunlar da Sumru Çörtükoğlu'nun lûtfetmiş olduğu "irticâ tanımı" kapsamında düpedüz mürtecî ve hattâ mürtecînin de daniskası değiller midir? Hamd olsun Rabb'ime! Beni ömrüm boyu korudu da hiçbir yabancı devlete [ve ne yazık ki kendi devletime de] sevimli göstermedi; bundan ötürü beni bir de bu yönden "İnkılap Kānûnları'na aykırı hareket eden mürtecî" töhmeti altında bırakacak madalyalarım ve nişanlarım da hiç olmadı.

II. Cihan Harbi Anadolu'da tarımdan birdenbire çok para kazanıp da ne yapacağını bilemeyerek İstanbul'a akın eden, parasını Beyoğlu'nun sefâhathânelerinde söğüşleten köylüleri birdenbire ön plâna çıkarmıştı. Umûmî ahlâka uymayan bu tavırlar karikatüristler ve yazarlar tarafından zamanın mizah dergilerinde epeyi tenkid edilip gırgıra alınmış ve bu kabil köylülere "Hacı Ağa" diye bir de lâkap takılmıştı. Karikatürist Râmiz Gökçe'nin bu konuda 1946 yılında yayımlamış olduğu Hacı Ağa Albümü de derhâl kapışılmıştı. Şimdi Sumru Çörtükoğlu'nun rehberliğinde bu kıymetli karikatüristlerimizin de aslında ne denli mürtecîlerden olduklarını nihâyet idrâk etmiş bulunuyorum. Eh, benim için bu da bir kazanç sayılır.

İnsanlara alışık oldukları bir şeyi kānûn, mevzuat, ictihad ya da emir mârifetiyle yasaklarsanız ya da en azından bunlara insanların doğal hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı kayıtlar koyarsanız insanlar yasaklananların yerine bu mevzuatın öngörmediği bir "ersatz"ı6 mutlakā ama mutlakā ikāme ederler. Bir ülkede din yasaklanır ya da hor görülürse, bir süre sonra insanlar Allāh'a tapmak yerine kutsallaştırdıkları kişilere [siyâsîlere, din adamlarına, futbolcülere, sanatkârlara, porno artislerine, ve ilh…] ya da kavramlara tapar putlaştırırlar, veyâhut da başka dinlere [Budizm'e, Brahmanizm'e, Taoizm'e, Şamanizm'e, Satanizm'e, Zen'e ve ilh…] yönelirler.

İnsanların görgüsüne, edebine, nezâket ve zerâfetine bir çeşit gem vuran  "Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kānûn"un getirdiği yasaklardan kurtulmak için çırpınan insanlar bu sefer de "Sayın" diye uyduruk bir lâkap îcad etmiş bulunmaktadırlar7. Bu lâkabın uygulanması ise Türkiye'de öylesine cıvık bir hâl almıştır ki milletvekilleri ve yüksek bürokratların yanında Allāh'ın öküzlerine de, medyada ve televizyon kanallarında edebsizlikleri ve cibilliyetsizlikleri müsellem kimselere de, kātillere de ve teröristlere de artık "Sayın"sız hitâb edilemez olmuştur.

Bunu da söz konusu devrim kānûnu kapsamında mütâlea etmenin ve hattâ üzerinde "Sayın" lâkabı yazılı mektupları ve paketleri postahânelerin aslā kabûl etmemesinin  "Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kānûn"un rûhuna uygun, fevkalâde isâbetli bir önlem olacağı savını Sayın Sumru Çörtükoğlu acabâ benimle paylaşır mıydı?

Bu devrim kānûnunun serencâmını analiz ederken yolum, tesâdüfen, 27 Temmuz 1967 gün ve 926 sayılı "Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kānûnu"na düştü. Bu kānûnu baştan sona tetkik edip de  208. maddeye geldiğimden tepemden aşağıya kaynar sular döküldü. Acabâ yanlış mı okuyorum diye bu maddeyi heyecânım geçinceye kadar defalarca okudum.  Bu madde aynen: "Aşağıdaki yazılı kānûnlar ve bunların ek ve değişiklikleri ile diğer kānûnların bu kānûna aykırı hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır " demekte ve tâdât ettiği 19 kānûn meyânında da h) şıkkında:   "26 Ekim 1934 gün ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi unvanların kaldırıldığına dair kānûnun bu kānûna aykırı hükümleri"ne yollama yapmaktadır.

