Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: K O Z M O Z.....  (Okunma sayısı 2153 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 28, 2009, 08:45:19 ös
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


 

 YILDIZLARDAN AŞAĞI BAKTIĞIMIZDA

Varoluşun doğası hakkında düşünme ihtiyacı hisssettiğimiz ilk yıllardı. Sınıftaki tahta sıralara sığmamaya başladığımızı görmüş olmalılar ki, büyüdüğümüze karar verip, bize fizik bile öğretmeye başlamışlardı. Atomun yapısı ile ilgili bilgiler, beyinsel raflarımızda yerleşecek doğru bir yer aramak gayesiyle oradan oraya koşuşup durmaktaydı. Sınırlı düşünsel yeteneklerimizi zorlama pahasına ve taşıdığı yanılgı risklerini düşünmeksizin, itina ile formüle edilmiş, kendimizce mükemmel, bir kuram bile geliştirmiştik bu konuda.

Önce neş’eli bir oyun olarak başladı bütün bunlar;
Protonların etrafında dolaşıp duran elektronlardan, atomlar, atomların bir araya gelmesinden moleküller ortaya çıkıyormuş. Hemen bu son öğrendiklerimizle, bir başka bilgiyi birleştiriverdik; Ay, Dünya’nın, Dünya, Güneş’in, Güneş, Vega’nın (o zamanlar öyle sanılırdı), galaksiler birbirlerinin etrafında, benzer bir hareketle turladıklarına göre, tabiatta, bir merkezin etrafında dönme eylemini esas almış bir kozmik düzen olmalıydı. Bu mantığın kaçınılmaz sonucu olarak, geldiğimiz en uç noktayı, ya’ni galaksileri de içeren bir üst aşama ya da aşamalar muhakkak mevcut olmalı diye düşündük. Evet ama, nereye kadar ?

Sonsuzluk kavramı ile ilk karşılaşışımız, ilk büyük şaşkınlık.

Çözüm kolay geldi bize; Çokluk, sayıca hem sonlu, hem sonsuz olmalıydı. Sayıca sonluydu, zira, ne kadar ise o kadar olacaktı. Ama çokluk, aynı zamanda sayıca sonsuzdu. Çokluğu içeren nenler, hiç durmaksızın birbirlerini sınırlamakta ve böylelikle kendilerini, başkalarından ayırmaktaydılar. Bu yüzden, galaksilerden öte, sonsuz sayıda başka aşamalar, olmalıydı ve vardı. Madem ki, sonsuz da sınırlıydı, öyleyse; Sonsuza doğru genişleyen tüm bu sarmal kolların nihaî merkezinde, sadece kendi etrafında dönen kozmik bir yetkin varlık düşüncesine ulaştık. Böylelikle iki sonsuz arasına yaydığımız kozmik düzenin, mevcut, bilinen, algılanabilir ya da düşünülebilir her türlü neni içerdiğini varsaydık, kendimizce.

Kuramımız, mutluluk veren, parıltılı bir sonuca ulaşmıştı. Evren’in, cesamet itibariyle çok küçük olmakla beraber, önemli bir parçasını oluşturduğumuzu anlamıştık artık. Etrafımızda gördüğümüz her şey, “sen bütünün bir parçasısın” diye haykırıyordu yüzümüze. Mikrokozmos, makrokozmos ilintisine de kolayca ulaşmıştık.

İşin en eğlenceli tarafına vardık böylece. Artık, çekici fanteziler üretebilirdik, bu temel üzerinde; Protonları, yüksek çekim gücüne sahip kadınlara, atomdan atoma koşan elektronları, uçarı erkeklere benzettik. Atom çekirdeği içersindeki, birleşip ayrılmalar, sevgi kavramını anımsattı bizlere. Yaratılışın doğasında, sevginin varlığını keşfettik. Bu en büyük keşfimizdi. Etrafımızda gördüğümüz, algıladığımız her şeyi sevmeye başlamıştık. Bu noktada yeni bir kavramla daha tanıştık çaresiz, özgürlük. Özgür olmayan sevgide, bir şeylerin eksik kaldığını da farkettik. Özgür sevgi, sahiplenmeye, sahiplenme şefkat ve fedâkârlığa dönüştü derhâl. Bir çocuk kitabı olarak ellerimize tutuşturulan Antoine de St. Exupery’nin “Küçük Prensi” geldi aklımıza. Ne güzel de betimliyordu, sevgi, sahiplenme ve fedâkârlık kavramlarını. “Benim gülüm bir tanedir. Bütün güller içersinde tektir. Çünkü onu ben suladım.” diye haykırıyordu. Ya “Küçük Prens” bir çocuk kitabı değildi. Ya da ben artık, onu okuyan çocuk değildim. Belki de her ikisi birden.

