Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Basitçe Kabala ve Tarihi  (Okunma sayısı 5281 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Nisan 12, 2020, 12:04:01 ös

Sevgili dostlarım, öncelikle forumda paylaşmış olacağım bu kısa konumu şu an yazmaya başlamış olduğumdan dolayı, aynı “O”ndan gelen LVX enerjisinin Solar ve “Güzel” gücünü her hissettiğimde beni “kendime/Vahdete” yaklaştıran ve mutluluğu hissetmemi sağlayan “Güç”ün ben de uyandırdığı etki gibi, büyük bir zevk duyduğumu sizlerle paylaşmak isterim.

Bugün ister Masonluk, ister RozKruacılık (Gül Haççılık), ister tabiri caizse diğer Avrupa ve Asya kökenli batıni topluluklarda ve cemiyetlerde çok bilinen bir materyal olan Kaballah hakkında kısa ve özetin özeti niteliğinde yapmış olduğum bir çeviriyi buraya yazmak ve belki de birilerini “aydınlanma/olma” yolunda daha da “aydınlatmak” istiyorum.

Ne yazık ki, bugün Kaballah denilince hem bazı kimselerin bu ekolü “Şeytan’a” tapmak veya ruhunu satmak ile bir tutmuş olmasından hem de diğer “karalama” ve “ön yargılı” eserlerden dolayı, hatta samimi bir şekilde yazılmış olsalar da yazarlarının farklı şekilde konuyu ele almış olup kendilerince sübjektif anlamlar yüklemesinden ötürü bugün Kabala’yı çalışmak isteyen birinin önüne pek çok kafa karışıklığı çıktığını söylemek bence hiç de yanlış olmaz. En azından kendi tecrübelerime dayanarak bunu, “Vicdanım” gayet rahat bir şekilde söyleyebilirim.

Eğer Kabala öğretisinin tarih içerisinde geçirdiği süreçleri ele alacak olur isek, ilk başta yalnızca bir “Yahudi Kabalası” olmasına karşın zamanla bu “Yahudi Kabalası’nın” hem uzun yıllar boyunca farklı coğrafyalarda var olmasından dolayı hem de diğer batıni öğretiler ile birlikte çalışılmasından kaynaklı olarak değiştiğini ve zaman içerisinde “Kaballah” denilen öğretilerin ‘az veya çok’ birbirlerinden farklı şekilde çalışılmaya ve uygulanmaya başlanan temelde benzer ama bazen de farklı sistemler olduklarını söyleyebiliriz.

Bu sistemleri net bir kriter koyup birbirlerinden ayırmak her ne kadar tabiri caizse “gereksiz”, “zor” ve “keyfi” olsa da en iyi ayrım içerdikleri ve içermedikleri diğer tradisyonları da ele alarak üç temel kategoriye koymak denilebilir. Bu kategoriler “Yahudi Kabalası”, “Hermetik Kabala” ve “Hristiyan Kabala” olarak adlandırılabilirler.

Asıl bölüme geçmeden önce şunu da belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum ki, “K” harfi ile başlanarak yazılan Kabala genelde Yahudilerin (İbranilerin) yazma şekli iken, Latin alfabesi ile kaleme alınan kitaplar ise genelde Kabala’yı “C” harfi ile, “Cabala” olarak yazmışlardır. Her nedense Hermetik Kabalacılar ise bu kelimeden çoğunlukla “Q” harfi ile başlayarak “Qabala” olarak bahsetmişlerdir. Ama şunu söylemek zordu ki, bu ipuçları her zaman gözlendiği takdirde bize Kabala hakkında yazılan o kitabın yazarı veya sistemi üzerine kesin bir fikir versin. Örneğin Kabala hakkında Almanca yazılan pek çok kitap genelde “Hristiyan Kabalası” denilen kategoriye yakın olmasına rağmen “K” harfi ile yazılmıştır. Bu kısa bilginin üzerine söylemek isterim ki, bu yazının daha az karmaşık olması dileğiyle bundan böyle bütün bu sistemlerden, aksi uygun olmadıkça, “Kabala” diye genelleme yaparak bahsedeceğim…

Yahudi Kabalası

Bazı tarihçiler Kabala sözcüğünün bütün Yahudi Mistisizmini kapsadığını ve bu öğretinin Merkavah tradisyonuna dayandığını iddia ederler. Merkavah Mistisizmi genelde Kabala öncesi veya erken Kabala öğretisi olarak da kabul edilir. Yahudi Kabalası denilince belki de akla gelen ilk kitap olan ve Tanrı’nın Evreni yaratırken İbrani harflerini nasıl kullandığını anlatan Sefer Yetzirah ise çoğunlukla Kabala hakkında yazılan en eski yazılı kaynak olarak kabul edilir. Tek bir kitap yerine bir kitaplar bütünü olan Sefer Ha Zohar ise belki de en önemli Kabalistik yazılı kaynaktır ve Yüce Alemin ve içsel çalışmaların Ezoterik yorumlamalarını barındırır. Her ne kadar Yahudi Kabalası, önemli kişiler, olaylar vs. üzerine söylenecek daha bir hayli fazla söz var ise de yazımızı kısa tutmak maksadıyla Yahudi Kabalası hakkında söyleyeceklerimi burada bitirmek ve bir diğer Kabala sistemine geçmekte sakınca olmadığını düşünüyorum.

Hristiyan Kabalası

15. ve 17. yüzyıllarda, Rönesans’ın Avrupa’da başlaması ile bazı Kabalistik yazılar İbranice ’den Latin dillerine çevrilmeye ve Hristiyan akademisyenler tarafından yorumlanmaya başlandı. Bu süreç içerisinde Hristiyan teologların bazı Hermetik ve Neo-Platonik Teurjik öğretileri de Kabala’ya asimile etmelerinden dolayı genellikle Hristiyan Kabala dediğimiz sistem oluştu. Hatta Giovanni Pico della Mirandola (1463-1494) gibi yazarlar Katolik Kilisesine bile Kabala’yı Hristiyan Teurjisine eklemelerinin İsa’nın, Yüce olanın ve Tanrı’nın üçlemesinin daha kolay anlaşılmasını sağlayacağını dile getirmiş ve bu konuda baskı kurmuşlardır. Her ne kadar Heinrich Cornelius Agrippa von Nettesheim, Giordano Bruno gibi kişiler de Hristiyan Kabalası’nın ve batı majisinin gelişmesinde öncü isimler olsalarda, onlara bu yazıda değinmenin gerek olmadığını düşünüyorum.

Hermetik Kabala

Özellikle 18. ve 19. yüzyılda, “yeraltı teşkilatlarında” gittikçe yaygın olan Hristiyan Kabala öğretisi sürekli olarak daha çok Hermetik öğretiyi, ayrıca Pagan motiflerini, Pagan mitlerini ve Alşimi ile ilgili sembolleri barındırması dolayısıyla farklı bir sisteme, Hermetik Kabala dediğimiz ekole evrilmiştir. Ek olarak, Eliphas Levi takma adıyla bilinen Alphonse Louis Constant (1810-1875) gibi majisyenler Tarot destesinin kartlarını İbrani harfleri ve Hayat Ağacı (Etz Hayim) ile bağdaştırıp Hermetik Kabala gibi diğer Hermetik Okült sistemleri de etkilemişlerdir. Belki de 1800’lerin sonunda kurulan, Dion Fortune ve McGregor Mathers gibi dönemin Okült camiasını etkileyen yazarların üyesi olduğu meşhur Altın Şafak Hermetik Cemiyeti de (HOGD) Hermetik Kabala ve diğer pek çok majikal ekolü etkileyen en büyük kuruluşlardandır denilebilir. Elbette daha Hermetik Kabala hakkında söylenecek çok söz olmasına karşın bu yazıyı kısa ve öz tutmak amacıyla sonraki konumuza, Sefer Yetzirah ve kayıp kelime efsanesine başlamak istiyorum.

Sefer Yetzirah ve Kayıp Sözcük Efsanesi

Belli Okült camialar içerisinde, “Bütün realitelerin/gerçekliklerin hepsinin ondan yaratılıp, harekete geçirildiğine” inanılan bir KAYIP SÖZCÜK EFSANESİ belki de hep var olmuştur. Böyle bir sözcüğün var olduğu ve konuşulduğunda (veya telaffuz edildiğinde) teleolojik (Teolojik değil) ya da mental yaratım yapabileceği düşüncesi MÖ 4000 senesine, Memphite tanrısı Ptah Panteonuna kadar uzanır. Ptah rahiplerinin doktrinlerine göre Ptah evreni düşünerek yaratmıştır. Daha doğrusu Ptah’ın düşünceleri, fikirleri düşünüldükleri zaman realitenin kendisi haline gelen konuşulmuş kelimelere dönüşüyorlardı. (çn: Belki de o dönem her kelimenin aslında atomların kuarkları gibi titreşimden ibaret olduklarına atıfta bulunuyorlardı?) Ptah rahiplerine ait olan kadim bir yazıda şöyle geçer;
“Ptah kalp ve dil olarak ister sürüngenlerin, ister ilahların, ister küçük baş hayvanların, ister insanların olsunlar, onların [kalp formunda] kalplerinde ve [dil formunda] ağızlarında her istediğini düşünür ve istediği gibi yaptırır.”

… “Ptah’ın ağzı ‘Her şeyin adını telaffuz etmiş olan…’.”

Mısır bilimciler (çn: Egyptologlar) Mısırlıların kalp kelimesini zekâ veya zihin yerine de kullandıklarını bildirmektedirler. Bundan dolayı, burada üstü kapalı bahsedilen, telaffuz edildiğinde realite/gerçeklik yaratan kelimeyi konuşan dile dikkat etmek gerekir. Herhalde bu bilgi üstüne kadim zamanlarda bir dönem özel güçleri sahip olan veya olduğuna inanılan ve dünyevi şeyleri yaratma gücüne sahip kadim sözcüklerin veya mantraların var olduğunu varsayabiliriz. Zaten İncil’deki John I. “Başta sadece Sözcük vardı ve Sözcük Tanrı ile birdi ve Sözcük Tanrı idi.” ayetinden dolayı böyle şeyleri daha önce de duymamış mıydık (çn: Sanki sözcük Tanrı’nın kendisi gibi, değil mi?)?

Aynı şekilde, MÖ 2. veya 3. yüzyılda yazıldığı düşünülen (çn: Kimi kaynaklar MÖ 3000’e kadar dayandırır) Kabala hakkında en önemli kitaplardan biri olan Sefer Yetzirah ‘hareket’, ‘düşünce’ ve ‘sözlerin’ Yüce Olanın ayrılmaz bir birliği olduğunu öğretir. Bu kitaba göre İbrani harfleri daha çok atfedildikleri şeylere tekâmül ederler ve bundan dolayı “kutsal düşünceler, İbrani harfleri ile yazıya döküldüklerinde, [birlikle] birlik oluşturur ve yaratıcı sonuçlar doğururlar”. Basitçe, bu harfler ister yazılı olarak ve hatta ister konuşularak, dile getirildiklerinde temsil ettikleri şeyleri ‘var etme’ potansiyeline sahiptirler. Dolayısıyla bu harfler diğer dillerdeki gibi sadece sembolden ibaret değil, kozmik veya yüce enerjinin tamamlayıcı ünitelerindendirler.