Allāh, Allāh! Ve minel garâib! Rahmetli Atatürk'ün bir devrim kānûnunu eksik, arkaik, günün realitesine uymuyor tesbitiyle tâdil edip hükümlerini kaldırmak cüretini gösteren bu mürtecîler de kim? E, hani bu devrim kānûnları kutsaldı, keyfemâyeşâ değiştirilemezdi, Dünyâ durdukça duracaktı, Anayasa'nın teminâtı altındaydı? 9 Temmuz 1961 gün ve 334 sayılı Anayasa'mızın "Devrim Kānûnlarının Korunması" başlığı altındaki 153. maddesi de 7 Kasım 1982 gün ve 2709 sayılı Anayasamız'ın "İnkılap Kānûnlarının Korunması" başlığı altındaki 174. maddesi de bu kānûnları ilk şekilleriyle dondurmamış mıydı? Kendi "irticâ tanımınız"ın kapsamı ve de bağlamında zât-ı âlîniz buna ne buyurur acabâ Sayın Sumru Çörtoğlu?

Mâmâfih bu keşfim beni, ne yalan söyleyeyim, rahatlattı. Türkiye'mizde bu kadar devletlû mürtecîler varken bendenizin irticâı herhâlde artık kimsenin gözüne batmaz, sanırım.

* Efendim, devrim kānûnlarını Sayın Sumru Çörtoğlu'nun ihdâs ve ilhâm etmiş oldukları şevk ile incelemeye devâm ederken aklım ve hayâlim 30 Kasım 1925 gün ve 677 sayılı " Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kānûn"a takıldı.

Bu devrim kānûnunun 1. maddesinde: "Alelumum tarîkatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halîfelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimâliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifâ ve kisve iktisâsı memnûdur"  denilmektedir ama, kanımca, mürtecîler tarafından en çok çiğnenen devrim kānûnu da budur.


Milletimizin mürtecîleri aslında fevkalâde kurnazdırlar. Bu devrim kānûnunu da kadük ve güdük kılmak için ellerinden geleni yapmışlar ve tekkelerde gözden ırak âyinler yapmak yasak olduğundan âyinlerini Spor ve Sergi Sarayları'nda, Kongre Sarayları'nda ya da televizyon kanallarında Semâ ya da Semah Gösterisi kılıfı içinde ve Dede'lerin ya da Baba'ların riyâsetinde ve mensubu oldukları tarîkatin kānûnla yasak olan kisveleriyle ve hem de yüksek Devlet Ricâli'nin huzurlarında, herkesin gözü önünde, icrâ etmenin yolunu bulmuşlardır. [Lâf aramızda, bendeniz de bu gösterileri, devrim kānûnları nın rûhuna aykırı olmasına rağmen ve suç olduğunu bile bile, hiç kaçırmam; büyük bir zevkle ve derin bir huşû içinde izlerim. Meğer suç işlemenin de kendine mahsûs bir zevki, lezzeti varmış. Ve minel garâib!].

Ayrıca her sene Hacı Bektaş Şenlikleri'nde bâzı mürtecî (!) siyâsîlerin Alevî ve Bektâşî oylarının goygoyculuğu için devrim kānûnuna aykırı durumları âdetâ teşvik edip bunların fâilleriyle özdeşleşme gayreti içinde boy göstermeleri de vukuat-ı âdiyeden olmuştur. Bunun sonucu olarak da kānuna aykırı bu durum, devrim kānûnlarına saygıyı temin etmek ve bunların tağyir edilmesini önlemekle yükümlü olan hukuk erbâbımızın çoğunluğunun da, sanki bir nemelâzımcılık sendromuyla, [ve de pek monden, pek hümanist  bir hoşgörüyle] duyarlılık alanlarının dışına itilivermiştir.