Doğuşumuzdan bu yana, erdemli bir yaşam için gerekli sayılan kavramlar, gerek ailemiz ve gerekse öğretmenlerimizce bize anlatılmıştı. Ama şimdi, özgürce ürettiğimiz, yeni insanî değerlerle, karşılaşmaya başlamıştık. Daha bir başka bağlandık, sevgi, sahiplenme ve fedâkârlık erdemlerine..

Lise aşamasında, yüz yıllar önce düşünce tarihinde izler bırakarak göçüp gitmiş bir çok insanın, doğayı gözlemleyerek hemen aynı sonuçlara varmış olduklarını görmek bizi heyecanlandırdı. Madem ki, medeniyet tarihinin yedi bin yılda geldiği noktaya, bu kadarcık bir çaba ile ulaşabilmiştik, o hâlde, bir parçası olduğumuza inandığımız Evren’in erişilmemiş doğrularına da, aynı yolla ulaşabiliriz diye düşündük. Okumakta olduğumuz kitapları bir yana bırakıp, düşüncelere daldık.

Çok lazımmış gibi kader bizi, tam bu aşamada bir matematik imtihanına sürükledi. Sorular, işlemler, çarpmalar, bölmeler, toplamalar, çıkarmalar. Tam ayaklarımız yerden kesilmişken, pat diye düştük yine, günlük, alışılmış yaşam düzeyine. Birden aradığımız şey geldi aklımıza. Matematiksel doğruya ulaşmak istiyorduk. Ama, çözümlerimiz doğru muydu ? Sağlamasını yapmalıydık o hâlde. İmtihan kağıdı uçtu gitti sıramızın üzerinden. Müthiş ve mükemmel “varoluşun doğası” kuramımız geldi oturdu önümüze. Nasıl sağlamasını yapabilirdik, artık inanç hâline dönüşmüş bu düşüncelerimizin.

İnsanın düşünsel oluşumundaki ikinci büyük şaşkınlık.

Ama artık yola çıkılmıştı bir kere. Durmak mümkün değil. Sağlama yapılacak, kurtuluş yok bundan. Elimizde neler ver bir bakalım; Akıldan oluşmuş bir “Ben” var, sevgi var, özgürlük ve özgürce sahiplenme duygusu var. Bu kavramlar içersinde bizi yanılgılardan kurtaracak tek şeyin, özgür akıl olduğunu kavramamak zaten mümkün değil. Bu aşamanın çözümünde de akıldan yola çıkmayı doğru bulduk. Bu kerre aklın önderliğinde, sağlama metotları yaratma yoluna vurduk kendimizi. Birden, müthiş bir soru ve korkunç bir yılgınlık. “Şüphe götürmez bir doğrulama metodu var mı ?” Nasıl sağlamasını yapacağız bütün bu düşünsel ürünlerin. Bu soruya iç rahatlığı ile verilebilecek bir cevap bulamadık. Bulduklarımızı da aklımıza kabul ettirmek pek mümkün olmadı. Yenilgiyi kabulden başka çaremiz yok gibi.

Ama, nasıl oluyor da, “Siz bütünün bir parçasısınız” söylemi, yenilgiye rağmen hâlâ kulaklarımızda çınlayıp duruyor böyle ? Bir başka ses, yepyeni bir soru daha atıyor bu defa; “iyi dinle, bu ünleme beyninden mi geliyor?” Hayır. “Başka bir yerden kaynaklanıyor olmalı bu sesler. Bu bir sezgi, bu kalpten gelen bir ünleme insanlara”. Bu aşamada insanın, bir çifte oluşumun, ya’ni, ruh ve beden oluşumunun bir sentezi olduğu düşüncesi geldi oturdu inanç dağarcığımıza. Gönül gözümüzün açıldığını kavradık böylece. Sınırlı olduğu bilinen akıl yolu ile kavranamayacak göreceli ya da mutlak gerçeğin, bazı hâllerde kalbî yetkinlikler ve sezgi yolu ile elde edilebileceğini hissettik şimdi de.

Üçüncü büyük şaşkınlık. Yıllar yılı, ne kadar da inanmış ve güvenmiştik aklın gücüne.

“Sen bütünün bir parçasısın”, söylemi, artık farklı görünüyor gözlerimize. Karşımızdaki bireyleri, koloni oluşturarak, iyi kötü bir iş bölümü ve yardımlaşmaya yönelmiş hücreler toplamı olarak değil, ruh ve madde bileşiği bir insan olarak görebiliyor, daha da önemlisi,

“Evren’de ulaşabildiğimiz, algılayabildiğimiz her şeyi, bütünün bir parçası”
olarak târif edebiliyoruz artık.

Sezgisel gücümüzü kullanmayı öğrendik ve bundan mutluyuz; gelin bir kuram daha geliştirelim. Kozmik bir yasa hâline dönüştürülebilecek bu kuramı, bizden önce birileri muhakkak söylemiştir ya, her neyse. Buna alıştık nasıl olsa ! “Parça bütüne aittir. Parçanın başına gelen, bütünün de başına gelecektir.“  Bu kozmik yasayı evrensel açıdan incelediğimizde, ulaşılabilecek binlerce boyuttan bir tanesi, gönül gözü yolundan doğa ile özdeşlik kurabilmiş kişilerdeki Evren sevgisidir diye düşündük.