Kabala’da Maskülen ve Feminen Semboloji

Şu kesindir ki, dokunulmaz veya metafiziksel konuları çalışırken gündelik hayatta aşina olduğumuz metaforları ve sembolleri kullanmak bize pek çok açıdan yardım eder. Bazıları Kabala’yı “Spiritüel bir dilin inşasında kullanılan semboller alfabesi” olarak yorumlar. Kabala’da kullanılan en önemli iki sembol ise “Maskülen” ve “Feminen” sembolojidir. Şunu belirtmekte de fayda vardır ki (aynı Kybalion kitabında da uyarıldığı gibi), bu semboller genel anlamda kullanılan kadın veya erkek cinsiyetlerine direkt olarak atıfta bulunmamaktadırlar hatta böyle bir atıftan çok uzaktırlar. Aksine bu semboller daha çok analoji yolu ile bazı Spiritüel konseptleri ve süreçleri farklı bir açıdan iletmek/anlatmak için bu terimleri kullanır.

Kabalistik tradisyon’da, özellikle Zohar ve Issac Luria’nın (1534-1572) eserlerinde de geçtiği gibi, her ne kadar YÜCELİK’in doğası ne Maskülen ne de Feminen olsa da içinde bulunduğumuz çevrede bu Yücenin yansıması bazı konseptleri oturtmamız için Maskülen ve Feminen olarak ayrılabilir. Bu ayrım, insanın (ve tabi diğer canlıların) üreme sisteminin yukarıda bahsedilen terimlerle Evrenin nasıl kendi kendini (çn: Evrenden ziyade Yücenin veya Vahdetin daha doğru bir kelime olabileceğini düşünüyorum) yarattığının ve sürdürdüğünün sürecini analoji yolu ile anlatır.

Kabala Yüce’nin öz doğası ile O’nun yansımaları ve tezahürleri arasına kesin bir ayrım koyar. Yüce’nin temel doğası veya en yüksek hali Ain Soph diye adlandırılır ki anlamı “Sonsuz” “Kısıtsız” veya “Bağımsız” demektir. Ain Soph bütün düşünce ve fikirlerin de ötesindedir. Ain Soph bilinemeyen, formsuz (bir forma sokulamayan) sonsuz-ne Maskülen ne de Feminen olan bir(lik)dir. Nasıl Ain Soph kesin bir(lik) ise, aynı şekilde içinde yaşadığımız Dünya (daha doğrusu çevremiz) düalite, kutuplaşma/polarite üzerine kuruludur. Bu polarite Maskülen ve Feminen uçlardır ve insanlardaki erkek ve kadın cinsiyetleri ise bu çok genel polarite konseptinin sadece bir tezahürüdür.

Sefirot

Ain Soph Sonsuz Işığını (Ain Soph Or) yayarak Dünyamızı yaratır ve Dünyamızın varlığını sürdürür. İlk ortaya çıkmasından Dünyamıza ulaşana kadar, Sonsuz Işık aşağı doğru akar ve arka arkaya toplam 10 Sefirot’u (çn: Çoğul) var eder. Her Sefira (çn: Tek) Yüceliğin bir sonraki fonksiyonunu veya özelliğini tezahür ettirir. Kabala’da Maskülen ve Feminen polarite bu bahsedilen akışın verilişi ve alınışı ile ilgilidir. Yani bu sembolizm Sonsuz ve Yüce Işığın veriliş ve alınışının üreme üzerine kuruludur. Baba tohumu anneye verir ve anne tohumu rahmine alır ki böylece bu tohum yeni bir varlığa/yaratığa dönüşmeye başlayabilsin. Bundan dolayı Maskülen veren, Feminen ise alan taraf olarak ayrılırlar. Bu bakış açısı ile her Sefira hem bir sonraki Sefira’ya Işığı yansıttığı için Maskülen hem de bu Işığı bir önceki Sefira’dan aldığı için Feminen olarak görülür.


Baba’nın tohumu formsuzdur ve farklılaşmamıştır. Embriyonun bir form alabilmesi ve farklı bir hal alıp değişik organlara ve uzuvlara dönüşebilmesi için annenin rahmine ihtiyaç duyar. Bundan dolayı Formsuzluk Maskülen taraf ile eşleştirilirken Form ise Feminen taraf ile eşleşir. Sonsuz Işık Ain Soph’tan aşağı doğru akarken, Sefirot kalıp görevi görür ve ışığı tutar. Akışın her bir sonraki seviyesinde, kalıplar daha “katı” hale gelirler, Işık daha da perdelenir ve sonunda Işık bizim materyal Dünyamızda son bulur. Işık her yöne doğru yayılma eğilimine sahip iken, kalıplar ise kendi sınırlarında onu kısıtlama eğilimine sahiptirler. Bundan dolayı Maskülen taraf yayılmacılık ile eşleşirken Feminen taraf ise kısıtlayıcılık ile eşleşir.

Böylece şunu anlayabiliriz ki, Kabalistik terminolojide bütün uçlar/taraflar/kutuplar sadece Maskülen ve Feminen arketiplerinin sembolik kullanımı ile temsil edilebilirler. Maskülen ve Feminen; veren ve alan, formsuzluk ve formluluk, kaotik ve düzenli, yayılan ve kısıtlayan, ışık ve kalıp, aktif ve pasif, pozitif ve negatif, etken ve edilgen.

Bu arada şunu belirtmek çok önemli diye düşünüyorum; bu taraflarda biri diğerine üstün veya kötü değildir. Yani Maskülen enerjinin formsuz ve kaotik olması veya Feminen enerjinin kısıtlayıcı ve negatif olması HİÇBİR şekilde kötü bir anlama gelmez. Belki Kabala’ya veya Alşimiye aşina olmayan kişiler bu analojileri yanlış anlayabilirler diye bir örnek vermek en iyisi olacaktır. Örneğin, Witchcraft’ta karışım, iksir vs. hazırlanırken kazan (Cauldron) rahmi sembolize ederken karıştırmada kullanılan ritüel bıçağı (Atheme) phallusu sembolize eder ve ikisinin birleşimi yeni düzeni, değişimi, üremeyi temsil ederler. Benzer şekilde bir nesneye şekil vermekten arabanın anahtarını çevirip motorunu çalıştırmaya, bir kaşıkla çorbayı karıştırmaktan bir kütüğü çakmakla yakmaya kadar bu alegori her yerde gözlenebilir. Önemli olan aktif Maskülen gücün dölleme sürecinde olduğu gibi pasif Feminen enerjinin potansiyelini ortaya çıkarmasıdır. Ayrıca bu alegorileri sapkın veya sadece ‘sex’ bakış açısıyla da algılamak çok yanlış olur. Güzel bir Latin atasözü “Ordo Ab Chao”, “Düzen Kaostan Doğar” der. Yeni bir düzenin gelmesi, çocuğun doğması, var olan düzenin değişip farklı bir şeye/düzene dönüşebilmesi için kaotik olan Maskülen gücün inisiye edici (başlatıcı) gücü gereklidir. Aynı şekilde bir insanın da ‘Alşimik’ anlamda dönüşmesi için bu değişimi başlatacak/inisiye edecek/el verecek bir inisiyatör’ün Işığı (LVX enerjisi olarak da bilinir) gereklidir ki kişinin potansiyeli ortaya çıksın.
 
Partzufim

Partzufim (yüzler) Yüce olanın farklı açılarını/yüzlerini tanımlamakta kullanılırlar. Bu yüzler Sefirot’un fonksiyonlarının kişiselleştirilmiş halleridir. İlk Sefira’nın, yani Kether’in, Partzuf’u Arikh Anpin olarak adlandırılır ve Büyük Yüz veya Uzun Yüz anlamına gelir. Hristiyan ve Hermetik Kabalacılar bu terimin Latin çevirisi olan Macroprosopus’u da kullanırlar. İkinci Partzuf ikinci Sefirah olan Chokhmah (Bilgelik/Wisdom) yani Abba (Baba/Father) ile eşleşir. Binah’ın Partzuf’u (Anlayış/Understanding) ise Ima’dır (Anne). Chokhmah Binah’ı (çn: Kether’den aldığı) Işık ile döller ve Binah aşağıda bulunan diğer tüm Sefirot’u doğurur. Diğer bir değişle, bu olay Abba ve Ima’nın birleşmesinden ortaya çıkan ve Işığın aşağıda bulunan diğer yedi Sefirot’u doğurmasının anlatımıdır.

Sıradaki Partzuf’un adı Zeir Anpin’dir (Küçük Yüz, Microprosopus). “Küçük Yüz” terimi “Büyük Yüz” olan Kether’e tezattır. Diğer bir değişle, Zeir Anpin Arikh Anpin’in küçük olan karşılığı veya yansımasıdır. Zeir Anpin sıradaki altı Sefirot’a karşılık gelir: Chesed (Merhamet/Mercy), Geburah (Şiddet/Severity), Tiferet (Güzellik/Beauty), Netzach (Zafer/Victory), Hod (Görkem/Splendor), ve Yesod (Temel/Foundation). Bu altı Sefirot Yaratılış kitabında, Genesis (çn: Yaratılış) bölümünde bahsedilen Yaratılış’ın altı günü ile bağlantılıdır. Bu olay Abba (Chokhmah) ve Ima (Binah) arasındaki cinsel birleşmenin aşağıda bulunan diğer her şeyi yaratmasının metaforudur.


Her ne kadar altı Sefirot’tan oluşsa da genelde Zeir Anpin bir tek Sefirah, Tiferet ile temsil edilir. Basitçe, Abba (Baba/Father) ve Ima (Anne/Mother) beraber olup Zeir Anpin’i var ederler ki Zeir Anpin (Tiferet) “Oğul” olarak da adlandırılır. Aynı zaman da diğer isimleri “Kutsal Olan/The Holy One”, “Kutsanmış Olan/Blessed be He” olarak geçer.

Onuncu Sefira’nın, Malkuth’un (Krallık/Kingdom) Partzuf’u Nukva’dır, yani “Dişi/The Female”. Nukva aynı zamanda Zeir Anpin’in eşi veya gelini olarak da adlandırılır. Malkuth Yüce’nin materyal Dünya’da konakladığı yüzü olduğu için onun bir diğer adı da Shekhinah yani “Yüce varoluş(un olduğu yer)/ The Divine Presence” diye geçer (İbranice “konaklamak” kökünden gelir).

Dolayısıyla Partzufim’in iki tane Maskülen ve Feminen kutupları vardır (çn: Arikh ve Zeir Anpin): Birleşmelerinden aşağıdaki Sefirot’a Işıklarının yansıdığı Abba ve Ima, Baba ve Anne; ve birleşmelerinden Yüce Işığın Dünyaya yansımasını sağlayan Zeir Anpin ve Nukva, Oğlan ve Gelini.

Zohar’a göre Shekhinah eşi Tiferet ile beraber olduğunda, ruhlar (souls) Yesod nehrinden fışkırırlar. Aşağıdaki Shekhinah’ın tutkusundan tetiklenen/etkilenen ruhlar onun içine girerler…

…”Ve bir nehir ortaya çıktı Aden’den, bahçeyi sulamak için [Yaratılış 2:10]” Yani erkeğin ve dişinin birleşmesinden insana hareket veren tüm ruhlar. Çıkan sonuç şudur ki Aden-Nehir hayattır veya başka bir değişle ruhların nehridir. Bu durumda şunu anlayabiliriz ki Yukarı Aden Yüce Düğünün gerçekleştiği yerdir ve Nehir tarafından sulanmış olan Bahçe de aşağıdaki düğünlerin gerçekleştiği yerdir… Gelinin ve Damadın birleşmesi sırasında bütün ruhlar semavi nehirden gelmişlerdir.

Kutsal Olan ve Onun Shekhinah’ı

Bu sistemde, Tiferet ve Malkhut Dünyamızı kritik önemde etkilemektedir. Ne zaman Kutsal Olan-Yüce Olan Shekhinah’ı ile beraber olursa bu durum Yüce Işığın akışını ve Dünyamızın kutsanmışlığını çoğaltır (çn: Aynı durum alegorik olarak Tanrı ve Tanrıça’nın birleşmesi olarak Pagan mitlerinde de mevcuttur). Ama eğer birbirlerinden uzaklaşırlarsa, Işık ve kutsanma azalır ve Dünya’da kötülüğün hakimiyeti güç kazanır. Ve insanın hareketleri bu Partzufim’i etkileyebilir (Yukarıdaki Aşağıdaki gibidir). ‘Günahkâr’ (çn: En genel tabiriyle) davranışlar Kutsal Olanın ve Shekhinah’ının uzaklaşmalarına sebebiyet verir.

Yüce İsimlerin Birleşimi

Sefirot’un her biri Yüceliğin bir tezahürünü sembolize eder ve farklı bir Yüce İsim taşır. Tiferet ile özleşen Yüce İsim ise dört İbrani harfinden, Yud Hay Vav Hay, ortaya çıkan Tetragrammaton’dur (çoğunlukla YHVH olarak geçer). Malkhut ile özleşen Yüce İsim ise İbrani dört harften, Alef Dalet Nun Yud (ADNY), oluşan Adonai’dir. Bu isimleri doğru bir niyetle (Kavanah) birleştirmek teurjik olarak Tiferet ve Malkhut’u, Kutsal Olan ve Shekhinah’ını birleştirir.


YHVH ve Adonai isimlerini birleştirmenin bir yolu da onların sayısal değerlerini birbirlerine eklemektir. İbrani alfabesinde her harfin bir sayısal değeri ve her sayının da bir harfsel karşılığı vardır. Kabalistik Gematria sisteminde aynı sayısal değere sahip iki kelime veya söz derin bir bağlantı taşırlar ve bir şekilde birbirlerinin dengidirler. YHVH’nin sayısal değeri 16 ve Adonai’in sayısal değeri ise 65’tir. Bu iki ismin birleşmesi 91 sonucunu verir ki, bu İbranice Amen (Alef Mem Nun) sözcüğünün de değeridir.

Dolayısıyla bu sayısal değerin farkındalığına sahip birinin duasının sonunda, doğru bir niyet/ Kavanah ile “Amen” demesi mental olarak o kişinin YHVH ve Adonai, Kutsal Olan ve Shekhinah, Yüce İsimlerini birleştirmesi anlamına gelir.


Pentagrammaton

Hristiyan Kabala’da İbrani harf Shin Tetragrammaton’un ortasına yerleştirilir ve beş harfli isim (Yud Hay Shin Vav Hay) yani İsa’nın (Jesus) İbrani adı Yeshua ortaya çıkar. Bu beş harfli isim Pentagrammaton olarak adlandırılır ve İsa’nın gizli adı olarak (çn: Bazı kimseler tarafından) kabul edilir. Shin İbrani sözcük Shekhinah’ın ilk harfidir ve bu yüzden sembolik olarak Shekhinah’ı temsil edebilir.


Evet, belki de biraz uzun bir yazı oldu ama Kabala denilince basitçe ne olduğuna, zamanla nasıl değiştiğine, nasıl farklı algılanabileceğine, ne işe yaradığına çok temel bir cevap verebilecek bir yazı olmasını umarak burada bu yazıyı sonlandırıyorum. Sonraki yazım Alşimi, “Azoth of the Philosophers” ve “Osiris-Isis-Horus” üçlemesi üzerine olacak. Umarım yapmış olduğunuz okuma size de en az bana bulunduğu kadar katkıda bulunmuştur. Bitirmeden önce Kabala ile pekiştirmek için zevkle okuduğum bir kitap ve zevkle çevirdiğim bir video önerisinde bulunarak sizlere bir daha ki sefere kadar veda etmek istiyorum… “Peace Profound”


Kitap:
İnsanın Gerçeği Kendini Bilmek-PD Ouspensky
Video:
https://www.youtube.com/watch?v=alzUcfHZsTE


Kaynakça:
AMORC. 2012. “Kaballah”. Rosicrucian Order. 90 (6). https://f151aef42a498ae456d4-1ef8579ca901739d2f09804e4c534da2.ssl.cf5.rackcdn.com/online_digest_90_2_20121219_kabbalah.pdf
ᛋ Sól er landa ljóme ᛋ Lúti ek helgum dóme


Nisan 12, 2020, 04:45:16 ös
Yanıtla #1


    Yazınızda bahsedilmemiş olan bir noktaya değinmek isterim. (İlk sorum)Kabala babil de mi doğdu?
Babil tanrısı marduk un 50 tanrının gücünü aldığında, 50 tanrının da ismini almış olur.

    Bu değerlerin "tek" tanrıda güzel durduğunu gören yahudiler, kendi tanrılarına da 72 isim atadılar.İslamda bu durum 99.
Zamanla bu isimlerdeki değerlerin "eril ve dişil" olarak etkileşime girerek evreni ve hayatı var ettiğine kadar geldiler.(İkinci sorum: doğru mudur?)
   
   Tabi ki "eril ve dişil" derken tüm dualite ve  bu değer farklanmasını sağlayan etkileşim kavramlarından bahsediyorum.

Saygılar.
Sen Özelsin


Nisan 13, 2020, 10:50:49 öö
Yanıtla #2


    Yazınızda bahsedilmemiş olan bir noktaya değinmek isterim. (İlk sorum)Kabala babil de mi doğdu?
Babil tanrısı marduk un 50 tanrının gücünü aldığında, 50 tanrının da ismini almış olur.

    Bu değerlerin "tek" tanrıda güzel durduğunu gören yahudiler, kendi tanrılarına da 72 isim atadılar.İslamda bu durum 99.
Zamanla bu isimlerdeki değerlerin "eril ve dişil" olarak etkileşime girerek evreni ve hayatı var ettiğine kadar geldiler.(İkinci sorum: doğru mudur?)
   
   Tabi ki "eril ve dişil" derken tüm dualite ve  bu değer farklanmasını sağlayan etkileşim kavramlarından bahsediyorum.

Saygılar.

Sormuş olduğunuz sorudan dolayı teşekkür ederim Tık-Tik-Tak. Sorunuz sayesinde ben de hem araştırma yapıp bir şeyler öğrenmiş oldum hem de önceki bildiklerimi sizinle paylaşmış olacağım. Sanırım ilk sorunuza sayın Cihangir Gener ve Laura Knight Jadczyk’in eserlerinden faydalanarak aydınlatıcı bir cevap verebileceğimi düşünüyorum.

Alıntı yaptığım kaynağa göre Kabala Merkavah öğretilerinden epey etkilenmiştir. Birkaç kaynaktan öğrendiğime ve yine çevirisini yaptığım kaynağa göre de Merkavah öğretileri Ezekiel kitabında geçen Ezekiel’in vizyonlarına dayalı (ama şunu belirtmeyim ki benim bildiğime göre o coğrafyadaki diğer toplulukların öğretilerinde de etkilenmiş olma olasılıkları çok yüksek). Aynı şekilde Kumran’da bulunan Ölü Deniz yazmaları dönemin halkının Merkavah öğretilerine benzer öğretilere sahip olduğu fikrini vermekte… Bu bölge ise şu anda İsrail toprakları içerisinde ve biliniyor ki bir dönem buralar Babil toprakları idi. Yani Kabala (Merkavah) Babil döneminde İsrail’de oluşmaya başlamış olabilir.

Peki ama öyle midir?

İşte bu konu hakkında sayın Gener (hem Cihangir Gener isimli Youtube kanalında hem de Ezoterik Batıni Doktrinler Tarihi kitabında) Kabala öğretisinin Mısır Ezoterizminin Yahudilik inancı içerisine Musa ve diğer inisiyeler tarafından yerleştirildiğini söylemekte. Yine benim en sevdiğim ve her ne kadar Hall veya Eliade kadar bilinmese de şahsen en başarılı bulduğum araştırmacı Bayan Jadczyk’ta benzerini söylemekte. Kısacası, ANLADIĞIM KADARIYLA, Kabala’nın kökeni Mısır’dır, Kabala Mısır’da ortaya çıkmıştır ve muhtemelen Mısır’a da Atlantis’ten veya Lemurya’dan gelmiştir ve ilk kez firavun Hatshepsut tarafından kurulan gizem okullarında (bkz: https://youtu.be/aywH-P9Mecc) dışarıdan gelen adaylara öğretilmeye başlanmıştır. Jadcyzk “The Secret History of the World” kitabında ve diğer yazılarında şunu söylüyordu; “Kabala Musa’nın ‘Kanallama’ çalışması ile elde ettiği bilgilerdir”. Yani sorunuza cevap olarak, bence Kabala Mısır kökenlidir ama Yahudiler sonradan Mesih (Judas, Jesus değil) beklentilerini Babil sürgününde ekledikleri gibi Musa ile beraber Mısır’dan çıkarken de Kabala öğretisini bir şekilde inançlarına oturtmuşlardır. Bu öğreti de Essenilere ve oradan da Nazaretli İsa’ya geçmiştir. Yani Yahudilik inancı ve Mesih beklentisi Babil kökenli iken Kabala temelde Antik Mısır kökenlidir.

İkinci sorunuza ne yazık ki bilgisizliğim yüzünden sağlam bir cevap veremeyeceğim. Çok araştırmadım ama İslamiyet’te farklı ekoller ve tekkeler olduğundan (hermetics.org’da buna dair bazı yazılar var) dolayı muhtemelen aralarında bu düaliteyi dediğiniz gibi yorumlayanlar vardır. İsterseniz Gener beyin ansiklopedilerini veya Hall’un kitaplarını okuyabilirsiniz.

Evet biraz uzun ama çok da aydınlatıcı olmayan bir cevap oldu sanırım. Yine de okuduğunuz için teşekkür ederim =)

 Saygılar
ᛋ Sól er landa ljóme ᛋ Lúti ek helgum dóme


Nisan 13, 2020, 12:26:38 ös
Yanıtla #3

   Değerli ve bir o kadar da özenli geri dönüşünüz için teşekkürler.
Uygun görürseniz son sorum kişisel olucak:

    Sorum; öğretinin kronolojik,rasyonel ezbere dayalı açılımından çok; sezgisel,yaşayan,hissedilen yönüne dair olucak.
Bu öğreti,hayatın anlamsızlığı ve karmaşası içinde sizi hangi varoluş metodolojisine yönlendirdi ki bu derin hissiyatları yaşadınız?

    Tabi ki, sizin de bildiğiniz üzere bu öğreti, o nu ilk ve son fark eden sayısız insan aralığında yaşar.
Kısaca Dünya, Bu öğretiyi birbirinden habersiz keşfeden insanlar ile doludur diye bilirim.

   Saygılarımla.
« Son Düzenleme: Nisan 13, 2020, 12:30:05 ös Gönderen: Tık-Tik-Tak »
Sen Özelsin


Nisan 13, 2020, 04:38:09 ös
Yanıtla #4

   Değerli ve bir o kadar da özenli geri dönüşünüz için teşekkürler.
Uygun görürseniz son sorum kişisel olucak:

    Sorum; öğretinin kronolojik,rasyonel ezbere dayalı açılımından çok; sezgisel,yaşayan,hissedilen yönüne dair olucak.
Bu öğreti,hayatın anlamsızlığı ve karmaşası içinde sizi hangi varoluş metodolojisine yönlendirdi ki bu derin hissiyatları yaşadınız?

    Tabi ki, sizin de bildiğiniz üzere bu öğreti, o nu ilk ve son fark eden sayısız insan aralığında yaşar.
Kısaca Dünya, Bu öğretiyi birbirinden habersiz keşfeden insanlar ile doludur diye bilirim.

   Saygılarımla.


Sorunuz için teşekkür ederim. Öncelikle hayatın anlamsızlığını nasıl fark ettiğimi zevkle ve hazla yazdığım uzunca bir sorgulama sürecini anlatarak sizinle paylaşmak isterim. Dilerseniz cevabınız için …ÇOK UZATTIM BİLİYORUM, BUYRUN SORUNUZUN CEVABI… başlığına direk bakabilirsiniz. Ama ne olursa olsun bana bu cevabı yazma motivasyonunu yaşattığınız için size ‘Can’ı Gönülden’ teşekkür ederim :)

Doğrusunu söylemek gerekirse hayatın anlamsızlığını olayların yorumlanmasının ne olursa olsun sübjektif kavramlar konularak analiz edilmesinden başka bir çare olmadığını ‘anladığımda’, şeylerin sadece kendine kendine olduğunu ve sadece olduğunu (varit olduğunu) ama GERÇEK ANLAMDA SADECE MEKANİK BİR ŞEKİLDE OLDUĞUNU ve bunun sadece iyi, kötü, güzel, sıkıcı anlamına GELMEDİĞİNİ sadece o şeylerin olduğu anlamına geldiğini ve bunun da sadece o şeylerin olduğunu kanıtladığını ‘fark ettiğimde’ o AN HİÇBİRŞEY bilmediğimi anladım.

Eskiden bilimsel denilen analizlere çok güvenirdim. Ama Üniversite’de (şu an üniversite 2. sınıfım) aslında bilimsel dediğimiz sonuçların bile inanca dayalı olarak bilimsel olduklarını fark ettim. HERŞEY ama HERŞEY kriterlere bağlıymış… Örneğin akıllı olmak. Bana göre akılcılık kriteri biyoloji iken matematik bilen birisi bana aptal olarak gözükecektir. Veya bana göre yere çöp atan biri pis iken diğer başkasına göre o kişi son derece temizdir çünkü odası topludur. Baktığımızda sadece bir şeyler MEKANİK bir şekilde oluyorlar. Biz ise veya en azından benim gibiler ise olayları gözlemleyip kendince ‘iyi, kötü, faydalı, faydasız, sıkıcı, eğlenceli…’ olarak yorumluyorlar. Peki bu olan şeylerin GERÇEKTEN iyi veya sıkıcı olduğunu nereden biliyorum? “E çünkü bu oyun çok yavaş ilerliyor”. Ama yavaş ilerlediğini hangi kritere göre biliyorum? “Kendi kriterime göre”. O zaman başkasına göre de bu oyun hızlıdır… “Evet, olabilir”. Eğer öyleyse Eğlencelidir de. “Evet olabilir. “Ama ya bu kişiye göre eğlenceli olması kriteri hızlı veya yavaş değil de senaryosu ise? “Olabilir”. O zaman bu oyun sıkıcı mı? “Bilmiyorum” … Hep böyle işte. BİŞEYLER oluyor ama SADECE OLUYOR ve başka HİÇBİRŞEY olmuyor. Yani o kadar MEKANİK Kİ insanın olayları yorumlaması ve algılaması, arabanın motorunun çarklarının çalışıp pistonları hareket ettirmesi gibi. İnsanın ne DÜŞÜNCESİ ne FİKİRLERİ ne de ANALİZLERİ ona ait. Bunlar sadece önceki bilgiye dayalı analizler ve GERÇEKLER değil, sadece önceki olaylarla bu olayı bağlamaya çalışması ve DÜŞÜNCESİ (bu videodaki robottan farksız: https://www.youtube.com/watch?v=BG1ebhtF2mI&list=LLT4aSnIyVkJ3UfJA7v4Rm6Q&index=46&t=0s)... Eğer önceki data/veri farklı olsaydı yine AYNI OLAN olayı bu sefer de farklı yorumlardı bu makine, yani insan. Örneğin eğer biri ona vurup sonra şeker vermişse ve bu olay 9 defa hep aynı şekilde gerçekleşmişse o kişi böyle bir olay olduğunda yine aynısını bekleyecektir. AMA YA OLMAZSA? “Ama önceden hep böyle oldu”. Peki bu yine böyle olacağını mı kanıtlar? “Hayır ama olabilir”. Ya olmazsa? “O zaman olmaz”. Peki ne olur? “Bilmiyorum”… İşte böyle. OLAYLARIN BİLİNMEZLİĞİNİ anladığımda GERÇEKTEN “SADECE KENDİMİ BİLEBİLECEĞİMİ” ve başka HİÇBİRŞEY bilemeyeceğimi ANLADIM.

Ve işte bu ‘bilinmezlik’ durumu beni tuhaf ‘HİSSETTİRDİ’. Hiçbir şey ama hiçbir şey bilmiyorum. Annem bana “tabakları getir oğlum” diyor ben “bardakları getir” diye anlıyorum. Peki gerçek ne? “Kardeşim annemin tabakları getir” dediğini onaylıyor. Evdeki ses kaydedicisine bakıyoruz (diyelim ki öyle bir şey var) ve orada “Annem çatalları getir” demiş. Peki ya ses kaydı meğer geçen haftadan ise veya bir şekilde o da yanlışsa. HAKİKAT referansını bu kayda dayalı olarak mı alacağız? Saçma gelecek ama ya ses kaydını biz yine yanlış duyuyorsak ve aslında “Bıçakları getir” diyorsa? Eğer değil ise bile bu sadece o ses kaydından böyle bir ses çıktığını kanıtlıyor. Belki kimine saçma gelecek ama aslında bu annemin gerçekten ne dediğini kanıtlamıyor. Ama eğer inanırsak kanıtlar. HERŞEY İNANÇ. Ve böyle bakıldığında GERÇEK, HAKİKİ bilgi YOK!!! Sadece sanma, inanma, referans alma vs. var. Bir insanın fanatiği olduğu fikirler bile inanç. Örneğin ben kendimi komünist olarak görüyorum ve ben Komünistim diye bir idantifikasyon yapıyorum. Başka Komüniste göre Komünist değilim çünkü Cola içiyorum mesela. “Ama benim kriterim o değil ki” –“Ama benim kriterim bu” –“ Peki kriterin bu olmasının gerekçesi/kanıtı var mı?” –“Yok” –“O zaman kritere dayalı olarak hem Komünist, hem de Kapitalist miyim?” –“Bilmem, kişiden kişiye göre değişir, aynı akılcılık, yakışıklılık vs. gibi” –“O zaman ben neyim?” –“Cidden sen nesin, yakışıklı mı, komünist mi, sıkıcı mı, akıllı mı?” –“Ben benim (Ahih Ashr Ahih - Ego Sum Qui Sum). Ama sen kriterini nasıl koyup beni o kritere/filtereye göre kısıtlandırıp analiz ediyorsan sana göre de o kriterden çıkan sonucum”

Bunu ‘FARK ETTİĞİMDE’ madde olarak olan şeyler hariç, ‘yani bir dalganın suya çarpması, su damlasının yere düşmesi, kulaklıktan ses çıkması, ampulün yanması’ gibi başka hiçbir şey GERÇEK değil. Bu olanlar ise sadece duyduklarımız veya gördüklerimiz vs. Yani onlarda yanlışsa GERÇEK, HAKİKAT ne??? İNANÇ MI? GERÇEK GERÇEK yani HAKİKİ HAKİKAT var mı?

Geleceği bilmiyorum. Ya geçmişi biliyor muyum? “Evet mi? Öyleyse az önce kapıdan girerken ilk sağ ayağımı mı attım yoksa sol mu bilmeliyim” Diyelim ki sağ ayığımı attığımı hatırlıyorum. Ama odadaki herkes sol ayağımı attığımı söyledi. Makine olan insanlar ‘olasılık’ (çoğunluk) dedikleri şeye olan İNANÇLARIYLA sol ayağımı attığımı kabul ettiler. Sonra kameraya baktık ki sağ ayağımı atmışım. Sonra baktık ki bu görüntü geçen haftanınmış ve benzer bir olayın görüntüsüymüş. Sonra bugünün görüntüsüne baktık ve yine sağ ayağımı attığımı gördük. Peki bu gerçekten sağ ayağımı attığımı mı gösterir yoksa bu ışık saçan makinanın ışıklarının senkronize bir şekilde çalıştığında bizim ona görüntü dediğimiz şeyi mekanik bir şekilde yaptığını mı? O zaman ben taşa, toprağa, duvara baktığımda sol ayağımı attığımı da iddia edebilirim… Nasıl mı? E demir bir şeyin içindeki bakırın elektrik geçirilip ışık çıkardığı mekanik şeye bakıp bu olayı geçmiş diye kabul ediyorsam duvarın içinde bulunan taşın da bana sol ayağımı attığıma inandırmasını niye beklemeyim (ciddi diyorum bunu)? Ya hafızam ne diyor? Hafızam geçen gün o 10 doları cüzdanıma koyduğumu söylerken babamın hafızası TV’nin önüne bıraktığımı söylediği zaman baktığımızda o 10 doları masanın üstünde unuttuğumu gördüğümüzde olduğu gibi bana sadece bir şeyler anımsatıyor o kadar. O zaman geçmişi de sadece anımsıyoruz ve istediğimiz kadar kameraya (yani demire) veya taşa, toprağa, duvara bakalım sadece bu şeylere bakıyoruz. Yani geçmişi de kanıtlayamıyoruz ve gerçekten var mı bilmiyoruz bile. Ama şu AN var. Ve bu “AN” sadece var. Bu AN’da gördüğüm şeyler, duyduğum şeyler belki sanma/inanç, belki de kimine göre gerçek ama ŞU AN var. Eğer bu AN var ise, ve HAKİKAT var ise HAKİKAT AN’mı?

…İŞTE BURADA SİZİN SORUNUZA CEVAP VERDİĞİM KISMA GELİYORUZ…


Peki ben var mıyım? Bundan 50-60 sene sonra bedenim etimi oluşturan maddeden başka bir maddeye dönüştüğünde yine bedenim hem var (farklı bir moleküler halde) hem de yok olacak. O zaman benim pasta kekinden veya cansız veya mekanik olan bir elektrik süpürgesinden farkım yok. Bir saç kurutma makinası havayı çekip elektrikle ısıtyorken ben de bu hava kanımla birleşiyor. Yani yine bir şeyler oluyor o kadar. Ben eğer var isem ve bu şey (bedenim) isem bir makinayım/robotum. O kadar mekaniğim ki su ısıtıcısına elektrik akımının gelmesi ile onu çalıştırıp, suyun ısınmasının buharlaşıp, bu buharın çevrede bulunan tahta malzemeyi zamanla çürütüp, çürüyen malzemenin tahta evin yükünü kaldıramayıp çökmesi gibi bu demirden olan araba motoruna benzeyen etten yapılan makine de tahta, taş olmayan meyve diye adlandırılan moleküller bütününü çiğniyor, dönüştürüyor ve elektrik üretip etten oluşan kaslarını hareket ettirme de kullanıyor… DEMEK Kİ BEN (HAKİKAT) AN DEĞİLİM. YANİ YOKUM! HİÇ OLMADIM. Eğer öyleyse bana bişey olacak mı gibi endişelere/korkuya vs gerek yok gibi!?

Ama ya VARSAM??? En iyisi kendimi biliyim. Eğer var isem HAKİKAT, AN, BEN, BİLGİ (inanç olmayan HAKİKİ bilgi) aynı olmalı. Eğer ben varsam, hem bilgi, hem şu an, hem hakikat olmalıyım ve şu an da var olan her şey olmalı. O ZAMAN ben ne olduğumu bilirsem sadece OLmuş olduğum şey OLduğumu bilirim ve OLmadığım şeyi de (yani yalanı da) bilirim. Çünkü ben de HAKİKAT var ise ben zaten sadece o HAKİKAT olabilirim ve ne yaparsam yapayım HAKİKATİ ‘yok’ edemem, çünkü HAKİKİ olan bir şey sadece HAKİKİ ise HAKİKİ olmayan şey ‘yoktur’ki HAKİKATİ ‘yok’ etsin… EĞER BEN KENDİM OLURSAM ‘YOK’ OLAMAZ (OL)URUM, ‘AN’ OLURUM, HAKİKAT OLURUM, ‘VAR’ OLURUM HATTA sadece OLduğum şeyi bilmiş (OL)urum.

Şimdi durum böyle ise o zaman makine dediğim bedenim ‘yok’. Yani tabiri caizse “gerçek anlamda” YOK. O zaman ben VAR isem (etten olan bu) bedenim YOK. Peki nasıl HAK yolunda HAKİKATE, kendime gidicem? Kendimi DÜRÜST, ERDEMLİ, “VİCDANIM” RAHAT bir şekilde BİLMEYE başlayarak…

…ÇOK UZATTIM BİLİYORUM, BUYRUN SORUNUZUN CEVABI :)

Bu HAK yolu benim için Hermetik Kabala ve Alşimi idi. Fakat “Kendimi/Vahdeti/Varlığı” (pratikte diyelim) ‘HİSSETMEMİ’ ve ‘HATIRLAMAMI’ sağlayan yol Gurdjieff’in 4. Yol öğretisi idi. Özellikle. Ouspensky’nin yukarıda verdiğim kitabı ile başka bir kitabı beni bayağı aydınlattı hatta Mevlana’nın tabiriyle yaktı. Bu öğreti sayesinde şu meşhur sözün anlamını anladım “İnsan ‘daha iyi’ olmak (şekillenmek) için ızdırap çekmelidir. Çünkü o hem heykel, hem de heykeltıraştır.” Neyin ızdırap dolu neyin olmadığını bir tek ben bilirim. Bana göre ızdırap çok sıcak bir şey içmek iken başkasına göre ayakta beklemektir. “Izdırap” çekince sadece bir şeyler olduğunu anlarım ve sonra ne olur. O şey olmuş olur. Peki bunun önüne geçebilir miyim? Belki… Ama geçemezsem bile mekanik bedenime, robota, maddeye yani geçmiş gibi olmayan bir şeye mekanik bir şeyler oluyor (olmuş gibi) olacak o kadar. O ZAMAN KORKU NİYE VAR YA DA VAR MI? Ben var isem ben korku olmalıyım. Ben korku muyum? Kendimi bildiğim kadarıyla hayır, bana göre ben korku değilim. Öyleyse korku sadece bir sanma, bir inanç, veya gerçekte olmayan ama bir şekilde “Bilinçaltımızda” olan bir şey mi? Bilginin ve Hakikatin tersi olan cehalet ve İnanç mı?

İşte bunu kendini bilen bilir sadece, Hakikati, An’ı bilen OLmayanı (OLmadığı şeyi de) da bilir… Varlık veya Yokluk, Sevgi veya Korku, Bilgi veya Cehalet, Aydınlık veya Karanlık, Cennet veya Cehennem, Huzur veya Izdırap, HAKİKAT veya YALAN. Bunlardan BİR tanesi var. Ve kişi neyin ne olduğunu OLduğu şey kadar bilebilir ve eğer OLur ise tam tersi olan şeyin mesela ızdırabın da olmadığını “bilir”, karanlığın da.

Kabala’da yukarıda anlatıldığı ve genel olarak da bilindiği üzere Tiferet’ten (Güneş Sefiradan) gelen sevgi, ışık, LVX enerjisi, bilgi, hakikat, aydınlık… kişinin kendisi olduğu kadar ‘hissedilir’. Ama hissetmeden önce bir Sefira’ya ulaşır ki o Sefira ‘Lunar’ (Ay) Sefiradır ve “Bilinçaltını” sembolize eder. Kişinin bilinçaltı ne kadar müsaitse (bloke edilmemişse yani), kişi bilinçaltını ne kadar biliyor ise Işık/Bilgi/Sevgi ona o kadar kesintisiz akar. Aynı Güneş’in ışığının toprağı ‘döllemesi’ için aralarında Ay’ın olmaması gerekiyorsa, Tiferet’in Malkut’a, YHVH’nin Shin’e, Damadın Geline, “ışığını” akıtıp beraber olmaları için Ay’ın Negatif etkilerinin (karanlık yüzünün) ortaya çıkması, daha doğrusu aydınlanması ve 'yok' olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Tiferet (Osiris) toprak anayı, Malkut’u (Isis’i) böylece döller ve kimine göre ‘bilge’ kimine göre ‘en kötü’ kişi olarak adlandırılan bir Okültistin kitabının adı olan “Ay Çocuk” (Horus) doğar. Artık birleşme (Hieros Gamos) olmuştur. Güneş ve Ay aynı parlaklığa sahip aynı şey gibi Işığı Kether'den geldiği gibi aynı şekilde yeryüzüne yansıtır (yansıtan ayna/Isis olan Ay elbette. Yani ekesiz/karanlıksız/temiz/saf olan bir ayna)

Sonunda kişinin Bilinçaltı ile Bilinci aynı şeydir, daha doğrusu Bilinç, Bilinçaltındaki belirsizlikler (cehalet/korku) ile artık perdelenmez. Şövalyemiz/Kahramanımız Bilinçaltındaki tüm kötülüklerle (ister inançları, ister korkuları, ister idantifikasyonları, ister düşünceleri olsun) CESURCA mücadele etmiş, Isis’in peçesini kaldırmış, HAKİKATE yani Isis’in yüzüne (KENDİSİNE) bakmış ve Sevgilisi ile yani Sevebileceği TEK ŞEY OLan “Kutsal Koruyucu Meleği”, kendisi ile birleşmiştir. Şu sözle de özetlenebilir bu; “Hakikat herkese açıktır ama bakmak için cesaret gerekir.”

Artık o bir Üstad’dır (Adepttir) ve bir RozaKuryendir (Gül Haçlıdır). Yani, Haç (dört element/Sefira) ile Sevginin/Işığın/Bilginin kendisi olan Gül’ü (Tiferet’i) birleştirmiştir kendi içinde. Artık Haç, yani Kabala’da genelde Nephesich Sefiraları olarak adlandırılan Sefiralar (bkz http://www.hermetics.org/GD3.html), artık Ruach’ın temsilcisi Solar bedenin (Gurdjieff’İn tabiriyle Efendinin veya Kozal bedenin) Bilgisi/Sevgisi ile yönetilmektedir… Daha doğrusu Vahdet’teki Solar beden direkt olarak Kether Elyon’dan aldığı Işık ile gelinine (fizik bedenine) rehberlik etmektedir. Bu rehberlik kişinin Ay’ı (Bilinçaltı) aydınlıkken, yani korku/cehalet/karanlık/inançlar gibi olmayan şeyler yerine OLan şeyler var OLduğu sürece kesintisiz olarak TAÇ’dan (Kether’den) Krallığına/Gelinine (Malkut’a) kadar akacaktır. Bu rehberlik HAKİKAT gibi OLan HAKİKİ bir rehberliktir. Yani hangi çağda, hangi dönemde, hangi toplumda, hangi gelenekte, hangi koşulda, hangi geleneğin parçası olursak olalım HAKİKİ ve Ay’ın aksine Güneş gibi değişmez ve Daimi olmalıdır. Bu rehberi dinlemek demek kişinin kendisini, içindeki sesini yani hep insanda olan ve insana özgü olan VİCDANINI dinlemesidir. VİCDAN yoksa ‘insan’ bir demir yığını olan robot gibi et yığını olan bir makinedir. Fransız filozof Jean Jacques Rousseau’nün dediği gibi “Vicdan bize ihanet etmez ve o insanlığın hakiki rehberidir. İçgüdü bedene ne ise, O (Vicdan) Ruh’a da odur; Onun doğasının sesini dinleyen her kimse yalanlarla aldatılmaktan korkmaz”.

…SON OLARAK…

İşte bu yüzden kişinin makine olduğunu anlaması, kendi üzerinde çalışıp kalfa gibi eserini (kendini) yaratıp bir üstad olması için önce CESUR olması gerekir ki kendisi (ve kendinin efendisi/üstadı) OLabilsin. O yüzden bence de Atatürk’ün dediği gibi Vicdanı ve aklı hür nesiller yetiştirmek insanlık, bilgelik, sevgi için önemli. Bu o kadar önemli ki kişinin kendisini unutmaması (uyumaması) ve rüyayı gerçek sanıp o rüyaya özgü şeylerden (Kendisinin/Işığın gölgesinden) çocuk gibi ‘korkmaması’ için şart denilebilir (yani erginleme/inisiyasyon/aydınlanma/bilgilenme). Yani şu olmamalı; “İbn-i Sina bir deney yapar. İki kuzuyu iki ayrı kafese koyar. Kuzuların yaşı, cinsi, ağırlığı, sağlığı vs. aynıdır. Yani şartlar eşittir. Diğer kafese de bir kurt koyar ama kuzulardan sadece bir tanesi bu kurdu görür. Kurdu gören kuzu kurt ona bişey yapmasa bile korkudan, stresten, endişeden zayıf düşmüş ve erkenden ölmüştür.” Makineler veya kuzular gibi benzer şeylerden etkilenen, edilgen olan, rehberi Vicdan/Vahdet değil de Nefs olan insanların da depresyondan, stresten ve bünyelerine zarar verebilecek kadar korkmalarını sağlayacak ve huzurlarını kaçıracak bu gibi (bilinmeze olan) inançlardan sıyrılıp kendilerini kurtarmaları için cesaret, irade ve özgüven gereklidir.

Umarım sizi veya başka bir okuyucuyu bu uzun yazı ile sıkmamışımdır. Sonraki yazımın konusu olan Alşimi hakkında çevirimi yapıp paylaşana kadar Işık sizinle olsun, Huzur sizinle olsun (Fiat LVX, Fiat Pax) :)

Saygılar
« Son Düzenleme: Nisan 13, 2020, 04:55:45 ös Gönderen: Ömer Faruk Yılmazlar »
ᛋ Sól er landa ljóme ᛋ Lúti ek helgum dóme


Nisan 13, 2020, 05:29:29 ös
Yanıtla #5


 Sizi gıpta ve hayret ile alkışlıyorum.
       Ezberden öte olan içselleştirilmiş değerleriniz,eminim her okuyanca takdir edilecektir.

 Sizin de demek istediğiniz gibi; İnsan, tüm bu karmaşa içinde ki evren de gerçek orandır.
     
 Saygılar Sevgiler.
Sen Özelsin


Nisan 13, 2020, 06:29:24 ös
Yanıtla #6
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3235
  • Cinsiyet: Bay

Bu güzel yazıda AN' ı anlamaya çalıştım , biraz daha açar mısın ?

Saygılar
audi-vide-tace
    dinle-gör
        sus


Nisan 13, 2020, 07:33:25 ös
Yanıtla #7
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 75
  • Cinsiyet: Bay


Doğrusunu söylemek gerekirse hayatın anlamsızlığını olayların yorumlanmasının ne olursa olsun sübjektif kavramlar konularak analiz edilmesinden başka bir çare olmadığını ‘anladığımda’, şeylerin sadece kendine kendine olduğunu ve sadece olduğunu (varit olduğunu) ama GERÇEK ANLAMDA SADECE MEKANİK BİR ŞEKİLDE OLDUĞUNU ve bunun sadece iyi, kötü, güzel, sıkıcı anlamına GELMEDİĞİNİ sadece o şeylerin olduğu anlamına geldiğini ve bunun da sadece o şeylerin olduğunu kanıtladığını ‘fark ettiğimde’ o AN HİÇBİRŞEY bilmediğimi anladım.


Bu sözleriniz bana David Hume'un,  ard arda gelen deneyimlerimizin birbirleriyle ilişkilerinin zorunlu olmadığına ve tek tek olguların birbiriyle bağlantılı gözükmesinin sebebinin insan aklının bir alışkanlığı olabileceğine yönelik düşüncelerini hatırlattı. Özellikle şu noktada sorduğunuz sorular çok önemli:


Örneğin eğer biri ona vurup sonra şeker vermişse ve bu olay 9 defa hep aynı şekilde gerçekleşmişse o kişi böyle bir olay olduğunda yine aynısını bekleyecektir. AMA YA OLMAZSA? “Ama önceden hep böyle oldu”. Peki bu yine böyle olacağını mı kanıtlar? “Hayır ama olabilir”. Ya olmazsa? “O zaman olmaz”. Peki ne olur? “Bilmiyorum”… İşte böyle. OLAYLARIN BİLİNMEZLİĞİNİ anladığımda GERÇEKTEN “SADECE KENDİMİ BİLEBİLECEĞİMİ” ve başka HİÇBİRŞEY bilemeyeceğimi ANLADIM.


Burada yaptığınız şey, akıl tarafından, neden ile sonuç biçiminde etiketlenen iki farklı olay arasında gözüken bağlantının sadece tekrara dayalı olduğunun ve aslında bu bağlantının zorunluluk içermediğinin altını çizmektir. Nedensellik problemiyle ilişkisinde , tüme varım problemi hala bilimin çözüm üretemediği ve belki de hiçbir zaman tam olarak çözüm üretemeyeceği bir meseledir. İki olayın defalarca ard arda gelmesi, birinci olayla ikinci olay arasında nedensel bir zorunluluk varmış gibi gösterse de, ileriye doğru uzanan zaman, yeni ihtimalleri beraberinde getirir. 9 kere vurulup her seferinde şeker alan adam 10. sefer vuruluşunun ardından eli boş bırakılabilir. Buna dair verilebilecek en yaygın örneklerden biri "bütün kuğular beyazdır" önermesidir. Bu önermede kişi önceki deneyimlerine bakarak her gördüğü kuğunun beyaz olduğunu kaydeder ve bu önermeyi dile getirir. Ancak karşısına çıkan ilk siyah kuğu önermeyi yanlışlayacaktır. Hal böyle olunca "kuğu" ile "beyaz" arasında kurulan bağlantı zorunluluğunu yitirecektir. Bu bağlantıları kaldırınca da deneyimlerimizin bize sunabileceği tek şey olarak geriye tek tek anlık olgular kalıyor. Bu olguların kendisi ise, değerden bağımsızdır. Yani, iyi olmak, kötü olmak gibi durumlar olgunun kendisinde bulunmaz. İnsan aklının olguya eklemlediği şeylerdir bunlar. Peki geriye tek tek olgular kalıyorsa ve bunların arasındaki bağlantılar zorunlu değilse. Bilmekten ve bilgiden nasıl söz edebiliriz? Bu bizi belirli bir şüpheciliğe götürür ki bu gerekli bir şüphedir.Olguları birbirine eklemlemeden sadece anlık deneyimlerde var olmak...


 An'da olmaktan kastınız, olaylar arasındaki mekanik bağlantıları farkedip bunlardan şüphe duymak ve en son olarak da bunları kırıp sadece anlık olguları deneyimlemek gibi birşey miydi?
Race of man!
The errors of a wise man make thy rules
Ye shall see
Rather than the perfection of the fool


Nisan 13, 2020, 10:08:25 ös
Yanıtla #8

Bu güzel yazıda AN' ı anlamaya çalıştım , biraz daha açar mısın ?

Saygılar

Sayın NOSAM33, umarım bu uzun yazı sizi sıkmaz ve An deyince kavradığım/hissettiğim şeyi/bilgiyi/varlığı anlatmama yardımcı olur. Çok uzun bir yazı olduğu ve değerli vaktinizi belki de boşuna tüketeceğim için özür dilerim

AN’dan kastım her ‘an’ var olan AN, yani şu ‘an’. Geçmiş her ‘an’ bir “anı” ve netsizlik/belirsizlik/sanı yani elle tutulmayan bir düşünceye benzer iken, gelecek ise belirsiz ve bilinmez. Aslında geçmiş de bilinmez ama bilindiği sanılır veya iddia edilebilir. Örneğin farklı kişiler, olduğuna inandıkları bir olayı konuşurken bazen (bir yerde bir zaman diliminde olmuş olduğunu düşündükleri bir olay hakkında) farklı anılardan bahsederler ve ikisi de (muhtemelen) kendi anılarının doğru olduğunu söylerler. Bir süre sonra iki taraf da şüpheye düşer. Peki neden? Şüpheye düşerler çünkü “BİLMEZLER.” Tamam belki bir kameraya bakabilirler ama kim o kameranın doğru referans olduğunu söyledi?

Şöyle ki; “Modern Bilim” ‘Zaman’ diye bir şey olmadığını artık kanıtlamıştır. Önce zamanın göreceli olduğunun kanıtlanmasının ardından artık zaman diye bir şey olmadığını şöyle izah ederler: “Bir fotona göre (yani ışığa göre) Evrenin doğuşu, genişlemesi ve yok oluşu eş zamanlıdır ve zaman bildiğimiz anlamda yoktur.” Fizikçi Michio Kaku şunları söylemişti: “Eğer bir fotonun üzerine kronometre takar isek (elbette böyle bir şey mümkün değil çünkü onun da fotona dönüşmesi gerekirdi) hiç ileri saymaz, çünkü zaman geçmez.” Günümüzde yapılan bazı deneyler artık geçmişin bile değiştiğini göstermiştir. Bunun üzerine çok ciddi iki tane yazı okumuştum ve şöyleydi: Şu anda yapılan gözlemler sayesinde az önce diye tabir edilen geçmiş 0.000001 gibi bir oranda değişiyordu (kaynağı yeniden bulabilirsem paylaşabilirim isterseniz). Öyleyse ekranda gördüğümüz ve hepsine kolektif bir halde görüntü dediğimiz yanıp sönen ampule benzeyen içinden elektrik geçen şeyler bizi yanıltabilir. Eğer ben siyah bir ekranda yanıp sönen şeyi geçmiş sanarsam neden saç kurutma makinasının motoruna bakıp da aynını yapmayayım? Sonuçta iki durumda da bir pervane dönüyor, çarklar çalışıyor, metallerin içinden elektrik geçiyor vs. Biz de o elektriğin geçerken çıkardığı ışığa görüntü, o görüntüye de geçmiş diyoruz. Fakat gerçekte sadece bakır telden veya elektrik telinden geçen elektrik akımından farksız bir şeye geçmiş demek gibi bu.

Ama ben biraz daha farklı bir açıdan AN üzerine bahsetmek istiyorum. Geçenlerde arkadaşımla Tanrı var mı yok mu diye konuşuyorduk. O (arkadaşım Ateizme yakın bir fikre sahipti) bana bir türlü Tanrı’nın yokluğunu ben de varlığını kanıtlayamıyordum. Çünkü Tanrı kavramı göreceliydi (AYNI ZAMAN GİBİ). Benim Tanrı dediğime o araba bile diyebilirdi. “Yahu öyle Tanrı olur mu o araba işte” dediğinde, ben “Olamaz mı, o arabanın Tanrı olamayacağına dair kanun mu var?” dediğimde “Yok” demişti. “Öyleyse o zaman ben de her şeye Tanrı diyebilirim, mesela şu duvar kolonu da mı Tanrı yani?” demişti. Ben de “Olduğuna veya olmadığına dair bir kanıtın var mı?” dediğimde “Yok demişti.” Bundan sonra ‘Aydınlanma başladı. “Tanrı dediğimiz şeyi kanıtlamak için nasıl bir kriter gerekir ki (aynı diğer bilimsel metodolojilerde mesela akılcılık kriterinde olduğu gibi), bir şey Tanrı olsun veya olmasın?”… Evet doğru kriter yok çünkü bu bir kavram (konuyu birazdan zamana ve An’a bağlayacağım). Yani biz önce kavramı ortaya atıyoruz, sonra içini doldurmaya çalışırken nasıl dolması veya algılanmasına dair bir kriter olmadığı için hep farklı anlamlar yüklüyoruz.

Tanrı denince genelde insanın aklına gelen şeylerin o şekilde gelmesi gerektiğinin hiçbir “Bilgisi” veya kanunu yok halbuki. Normalde elle tutulur maddi bir şey ortaya çıkar veya keşfedilir (at, kalem, bardak gibi) ve ona bir isim konur. Ama biz (genel olarak insanlar) olmayan (olduğunu kesin bilmediğimiz) bir şey için önce bir sözcük ortaya atıp sonra bu sözcüğün, bu ne olduğunu bilmediğimiz veya genel anlamda “hissetmediğimiz”, emin olmadığımız şeyi temsil ettiğini kabulleniyoruz. Tabi elde bir BİLGİ/HAKİKAT olmadığı için herkes kendi sübjektif “bilgisi” ile, yani İNANÇLA dolduruyor bu kelimeyi/kavramı.

Sonuç olarak anlaşılıyor ki Tanrı’nın ne olduğunu kimse bilmiyor, nasıl olması gerektiğini de bilmiyor ama insanlar ya kesin var diyor ya da hayır yok diyor. “Ne var/yok?” dendiğinde Tanrı diyorlar. “Nereden biliyorsun onun Tanrı olduğunu, ya şöyleyse ve aslında Tanrı şöyle olmalı ise?” deyince belki de hiç cevap verebilen yok. Yani olay şuna benziyor: “CABABA” diye anlamsız bir kelimeyi ben ortaya atıyorum ve insanlar buna anlam yüklüyorlar. Kimine göre bu birinin “araba”, kiminin görüşüne göre “kalem” oluyor. Şimdi “CABABA’YI” kanıtlayın desem biri kalemi gösterir ve bak var der. Ben de derim ki “Yahu o kalem, CABABA o olur mu? Hayır bu kanıt falan değil.” O da der ki “bunun CABABA olamayacağının kanıtı var mı?” – “E yoook ama o kalem yani.” – “O zaman ben de şu duvar kolonuna CABABA derim olur biter” – “Aynen öyle, çünkü bu CABABA/Allah/Tanrı/Architecton dediğimiz şey” bir sözcük, ve semboller gibi akla ne getiriyorsa kişiye göre odur CABABA. Semboller de temsil ettikleri şeylerdir, CABABA’da. Sonuçta bu CABABA dediğimiz şey sadece bir yazı veya ses/gürültü ve kişi onu görünce veya duyunca nasıl tepki veriyor ise (aynı düğmeye basınca mikrodalga fırının çalışması gibi), yani anlıyor ise mekanik bir şekilde onu yorumluyordur o kadar (tıpkı bir robot gibi). Ama bu onun yorumudur ve tamamen keyfidir. Kimseye niye öyle değil de böyle yorumlamadığını bir gerekçe ile kanıtlayamaz ama bahaneler üretebilir, “yahu öyle olur mu, o şey kalem” demek gibi, ama niye “CABABA” kelimesinin onun aklına “kalem” denince aklına gelen aynı şeyi getirmediğini bir BİLGİYE dayalı olarak kanıtlayamaz. Çünkü bu mekanik bir harekettir ve gerçekte o şey hiç yoktur. Çünkü o şey sadece gürültüdür.

PEKİ BUNUN ZAMANLA VE AN’LA NE ALAKASI/BAĞLANTISI VAR?

Çünkü Gurdjieff’in dediği gibi bilmek ve anlamak farklı şeyler. Örneğin ben elime bir kalem alırsam onun bilgisine ikimizde sahip olmamıza rağmen, anlayışımız farklı olur. İkimiz de o kalemin uzunluğunu ölçebiliriz, hangi maddeden yapıldığını analiz edebiliriz vs. Ama onu farklı anlarız çünkü sahip olduğumuz diğer bilgilerimizle onu “anlamlandırırız”. Siz onun (bu kalemin) varlığının sebebini anlarsınız çünkü kâğıdın var olduğunu ve bu kalemin de o kağıdın üstüne yazı yazmakta kullanılabileceğinden var olduğu “FİKRİNİ” aklınıza getirirsiniz (oysa ki bu son derece göreceli ve mekanik hatta anlamsız bir düşüncedir). Aynı CABABA/Tanrı/Allah kelimesini duyup keyfi anlamlandırmak gibi bu sefer bir şey görünce ona önceki bilginiz dahilinde anlam atfedersiniz. “Ne güzel, kağıt üzerine yazmak için harika bir materyal bu”. Ben ise kâğıt ve yazı diye bir şey bilmediğim için “Ne güzel bir şeyler delmek için harika bir madde bu diye düşünürüm”. Bakın aynı şey bize farklı tepki verdirtti, yani farklı şeyi düşündürttü. Aynı CABABA kelimesinin/gürültüsünün/titreşiminin bize farklı şeyleri algılatması gibi.

İşte geçmişte böyle! Diyelim ki siz bana “Az önce bu tabağı sen buraya koydun” dediniz ve “kanıtlayın lütfen” dediğimde bana telefonunuzun ekranını gösterdiniz ve dediniz ki “Bak, sen koymuşsun işte” Ben de elimdeki boş pet şişesini aldım ve size gösterdim ve dedim ki “Hayır, bak sen koymuşsun”. Yanımızdaki arkadaşımız ise arabasının motoru çalışırken bize motorun çarklarını gösterip “Hayır ikiniz de koymamışsınız” demiş diyelim. EVET BİLİYORUM SİZE SAÇMA GELİYOR AMA LÜTFEN DEMEK İSTEDİĞİMİ ANLAYIN. Burada demek istediğim biz bazı maddelere bakıyoruz ve o maddelerin hareketlerine, ister bu motorun çalışması, ister vantilatörün pervanesinin dönmesi, ister bir kıyafetin buruşması olsun, bakarak geçmişi bildiğimizi iddia ediyoruz veya geçmiş dediğimiz “zamanda” o şeyin olduğuna inanıyoruz!!! Aslında bu durum o kadar gülünç, acınası, zavallı, sefil ve trajik ki, benim odamın tavanına bakıp “Demek ki bundan 40 sene önce Almanya’da bu olmuş” dememe benziyor. Sonuçta bir arabada pistonun dönüp motoru çalıştırması gibi veya telefon dediğimiz cihazın ekranından geçen elektrik akımının bakırda kimyasal tepkimeye yol açıp ışık çıkartmasına “geçmiş” diyoruz ve bir de buna İNANIYORUZ ve İNANCIMIZIN bir “BİLGİ” olduğunu iddia ediyoruz. Oysaki sadece bir şeyler oluyor. Ağacın devrilmesinin, suyun akmasının, araba tekerinin dönmesinin nasıl bana Fransa’da bundan 50 sene önce ne olduğunu göstermesi beklenemezse, aynı şekilde bakır bir telden geçen elektriğin saçtığı ışık ta bana geçmişi gösteremez ama sadece renkli renkli ışıklar saçar o kadar, aynı telefonlarda olduğu gibi (İNANIN BANA CİDDİ DİYORUM).

PEKİ HAFIZAMIZ? VE BUNUN AN’LA NE ALAKASI VAR?

Verdiğim örnekteki gibi aynı kelimelerden/sözlerden aynı şeyi anlamamız için aynı bilgiye sahip olmamız gerek diye düşünüyorum. Bence artık geçmişin çevremizde bulunan herhangi bir maddeden (taş, toprak, telefon, ekran, ağaç kabuğu, odamın duvarı, ne olursa olsun) bilinemeyeceğini ve o şeylere baktığımızda sadece gördüğümüz şeylerin kanıtları olduklarını ama o olan şeylerin GERÇEK olabilecek diğer şeyleri kanıtlayamayacağının sonucuna ulaşabiliriz. Yani bir damla su yere düşüyorsa bu sadece bir damla suyun yere düştüğünü kanıtlar. Ve eğer bir bakırdan elektrik geçtiğinde ışık çıkıyorsa (telefonlar da olduğu gibi) bu da sadece o ışığın çıktığını kanıtlar. AMA HİÇBİR ŞEKİLDE O ÇIKAN IŞIK BANA GEÇMİŞ HAKKINDA BİR BİLGİ VEREMEZ. Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir.

Şimdi olay AN’a geldi. Geçmişi hiçbir şekilde teyit edemeyiz dostlarım. Hafıza dediğimiz şeyde anımsayabiliriz ama o da sadece anımsadığımız şeydir yani hayaldir. Şimdi gözünüzü kapayın ve şöyle bir şeyi gerçekmiş gibi hayal edin lütfen “Evinizde, koltukta oturuyorsunuz. Bir kitap alıyorsunuz elinize. O kitabın kapağında yazanları okuyorsunuz ve sonra da geri yerine koyuyorsunuz.” Şimdi bunu düşündünüz/hayal ettiniz, ve sonra da hayal etmeyi bıraktığınız AN’da da bu (hemen az önce yaşamanıza) geçmişiniz hem yaşanmış hem de yok oldu. Sonra buna benzer “gerçek” olduğuna inandığınız bir anınızı anımsayın. Anımsamayı bıraktığınız AN’da onun sadece bir anımsama/hayal olduğunuzu fark edersiniz. Sadece AN’ın kendisine odaklandığınız An’da yaparsınız bunu. Başka bir örnekle anlatmaya çalışayım: Sizi uyuttuğumu ve hipnotize ettiğimi varsayın. Size şunları söylüyorum; “Koltuğunda oturuyorsun. Elinde bir tabanca var. O tabanca ile karşındaki şişeye ateş ediyorsun”. Sonra sizi uyandırıyorum. Diyorum ki “O şişeye ateş ettiğin an’ı hatırlıyor musun?” siz de “Evet sanki hatırlıyorum” diyorsunuz. –“Ne güzeldi değil mi o an?” Muhtemelen siz de “Evet ne güzeldi” diyeceksiniz.

ŞİMDİ ŞUNU SÖYLEYEBİLİRSİNİZ; Ama o sadece bir hipnozdu, diğerleri gerçek anılar. Ben de diyorum ki nereden bilebilirsiniz? Bana telefon ekranındaki bakırdan geçen elektriğin yarattığı ışığı veya araba motorunun çalışırken çalıştırdığı pistonları veya bir vantilatörün dönen pervanesini herhalde kanıt olarak göstermeyeceksiniz değil mi? ASLA BİLEMEYECEKSİNİZ. Belki size absürt geliyor bu dediklerim ama, en azından İNANIN BANA ben CİDDİYİM.

Peki bunun AN’LA bağlantısı nedir? Geçmiş, gelecek vs. yoksa AN nasıl var olabilir veya HAKİKAT ile aynı şey olabilir ki?

İşte şimdi AN’dan kastımın zaman veya mekânda bir hayal değil de bir HAKİKAT olduğunu anlatmaya çalıştığımı sanırım siz de “hissetmişsinizidir”. Yani AN dediğim "HİS" bu zaman ve mekanda (bu hayalde) tıpkı zaman ve mekan gibi hiç var olmadı, çünkü o AN zaten hep vardır (olmasaydı bu hayal de olamazdı). Bütün anılarınız, geçmişiniz bir hayal ürünü. Zaman diye bir şey yok. Zaman diye bir şey olmadığı için gelecek de, geçmiş de, anılarınız da yok. Zaman olmadığı için bugün ki modern bilim insanlarının da dediği gibi madde de yok… Madde yok, Zaman yok, Geçmiş yok, Gelecek te yok. Ne var? Sadece ama sadece HAKİKAT ve bu hayalin oluşmasını sağlayan AN var işte, O KADAR. AN TEKTİR, HAKİKAT’TE TEKTİR ve İKİSİ HAKİKİDİR ve asla değişmezler. Siz mesela uykudayken rüyanızda saatler, yıllar geçirebilirsiniz. Ama uyandığınız AN’da geçmişinizin bir rüya, bir hayal olduğunu anlarsınız. Tüm o yaşadıklarınız, rüya da, hayal ederken oluşturduğunuza benzer bir yanılsama da, veyahut olduğuna inandığınız GEÇMİŞİNİZ ve olacağına inandığınız GELECEĞİNİZ gibi bir hayal ürünüdür. İstediğiniz kadar duvara veya telefona bakarak o şeylerin yaşandığını kanıtlayın. İstediğiniz kadar yaşadığınız haksızlıkları, aşkları, çektiğiniz acıları, içtiğiniz biralardan aldığınız tatları anlatın onlar hiçbir zaman olmadı. Ama siz o hayalin parçasıyken oldu. Ama artık o hayal yok. Sadece tatlı bir anıdan, olmayan bir geçmişten ibaretler.

AMA ANILARIMIZ VAR, ÇÜNKÜ HATIRLIYORUZ DEĞİL Mİ??? Aynen öyle, geçmişiniz sadece anılarınızdan ibaret. Var mı yok mu asla bilemeyeceksiniz. Mesela telkin mi değil mi asla kanıtlayamayacaksınız. Var olan tek şey ise HER “AN” VAR (OL)AN AN’DIR. O hiç değişmez. ŞU AN hep vardır ve bu AN OLAN TEK ANDIR ve HAKİKAT bu AN’dadır. Bu AN’da HAKİKAT olmasaydı eğer, siz ŞU AN bu AN’ı yaşayamazdınız, çünkü OLamazdınız. İŞTE BENİM AN’dan kastettiğim her daim var olabilecek tek şey HAKİKAT ise her AN onun var olduğudur ve HAKİKATİN sadece AN’da olduğudur. Çünkü HAKİKAT TEKTİR, AN’DA TEKTİR, ikisi aynıdır ve HEP VARDIR. OLan birisi, HAKİKATEN uyanan birisi AN’ın kendisi yani (gerçekteki) kendisi olur. AN, VAROLUŞ ve HAKİKAT inançlarda, kelimelerde, CABABA’da, geçmişte, anılarda, gelecekte değildir. HAKİKAT tektir… HAKİKAT var ise HEP VARDIR, değişmez!!! Ve Hakikat her AN’da vardır. Ve her AN hem geçmiş hem de gelecektir. Yani geçmiş ve gelecek aynı şeydir. Var olan HAKİKATİN GERÇEĞİ her AN vardır ve Hakikat ile An aynı şeydir. Onları ayrı olarak algılatan, olmayan veya hayal ürünü olan, içinde yaşadığımız ortamdır. Yani Yedi Hermetik kanundan ilki olan Evrenin zihinsel ve hayali doğasıdır. Evren hayali ise içinde yaşadığımız hayal de hayalidir, o hayaldeki anılarımız da.
Kurşunu (Satürn’ü, yani zamanı) dönüştürdüğümde Altın’a (yani Güneş’e/Işığa), HAKİKİ OL(muş) oluruz ve ne gelecek gibi ne de geçmiş gibi hayal ürünü oluruz. Sadece HAKİKİ ve değişmez OLuruz. Zaman ve onun var ettiği hayal ürünü madde bizi etkilemez çünkü bu ikisi yoktur, hayaldir. Uykumuzdan UYANDIĞIMIZ zaman bunu GERÇEKTEN anlayacağız. AN’ın bütün bu rüyayı, zamanı, hayali var eden uykuya daldığımız ve kendimizi unuttuğumuz AN’dan başka bir şey olmadığını yani artık HAKİKAT olmayı bırakıp rüyada kendimize biçtiğimiz rolleri makine gibi taklit etmeye başladığımız AN olduğunu fark edeceğiz. Tıpkı hayal ürünü bir senaryoyu veya bir olayı kafamızda kurgulamaya, hayal etmeye başladığımız AN’da o yaşananların gerçek olduğunu unutup gerçekmiş gibi yaşayıp, bir AN’da AN’ın HAKİKATİNE odaklandığımız AN’da onların yok olması yani biz uyanır uyanmaz “pof” diye kaybolması gibi geçmişimiz de biz onun var olduğu saçmalığına inanmayı GERÇEKTEN bırakıp AN’a odaklandığımızda yok olacak ve çektiğimiz acıların, yaşadığımız zevklerin hayal ürünü sahte şeyler olduklarını fark edeceğiz. En azından benim AN’dan kastım buydu; Yani, tüm bu anıları var eden, tüm bu hayali var eden, tüm bu yaşadığımız rüyayı, geleceği ve geçmişi “YOKTAN” yaratmaya başladığımız AN, o ilk ve benzersiz olan HAKİKİ AN. Yani, sahte anılarımızı yaratıp onlara inanmaya başladığımız, ilk “YOKTAN” Var etmeye başladığımız ve sonsuz bir (aslında hiç olmayan ve geçmeyen) zamandır var ettiğimiz ve kendimizi olduğuna inadırdığımız o hayal/düş. İşte o bir zamanlar, bundan Aeonlar önce OLduğumuz HAKİKİ olan TEK AN HAKİKİ (OL)AN TEK ANDI ve ZATEN HAKİKATTİ… BİLİYORUM Kİ O AN yeniden gelecek ve geldiğinde acı veya ızdırap dolu yalan anılarımız yok olup gidecek. Ve asla olmamış olacak. Ta ki biz olduklarına inanana kadar, ışıklı bir ekrana bakıp büyülenmiş zombiler gibi “Olmuş işte, bak burada görüntüsü” var yalanı ile kendimizi yeniden avutana kadar.

Evet biliyorum hep böyle uzun ve dolambaçlı bir şekilde cevap yazıyorum ama kendimi inanın ki başka türlü ifade edemiyorum.

Okuduğunuz için size en derin teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyorum

Saygılar ve Sevgiler
« Son Düzenleme: Nisan 13, 2020, 10:27:28 ös Gönderen: Ömer Faruk Yılmazlar »
ᛋ Sól er landa ljóme ᛋ Lúti ek helgum dóme


Nisan 13, 2020, 10:14:57 ös
Yanıtla #9


Doğrusunu söylemek gerekirse hayatın anlamsızlığını olayların yorumlanmasının ne olursa olsun sübjektif kavramlar konularak analiz edilmesinden başka bir çare olmadığını ‘anladığımda’, şeylerin sadece kendine kendine olduğunu ve sadece olduğunu (varit olduğunu) ama GERÇEK ANLAMDA SADECE MEKANİK BİR ŞEKİLDE OLDUĞUNU ve bunun sadece iyi, kötü, güzel, sıkıcı anlamına GELMEDİĞİNİ sadece o şeylerin olduğu anlamına geldiğini ve bunun da sadece o şeylerin olduğunu kanıtladığını ‘fark ettiğimde’ o AN HİÇBİRŞEY bilmediğimi anladım.


Bu sözleriniz bana David Hume'un,  ard arda gelen deneyimlerimizin birbirleriyle ilişkilerinin zorunlu olmadığına ve tek tek olguların birbiriyle bağlantılı gözükmesinin sebebinin insan aklının bir alışkanlığı olabileceğine yönelik düşüncelerini hatırlattı. Özellikle şu noktada sorduğunuz sorular çok önemli:


Örneğin eğer biri ona vurup sonra şeker vermişse ve bu olay 9 defa hep aynı şekilde gerçekleşmişse o kişi böyle bir olay olduğunda yine aynısını bekleyecektir. AMA YA OLMAZSA? “Ama önceden hep böyle oldu”. Peki bu yine böyle olacağını mı kanıtlar? “Hayır ama olabilir”. Ya olmazsa? “O zaman olmaz”. Peki ne olur? “Bilmiyorum”… İşte böyle. OLAYLARIN BİLİNMEZLİĞİNİ anladığımda GERÇEKTEN “SADECE KENDİMİ BİLEBİLECEĞİMİ” ve başka HİÇBİRŞEY bilemeyeceğimi ANLADIM.


Burada yaptığınız şey, akıl tarafından, neden ile sonuç biçiminde etiketlenen iki farklı olay arasında gözüken bağlantının sadece tekrara dayalı olduğunun ve aslında bu bağlantının zorunluluk içermediğinin altını çizmektir. Nedensellik problemiyle ilişkisinde , tüme varım problemi hala bilimin çözüm üretemediği ve belki de hiçbir zaman tam olarak çözüm üretemeyeceği bir meseledir. İki olayın defalarca ard arda gelmesi, birinci olayla ikinci olay arasında nedensel bir zorunluluk varmış gibi gösterse de, ileriye doğru uzanan zaman, yeni ihtimalleri beraberinde getirir. 9 kere vurulup her seferinde şeker alan adam 10. sefer vuruluşunun ardından eli boş bırakılabilir. Buna dair verilebilecek en yaygın örneklerden biri "bütün kuğular beyazdır" önermesidir. Bu önermede kişi önceki deneyimlerine bakarak her gördüğü kuğunun beyaz olduğunu kaydeder ve bu önermeyi dile getirir. Ancak karşısına çıkan ilk siyah kuğu önermeyi yanlışlayacaktır. Hal böyle olunca "kuğu" ile "beyaz" arasında kurulan bağlantı zorunluluğunu yitirecektir. Bu bağlantıları kaldırınca da deneyimlerimizin bize sunabileceği tek şey olarak geriye tek tek anlık olgular kalıyor. Bu olguların kendisi ise, değerden bağımsızdır. Yani, iyi olmak, kötü olmak gibi durumlar olgunun kendisinde bulunmaz. İnsan aklının olguya eklemlediği şeylerdir bunlar. Peki geriye tek tek olgular kalıyorsa ve bunların arasındaki bağlantılar zorunlu değilse. Bilmekten ve bilgiden nasıl söz edebiliriz? Bu bizi belirli bir şüpheciliğe götürür ki bu gerekli bir şüphedir.Olguları birbirine eklemlemeden sadece anlık deneyimlerde var olmak...


 An'da olmaktan kastınız, olaylar arasındaki mekanik bağlantıları farkedip bunlardan şüphe duymak ve en son olarak da bunları kırıp sadece anlık olguları deneyimlemek gibi birşey miydi?

Hayır değil sevgili dostum. Yaşanmış olayların mekanikliğine kendimce fark ettiğim doğru ama bunları kırıp(anlayıp?) anlık olguları deneyimlemeyi kast etmemiştim. Çünkü her an duyduğum, gördüğüm şeyler de yanılsama olabilirler. Şu söz demek istediğimi daha iyi açıklayacaktır: "Sen gördüğün, duyduğun veya tattığın şeyleri GERÇEK sanıyorsan evladım, onlar sadece ama sadece elektrik sinyalleridir." Yani elektrik sinyalleri sayesinde anlık deneyimlediğim olgularda AN'ın gerçeği değil ama bir realitesi/algısı... İsterseniz Nomad33 dostumuza anlattığım anlatımıma bir göz atıp ne demek istediğimi hakkında belki daha farklı bir fikir sahibi olabilirsiniz. Ama biraz uzun ne yazık ki :)

Bu arada cevabınız, verdiğiniz örneğiniz ve sorunuz için ayrı ayrı teşekkür ederim  :)

Saygılar
ᛋ Sól er landa ljóme ᛋ Lúti ek helgum dóme