Türkiye'de "Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kānûn"a rağmen ve bu kānûnu herkesin gözü önünde çiğneyerek, falcılık ve gaybdan haber vermek de almış yürümüştür. Medya'da meselâ Milliyet, Hürriyet, Bugün, Sabah, Vatan vb… gazetelerde [ve bâzı televizyon kanallarında] her gün bir Astroloji sayfası [konuşması] yayınlamaktadırlar. Bu devrim kānûnlarının uygulanması için görevliler, yâni en azından Cumhûriyet Savcıları, ne yaparlar bilemem? Ama sonuç şu ki Sayın Sumru Çörtoğlu'nun "irticâ tanımı "na uygun olarak, yetkililerin lâkaydîsi yüzünden, irticâ yurtta gitgide artmaktadır.

* Önemli bir devrim kānûnu da 3 Mart 1340 [1924] gün ve 430 sayılı "Tevhid-i Tedrisat Kānûnu"dur. Bu kānûnun 1. maddesinde: "Türkiye dâhilindeki bütün müessesatı ilmîye ve tedrîsiye Maarif Vekâletine merbuttur" denilmektedir ama üniversitelerin Millî Eğitim Bakanlığı'na değil de Yüksek Öğretim Kurumu'na bağlanmış olması karşısında bu devrim kānûnunun da sâfiyetinin bozulmuş ve tağyir edilmiş olduğunu idrâk etmek güç değildir. Ve ne garip bir hukūkî çelişkidir ki 1982 Anayasası, hem 131. maddesiyle Millî Eğitim Bakanı'ndan bağımsız bir Yüksek Öğretim Kurumu ihdâs ederek Tevhid-i Tedrîsat Kānûnu'nu bozmakta ve hem de hemen akabinde aynı kānûnun korunduğunu 174. maddeyle beyân etmektedir!

Vallāhi, bendeniz, rahmetli Atatürk'ün devrimlerinden elimizde rezil edilmedik neyin kalmış olduğunu çok merak ediyor ve Anayasalar'ımızın korumasına rağmen devrim kānûnlarındaki bütün bu tahrîfatın hangi kurnazlıklarla gerçekleştirilmiş olduğunu da anlayamıyorum. Yok eğer bu tahrîfatları savunmak bâbında "Efendim, bu devrim kānûnları zamanın gereklerine ve cemiyetin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarına göre tâdil edilmiştir" deniyorsa o zaman bu kānûnları anayasalarda ilk şekliyle dondurup da sanki bir dokunulmazlıkları varmış gibi bir efsâne ihdâs ederek şeklen korunuyorlarmış gibi gösterip insanları kandırmanın ne gereği var?

* 1. "İrticâ" kelimesi Arapça'dan dilimize geçmiştir. İki ayrı yazılış şekli ve iki ayrı anlamı vardır. Arapça'da sonu "hemze" ile biten irticâ, "recâ" kelimesinden türetilmiş olup: umma, ümîdetme, ümît ediş anlamındadır. Sonu "ayın" harfiyle biten ise: geriye dönme, yeniye karşı direnip eskiye geri dönmeyi murâd etme, gericilik, İslâm'dan uzaklaşarak Câhiliyye Devri âdetlerine rücû etme anlamındadır.

Arapça ve Osmanlıca'da "ayın" ile biten "irticâ"dan türemiş olan sıfatlar ise: 1) kişilere yollama yapıldığında: mürtecî, 2) davranış biçimine yollama yapıldığında da: irticâî'dir.

II. Meşrûtiyet'ten sonra ve Cumhûriyet döneminde bâzı dinî duyarlılıkları da, aşağılayıcı [pejoratif] bir anlam yükleyerek, "irticâ" diye adlandırmak moda olmuştur.

"İrticâ" ve "mürtecî" kelimeleri son olarak Atatürkçü Düşünce Derneği içindeki hiziplerin bile biribirlerini susturmak için ithamkâr bir silâh olarak kullanmaya başladıkları yeni bir semantik değer kazanmıştır.