BİR PARÇASI OLDUĞUMUZ VE AYNI KADERİ PAYLAŞTIĞIMIZA İNANDIĞIMIZ BU EVREN’İ, DAHA BİR SEVDİK VE DAHA BİR SAHİPLENDİK.

Bu aşamada, boyumuzdan büyük bir işe daha, mikrokozmos, makrokozmos ilişkilerinin tarihsel gelişimini de bir senaryoya oturtmaya soyunduk. İnsanoğlu yaratılışın ilk günlerinde, doğanın zorunluluklarını hissetmiş olmalıydı öncelikle. Doğuştan özgürlük tutkunu insan, tabiat anaya uyma temayülündeki diğer yaratıklarda görülmeyen bir coşku ile bu zorunlulukların karşısına dikilip, doğayı kendine uydurma çabalarına girişmişti muhakkak. Binlerce yıldır devam eden bu savaşım, insan özgürlüğünden yana gelişmiş, Doğa, önceleri hâkimiyeti altında tuttuğu Ademoğlunun boyunduruğuna girmeye başlamış, Doğaya karşı tümden özgür insanın oluşumunda, çok önemli yollar katedilmişti bu yoldan. Bunu şimdi açıklıkla  görüyorduk.

Günümüz uygarlığının, hepimizi mutlu kılan ve öğünç kaynağımız sayılan düzeyi, bu savaşımın bir sonucu olarak pırıl pırıl parlamaktaydı gözlerimizde.

İşte, modern insanın içersinde bulunduğu en büyük ve şimdilik çözümsüz görünen ikilemin kaynağı demek buradaymış. “Ademoğlu, bir parçası olduğunu bildiği doğa ile savaşıp duruyor”. Kuyruğunu ısıran yılan misâli, Evren, kendisi ile savaşmakta. Bu mücadele sonucunda, yanıp kül olan ağaçlar, delinen ozon tabakası, soluduğumuz zehir, hava kirliliği, karaya vurmuş cansız balıklar, nesli tükenen kuşlar, tabiat ananın canını acıtıyor olmalı. Tabiîdir ki, Evren’in bir parçası olan insanın da canı acıyor. Ama bu acıyı, ya önlenemez bir gelişme olarak gördüğünden, ya da, yeteri kadar canı yanmadığından göz ardı ediyor Ademoğlu. Kaderci, müthiş bir vurdumduymazlık… Tabiat ana, insanoğlu ile yaptığı ezelî ve ebedî savaşta, kaybettiği her aşamada biraz daha güçleniyor. Bu güçlenme süreci en kutsal hakkımızı, yaşam hakkımızı elimizden alacak düzeylere ulaşacak böyle giderse.

İnsanoğlu uygarlık savaşını, ne pahasına olursa olsun kazanmak adına, harp hâlinde olduğu bütünü inkâr ederek özüne yabancılaşmakta, kozmik şarkıda hâtalı bir ses hâline şuursuzca dönüşmüş bulunmaktadır. Uygarlık savaşında erişilen noktanın, göreceli bir aşama içerdiğini, en azından başka sistemlerde, daha üstün seviyeli uygarlıkların bulunabileceğini, ya da bu kozmik düzende, başka nitelikli uygarlıklara ulaşılabileceği imkânını tamamen göz ardı etmiştir. Canımızın acısı arttıkça, beyinsel ve kalbî güçlerimizin üzerine çöken bu sisten kurtulup, olan biteni evrensel boyutta izlemek gerektiğini anlayacağız yavaş yavaş. Ancak, iş işten geçmeden, özümüz iyice zedelenmeden aslımıza dönüş, kaçınılmaz ama çok zor görünmektedir bu vurdumduymazlıkla.

EVREN’İN BİR PARÇASI OLDUĞUNU HAYKIRANLAR, BU EVREN’İ İÇTEN SEVDİĞİNİ SÖYLEYENLER, EVREN’LE AMANSIZ BİR SAVAŞ HÂLİNDE OLDUĞUNU HÂLÂ FARKETMEMİŞ OLANLAR, UYANIN;

“Bu dönüşümde elimizde bulunan tek anahtar kavram, mümkün olan tek başlangıç noktası, çevre bilinci edinmek ve onu değerler skalasında çok yukarılara taşımaktır.”

Eren Erbabacan
14.03.2002

 
   
 
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Eylül 29, 2009, 08:56:49 ös
Yanıtla #1

Çok güzel bir Paylaşım, Teşekkürler:)

Sevgilerle,
הדבר היחיד לשמור על אנשים בחיים הוא אהבה וכבוד

Aimer et être aimé c’est sentir le soleil des deux cotés.

«Ոսկե Տարիքը - Փոթորիկները, չի կարող կանխել մարդիկ սիրում են ծովը.