    2. Eğer hâfızam yanıltmıyorsa, Adâlet Bakanı Cemil Çiçek, 2006 yılının sonlarına doğru, irticânın bir hukuk kavramı olmadığını belirtip kānûnlarda yer almayan bir kavrama dayanarak kimseye suç isnat edilemeyeceğini bildirmişti. Cemil Çiçek, Türk Cezâ Kānûnu'nda tanımı bulunan suç teşkil eden eylemler söz konusu olduğunda ise hiç kimseden izin almaksızın cumhuriyet savcılarının görevlerini yapmaları gerektiğine de dikkati çekmişti.

Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası (Sağlık-İş) Genel Başkanı Mustafa Başoğlu'nun, "Bilgi Edinme Kānûnu" gereğince Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Millî Güvenlik Kurulu, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Diyânet İşleri Başkanlığı, Yargıtay, Danıştay, Adâlet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Ankara Cumhûriyet Başsavcılığı, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Rektörlüğü olmak üzere bazı kurum ve kuruluşlara sorduğu "İrticâ nedir? İrticâ suç mudur? Suç ise kimler bu suçtan yargılanmıştır?" sorularına bir tek T.C. Diyânet İşleri Başkanlığı cevap vermiştir. Başkanlığın cevâbı şöyledir:

"İrticâ klâsik kaynaklarda tanım ve izahı yapılmış bir terim değildir. Türkiye'nin dışında nâdiren kullanılmakla beraber, Arapça kökenli bir kelime olup "geriye dönmek" anlamına gelen "rucû" masdarından türetilmiştir. Türkçe'de eşanlamlı olarak gericilik tâbiri ile birlikte kullanılmaktadır. Terakkînin zıddı olan irticâ kelimesi, Türkçe'mizde, toplumda yeniliklere değer vermeyip, her yönüyle eskiyi özlemek veyâ eski düzeni getirmeye çalışmak anlamını ifâde eder. İrticâ kavramı psikoloji, sosyoloji vb. alanlarda kullanıldığı gibi dinî alanda da farklı biçimlerde algılanmaktadır. Bir yönüyle dinden sapmak, tekrar cehâlet ve şirk hayatına dönmektir. Diğer yönüyle irticâ, dinin özünden uzaklaşmak ve dini, temel ilkelerine aykırı olarak algılamak ve yorumlamaktır. Buna göre irticâ, kendini dindar sanan kimselerin bilerek veyâ bilmeyerek din kurallarından uzaklaşması, dinin özünü bir tarafa atıp örfî şekline sarılmasıdır. İslâm'ın zâhirine sıkı sıkıya bağlı kalmanın esas olduğunu ileri sürüp, bu esâsa riâyet etmeyen insanları dışlayan, onlara hayat hakkı tanımayan Hâricîler'in hareketi bu konuda tipik bir örnek teşkil etmektedir".

* İşin şaka tarafını artık bir yana bırakalım da Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu'nun "Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı her türlü hareketin irticâ olduğu"nu ifâde eden "irticâ tanımı"na ciddî bir şekilde eğilelim.

İnsanların "efrâdını câmî, ağyârını mânî", yâni "aynı özelliğe sâhip olanların hepsini içine alıp farklı olanları dışarıda bırakan, eksiksiz ve fazlasız" tanımlara dayanmadıkları sürece: 1) üzerinde anlaşma sağlayabilecekleri, 2) sağlıklı ve 3) verimli tartışmalar yapmaları da aralarında vahdeti sağlamaları da imkânsızdır. Aksine bu gibi tanımların toplumdaki vahdete katkıda bulunacak yerde nifak ve şikak tohumları olmaları ihtimâli de yüksektir.

Çağdaş Türkiye'de halkı yapay bir sınıflandırmaya tâbî kılmaya ve bunu psikolojik bir baskı aracı olarak kullanmaya yarayan üç kavram vardır ki bunlar doğru dürüst tanımlanmadıkları, tanımlanamadıkları için gerginliklere, nifaka ve şikaka sebep olmaktadırlar. Bunlar: 1) "irticâ", 2) "lâiklik", ve 3) "kamusal alan" kavramlarıdır.

İrticâ yalnızca Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı her türlü hareketten mi ibârettir? Diyânet İşleri Başkanlığı'nın yukarıda takdîm etmiş olduğum beyânatından da anlaşılacağı vechile irticâ, aynı zamanda, "kendini dindar sanan kimselerin bilerek veyâ bilmeyerek din kurallarından uzaklaşması, dinin özünü bir tarafa atıp örfi şekline sarılmasıdır" da. Devleti ferdin doğal haklarının korunması ve onun refahı için bir araç değil de ferdi devletin kulu olarak gören siyâsî ideoloji de bir irticâdır.

Bugünün ekonomik ve sosyal şartları altında, Atatürk zamanında tesbit edilmiş ve devlet politikası kılınmış olan altı okun umdelerinden biri olan, devletçilik ilkesine geri dönme özlemi de bir irticâdır.

Atatürk'ün 1934-1936 arasında dilin özleştirilmesi esnâsında ittihaz etmiş olduğu ama daha sonra "Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur, maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur" diyerek vaz geçmiş olduğu konuşma tarzına dönüş de bir irticâ olurdu8.

Atatürk'ün Güneş-Dil Teorisi'ni bütün dillerin kökenini açıklayan yegâne teori diye Millî Eğitim Bakanlığı tarafından icbâr edilmesi de irticâ olurdu.

Çağdaş tıb yöntemlerini reddederek tedâvî için yalnızca attârların tavsiyelerine ya da uzakdoğu tıbbına rücû etmek de, bunların bütün tedâvî edici hassalarına rağmen, bir başka irticâdır.

Deneyler ve tahkîk edilmiş teorilerin, 1866 yılında James Clark Maxwell'in ortaya atmış olduğu "Esîr varsayımı"nın geçerli olmadığını ortaya koymuş olmasına rağmen hâlâ Esîr'in mevcûd olduğuna inanılması da bir irticâdır9.

2 kere 2'nin her zaman ve her yerde 4 ettiği iddiası da bir irticâdır; zirâ 2×2 ancak "kalan grupları modülo sıfır" olan aritmetikte bu "4 olma özelliği"ne sâhiptir.

Görüldüğü gibi bütün bu irticâların Atatürk ilke ve inkılaplarıyla hiçbir ilgisi yoktur.

Böylece, sağduyu ve iz'ân sâhiplerine, Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu'nun "irticâ tanımı"nın aslā ve de kat'a "efrâdını câmî, ağyârını mânî" bir tanım olmadığı gösterilmiş olmaktadır. Eğer Danıştay Başkanı irticâyı genel anlamda Atatürk ilke ve ilkılaplarına tahsis etmeyip de "Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı her türlü hareket de bir tür irticâ olarak algılanmalıdır " demiş olsaydı bu, herhâlde, daha temkinli ve de işgāl ettiği makāma daha yakışan bir beyân olurdu.

Buraya kadar söylediklerim konunun avâma hitab eden vechesi hakkındadır. İşin bir de havassa hitab eden ilmî vechesi vardır. Her ilmin temelinde iyi tanımlanmış kavramlar yatar. Epistemoloji'ye göre [yâni bir ilmin ya da bir düşünce sisteminin dayandığı kavramların, tanımların ve metotların geçerlilik sınırlarını inceleyen ilim dalına göre] bir kavramın mutlakā tam, kesin, açık ve seçik bir tanımı olmalıdır. Bu kritere göre Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu'nun "irticâ tanımı": 1) Tam mıdır? Hayır! 2) Kesin midir? Hayır! 3) Açık mıdır? Hayır! 4) Seçik midir? Hayır!

O hâlde bu tanım ilmî bir tanım değildir, Hukuk ilmine yakışan bir tanım hiç kere hiç değildir. Sâdece hislerle ve asabî heyecanla yüklü bir tanımdır, vesselâm!

 
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo