Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Tapınak Yapıldı - 13  (Okunma sayısı 6592 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 29, 2010, 05:49:49 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Adoniram bize buradaki görevin sadece önemli ve gizli olmakla kalmadığını, zorluğu ve ağırlığı bakımından da göze alınması gerektiğini söyledi.

«Hem ağır hem zor bir işe katlanmaya hazır olmayan, önceden bilmediği bir yükün altına girmek istemeyen varsa hemen ayrılabilir.» dedikten sonra yüzümüze baktı. Bizden hiç ses çıkmayınca, bu kez açıkça «Gitmek isteyen var mı?» diye sordu.

Hiçbirimizin gitmek istemediği belliydi. Üstelik bize böyle bir sır emanet edildikten sonra, hangimiz bundan sonrasından çekinerek bırakıp gitmeyi düşünebilirdi ki? Sonrası her ne ve her nasıl olursa olsun!

İnsanı istemediği, inanmadığı gönül vermediği bir işi yapmaya zorlamanın hiçbir yararı olmaz. Herhangi bir baskı, duygusal etkileme, zorunlu tutma ya da güç kullanma ile yaptırılan bir işin, beklendiğince, umulduğunca, başarılı, iyi ve güzel bir tarzda yerine getirileceğinden kuşku duyulur. Ancak bu arada hiç kimse, gücünün yetmediği, çok istese de yapamayacağı, yetenekleri ya da olanakları elvermediğinden ötürü beceremeyeceği bir işi de üstlenmemelidir. Böyle işler yapmaya kalkışması, başkalarından önce kendisini kandırması demektir.

Burada yapılacak iş ise her ne olursa olsun biz onu başarabilirdik. Başaramayacak olsak, buna güvenilmiş olmasa, seçilip buraya çağrılmazdık.

Sustuk!

Hiçbir şey söylememek gerektiğinde olduğu gibi, bir şey söylemek gerekmediği zaman da susmasını bilmek erdemliliktir.

Fakat konuşup anlatmanın bir yararı olacaksa, bildiğimizi ve düşündüğümüzü söylemeliyiz. Bunu yapmazsak, bilgi ve düşüncelerimizi sadece kendimize saklamanın yanılgısına düşeriz.

Görevin eş güdümle, paylaşılarak yerine getirilmesi gerekliyse, bundan bir ortak yarar bekleniyorsa, bilgi ve düşünülerin öncelikle ortaya serilmesi gerekir.

İnsan neyi yapabileceğini, nasıl bir yükü taşıyabileceğini bilmeli ama edinmiş olduğu bu deneyimle yetinmemelidir. Daha önce hiç yapmamış olduğu hatta nasıl yapılacağını bilmediği bir işi üstlenmeye, kaldırabileceğini bildiği yükten daha ağırını kaldırmayı denemeye girişmek üzere yürekli olmalıdır. Yoksa olduğu yerde çakılıp kalır; ne kendi gelişimini sağlayabilir ne de evrimsel doğrultudaki toplu ilerlemeye bir katkıda bulunabilir.

Ben yine böylesine düşüncelere dalmışken, Adoniram bir sözüyle beni kendime getirdi. «Hadi bakalım, kalkın. İşimizi görmeye hazırlanalım.»

Kalktık. Önümüze düştü. Tapınağın merdivenlerini tırmandı. Terasa çıktığında dönüp arkasına şöyle bir baktı, geliyor muyuz gibisinden. Sonra yoluna devam etti. İki bronz sütunun arasından geçerken hafifçe sağa doğru yöneldi; sütunu eliyle âdeta okşarcasına yokladı.

Bunu niçin yaptı bilemem ama bana sanki Hiram Usta’nın anısını yaşatmaya çalışıyormuş, ona sevgisi iletiyormuş gibi geldi. Kuşkusuz buradaki her şey, tüm bu tapınak onun yapıtıydı ama işte o iki görkemli bronz sütun, onlar ondan kalma bir parçaydı sanki.

Her birimiz de, Adoniram’ı izlerken öyle yapılması gerekiyormuşçasına o sütunu yokladık elimizle.

Adoniram tapınağın ön bölmesine girdi. Biz de arkasından.

Aramızda daha önce buraya hiç işi düşmediği için oraya girmemiş olanlar da vardı. “Belki Adoniram burada önce onlara bu ön bölmenin gelecekteki işlevini anlatacaktır.” diye düşünüyordum ama o hiçbir açıklama yapmadan önümüz sıra “iç bölme”ye doğru yürüdü.

Perdesini yana çekerek açtı.

Olmayacak iş!

Önce bir duraksama geçirdim. Ön bölmede çalıştığım sırada özellikle görevli kişilerden başka hiç kimsenin iç bölmeye girmeye hatta orasını görmeye bile yetkisi olmadığını, tapınağın yapımı henüz bitmemiş olsa da bunun kesinlikle yasak edildiğini biliyordum.

Diğerlerinden kimileri de şaşırmıştı. Elbette, çünkü benim bildiğimi onlar da öyle biliyordu.

Adoniram, kimilerimizin ne düşündüğünün farkına varmış olsa gerek ki, eliyle “Aldırmayın, peşimden gelin!” der gibi bir işaret yaptı. Onu izledik.

İç bölme, penceresiz ve ön bölmeye oranla dhem daha dar hem daha alçak tavanlı olduğundan hayli loş sayılırdı. Buna karşın dışarıdan süzülen ışıkla daha önce ön bölmede çalışırken farkına varmış olduğum o sandık gibi nesne en önde durduğu için belirgin bir şekilde gözüme ilişti. Üzerine ışık vurunca, ahşap gövdesinin çepeçevre altın plakalarla kaplanmış olduğu anlaşılıyordu. Her iki yanında halkalara geçirilmiş uzun birer ahşap kol vardı; belli ki bunlar taşınması için yapılmıştı. Üzerine ise som altından birtakım kanatlı canlı heykelcikleri yer alıyordu.

İrkildim!

Bana göre bunlar birer puttu; başka bir şey olamazdı.

Gerçi beni ilgilendirmezdi; ötesi ben burada bir Diyonisos Zanaatçısı, bir duvar ustasıydım ve işim bitince kendi ülkeme dönecektim ama hani burası tüm dinlere ve inançlara açık olacağı için, birinin ötekini etkilememesi bakımından hiçbir put sokulmayacaktı?

Bize daha önce söylendiğine göre; bu tapınak hizmete açıldığı zaman burada herkes kendi vicdanının yargısı uyarınca benimsemiş olduğu inançlarında kesinlikle özgür olacaktı. Belki kimisinin kendine özgü dogmaları olabilirdi; vardı da elbette ama burada hiçbir şey, hiçbir düşünü ya da kavram hiçbir zaman ötekinden üstün tutulmayacak, putlaştırılmayacak, kesin ve değiştirilemez niteliklere bağlanmayacaktı. Hiç kimsenin kendi inançlarına özgü düşünüleri, eğilimleri ya da putlarıyla başkasını etkilemeye ya da yönlendirmeye kalkışmasına izin verilmeyecekti.

Oysa bu sandığın üzerindeki heykelcikler açıkça birer putu andırıyordu işte. Olur muydu?

Adoniram çok zeki bir mimar ustaydı. Yüzümden sanki düşüncelerimi okumuş, tasamı anlamıştı. «Dert etme Yoapert... Daha sonra nasıl olsa onları sökeceğiz. Seni çok rahatsız ettiyse kırıp atarsın.» dedikten sonra, «Zaten asıl önemli olan o sandık ya da üstündekiler değil, içinde bulunanlardır. Bu ülkenin halkı buna “Ahit Sandığı” diyor. O üstünde görmüş olduğun ve anlaşılan seni kaygılandıran heykelciklere de “Kerubim” diyorlar.» diye bir açıklama yaptı.

Karşı çıkma gereğini duydum. Adoniram buna bir şey demezdi.

«Peki ama hani bu tapınak tüm inançlar için olacaktı? Bu durum bir çelişki yaratmıyor mu?» demekten alamadım kendimi.

«Haklısın; ilk bakışta öyle görünebilir.» dedi Adoniram, «Bu gördüklerini sadece belli bir inanca özgü olarak nitelersen öyle. Fakat o hayli dar bir görüş açısından bakmak olur; hatta biraz da ön yargılı. Oysa daha geniş kapsamlı düşünürsen, bunları öyle alışılagelmiş tarzda birer put ya da sadece İsrailoğulları’nın inançlarına özgü birer öğe değil, birer simge olarak değerlendirirsen, simgesel anlamlarını kavramaya çalışırsan, çok daha geniş açılımlar elde edebilirsin.»

Ahit Sandığı demek… Tam bunun içinde nasıl bir “ahit” olabileceğini düşünüyordum ki, Adoniram ileriye doğru geçip orada bulunan bir nesnenin üzerindeki örtüyü kaldırdı.

Ortaya adam boyu yüksekliğinde bir şamdan çıktı. Yedi kollu bir şamdan.

Adoniram koynundan bir kav çıkarıp çaktı; şamdanın mumlarından birini yaktı.

Bu tek bir mumun verdiği ışık tüm iç bölmeyi hayli aydınlattı. Demek hepsi yakılsa, burası pırıl pırıl aydınlık olacaktı.

Gareb şamdana yaklaştı. Adoniram’a «Dokunabilir miyim?» diye sordu.

«Elbette!» diye yanıtladı Adoniram, «Hepiniz buradaki her şeye dokunabilirsiniz. Zaten dokunmaktan da fazlasını yapacaksınız.»

Gareb şamdanı eliyle baştan aşağı sıvazladı. Sonra şaşkınlığını belirtti: «Fakat bu som altın ve tek bir parça. Kim, nasıl yapabilmiş bunu böyle? Dehşetli bir işçilik… Bir başyapıt bu.»

Eh, yeri geldiğinde herkes bir nesneye kendi uzmanlık alanından bakar. Ne ben ne ötekiler, bu şamdanı Gareb’in bakış açısından değerlendiremezdik.

İç bölme aydınlanınca, tam ortada, üzerinde yine kara bir örtü serili büyük bir kütle bulunduğunu fark ettim.

Adoniram o kara örtüyü de çekip aldı. Bembeyaz, taştan oyma bir lâhit çıktı ortaya. Bu bir lâhitti kuşkusuz; başka bir şey olamazdı. Bir sanat yapıtı olduğu, süslemeleriyle çok uğraşıldığı belliydi. Bunu anlamak için taş ustası olmak bile gerekmezdi. Üstündeki kapak bölümü düz ve işlemesizdi ama çevresi defne ve zeytin dalı motifleriyle ile inceden inceye donatılmıştı.

Bu kez şaşkınlık sırası Selek’e gelmişti. Kendi kendine söylenircesine, «İyi ama bunun burada ne işi var.» sözleri döküldü dudaklarından.

Adoniram ona, «Selek kardeşim. Evet biliyorum. Üzerinde çok çalıştın, çok emek verdin ve aslında henüz bitirmemiştin. Ancak hemen kullanılması uygun bulundu. Onun için de senin iznin olmadan alınıp buraya getirildi. Umarım kusura bakmazsın.» dedi.

Bu sözlerin ardında ne olduğunu sonradan anladık. Selek, bir süre önce tapınağın yapımında kullanılacak olan taşların yontulup işlenmesi işlerinden çekilmiş, kendisine bir özel görev verilmişti. Bu da ileride Kral Süleyman için kullanılacak olan bir lâhit yapılmasıydı. Son zamanlarda kalfalarıyla birlikte onun üzerinde çalışıyordu. Tabanı ve dört yanı hemen hemen bitirilmiş, kapağı da hazırlanmış ama onun işlenmesine henüz geçilmemişti. Hiram Usta’nın cesedi tapınağa getirilmişti. Nereye konulacaktı? Bir lâhit gerekliydi ve Harodim’in yetkilileri tümüyle bitmemiş olsa bile bunun kullanılmasına karar vermişti. Mimar Hiram Usta’ya yaraşırdı. Kral Süleyman için nasıl olsa bir diğeri yapılabilirdi; ona zaman vardı.

Adoniram, «Mimarımız Hiram Usta işte burada.» deyince, bir an inanasım gelmedi.

Şimdi anlıyordum aradan bunca gün geçmiş olmasına karşın niçin hâlâ onun için bir cenaze töreni düzenlenmiş olmadığını.

Aslında bununla bağlantılı olmak üzere bir başka şey daha anlayacaktım ama o sonra.

Yine düşüncelere daldım.

Herkesin her zaman her şeyi bilmesi gerekmez.

Hiç kimse de her şeyi bilemez.

Pek az kişinin bilip birçoklarının bilmemesinde yarar olan gerçekler, herkesin bildiklerinden çok daha fazladır. Her bilginin edinilmesinin de bir zamanı, bir sırası vardır.

Zaten öyle olmasa “sır” kavramının ne anlamı kalır ki?

İnsan, olumsuz tutkularını yenmeyi bilmeli.

Bunun yöntemini de bilmeli.

Önce öz varlığına egemen olmalı, kendini yoklayıp eleştirmeyi başarmalı. Tutkularını baştan sona gözden geçirmeli.
 
Hiçbir tutkusu olmadığına karar verecek olursa, boşuna yaşıyor demektir. Çünkü insanın yaşamda amaçları, hedefleri, erekleri olmalı. Onları gerçekleştirmek, onlara ulaşmak için uğraşmalı. Bir amacın gerçekleşmeyişi, bir hedefe varılamayışı üzerine hemen umudunu yitirip çabalarından caymamalı. Ona sarılıp tutkuyla bağlanmalı; direnmeli.

Birer tutku düzeyine getirdiği amaçlarından hangisinin sadece kendisi ve yakınları, hangisinin toplum ve insanlık için olduğunu da saptamalı.

Sadece kendisine ilişkin tutkuları, başkalarına zarar vermediği sürece saygıya değer. Topluma ve insanlığa yönelik, toplumun ve insanlığın bilimsel nitelikli bilgi ile güçlenip gelişme göstererek evrim doğrultusunda ilerlemesini sağlayabilecek, insanların barış, esenlik ve mutluluğuna katkıda bulunacak tutkuları ise ona onur kazandırır.

İnsan, tüm insanları ve tüm toplumları içeren, sürekli ve koşulsuz, evrensel nitelikli bir barışın sağlanması peşinde koşmalı. Böyle bir barışın, ancak bireylerin içsel verimlilikleriyle güçlenip gerçekleşebileceğini de bilmeli.

Bunun için ise, tek tek ve birbirinden bağımsız bireysel çabaların yetmeyeceğini, eşgüdüm içinde birlikte çalışmanın, olumlu sonuçların sürekliliği için de topluma yaygın bir bilinçlenmenin geliştirilmesinin gerektiğini de kavramalı.

Ne var ki, bu bilinçlenme de yeterli olmaz. Tüm insanlar ve tüm toplumlar için barış arayışında olan insan, önce kendi kendisiyle barışık olmalı.

Aklımdan tüm bunlar geçerken, gözlerimi lâhdin üzerine yerleştirilmiş olduğu çok iri bir mermer taşa takmıştım. Belli ki lâhit buraya sonradan getirilmişti, -zaten Adoniram da söylemişti öyle olduğunu- fakat görülen o ki üzerine yerleştirilmiş olduğu o kocaman mermer blok burada önceden vardı.

Nitekim Adoniram, «Haydi bakalım, ilk zahmetli işimiz başlıyor. Şimdi bunu buradan kaldırıp kenara almamız gerek.» dedi.

İç bölmenin ötesine doğru gitti. Oradan iki kangal halat getirdi. Bunlarla lâhdin iki yanına birer sapan vurduk. Benimle birlikte dört kişi omuzladık; diğerleri de ortadan destekledi. Lâhdi o kocaman taşın üzerinden kaldırıp döşemeye, Adoniram’ın gösterdiği yere oturttuk.

Şimdi gözlerimizin önünde o bembeyaz mermerden pürüzsüz bir küp biçiminde kesilmiş her bir köşesi altı arşın kadar şahane bir taş vardı. Lâhit üzerindeyken belli olmuyordu güzelliği. Altı usta, gözlerimizi o taşa dikmiş, kalakalmıştık. Diğerlerinin ne düşündüğünü bilemem ama benim zihnimden şunlar geçti:

Doğanın kendine özgü bir devinimi, verimliliği, kendi kendini sürekli olarak yenileyişi var. Bu süreklilik ve yenilenme olgusu, birçok öğesinde bütünlüğe oranla hiç de uzun zamanda olmuyor ama bir insanın ortalama yaşam süresine oranla kolayca farkına varamayacağı bir süre içinde gerçekleşiyor. Bitkilerin değişimi ise çok daha belirgin… Öyle ki, birçoğu doğrudan mevsimlere bağlı yenilenmeler sergiliyor. Birçoğu sanki kendini yok ediyor ama yerine benzerlerini bırakıyor. Bu, doğanın ölümsüzlüğünün göstergesinden başka ne olabilir?

İnsan, önceleri doğanın kendisine egemen olduğunu sanıp onu tanrılaştırarak tapınmaya yönelmiş. Sonra yarattığı bu tanrının kendisine karşı olduğunu sanıp onunla boğuşmaya, ona üstün çıkarak doğanın egemenliğini eline geçirmeye kalkışmış. Ancak, bir kez tanrıyı yaratmış olduğu, üstelik ondan cayamadığı için, bu kez de onu başka yerlerde, evrenin kendisinin uzanamadığı ve hiç uzanamayacağını sandığı boyutlarında aramaya başlamış.

Buna karşın doğa gene de ondan üstün çünkü insan ölüp gitmekte ama doğa ölümsüz kalmakta.

Doğaya egemen olduğunu sanan insan, kendine bu egemenliği sağlayan etkenin edindiği bilimsel nitelikli bilgi olduğunu göz ardı edip onu kıskanmaya başlamış, ölümsüzlüğünün peşinde koşar olmuş.

Bunun için kimileri insanın “beden” ve “ruh” diye birbirini bütünleyen iki temel öğeden oluştuğu varsayımına kapılmış, beden ölümlü olsa bile ruhun ölümsüz olacağı inancıyla kendisini avutmaya girişmiş.

Avunma insana bir geçici mutluluk sağlayabilir ama bilimsel yöntemle bu varsayımın kökünden yanlış olduğu kanıtlanacak olursa, çöküntüye uğramaktan sakınamaz.

İnsan için “ölümsüzlük” vardır ama bunu birtakım varsayımsal kavramlarda aramanın anlamı da yoktur yararı da olmaz.

Ağaç kendi kendini doğanın belli yasalarına bağlı olarak yeniler. Bunun en açık örneği yapraklarını değiştirmesinde, benzerlerini oluşturmak üzere tohum verişinde izlenir. İnsan da doğanın bir öğesidir. Bu oluşumdan kendi payını alır. Ancak sürekli olarak kendini yenileyerek ölümsüzlüğünü koruyan tek tek her bir “insan” yani “kişi” olamaz; bireyin kendini beğenen bir tutumla öğündüğü kendi soyu da olamaz.

Nitekim “ölümsüz” olan genelde ağaç değil, hatta akasya gibi belli bir ağaç türü bile değil, tümünün hep bir arada oluşturduğu orman, daha doğru bir deyişle doğanın bütünüdür. İnsanın bundan aldığı pay, ancak diğer insanlarla birlikte oluşturduğu “insanlık bütünü”nün ölümsüz oluşudur.

Bu bütün içinde bireysel boyutta bedensel ölümden sonra yaşamın sürekliliğini sağlayan etken, kişinin çocukları ve onların çocukları yani soyunun sonrası değil, ardında bıraktığı anılar ve yapıtlardır.

İşte şu tam bir küp biçimindeki pürüzsüz taş yapıt gibi.

Kendimi o küp biçimindeki taşın güzelliğinin etkisinden zorlukla kurtarıp, iç bölmeyi biraz daha dikkatle incelemeye giriştim.

Aslında burasının henüz bitmemiş olduğunu, ayrıntıda yer yer yapısal noksanlıklar bulunduğunu fark ettim. Belki sıradan bir göz pek ayırt edemezdi ama bizim işimiz, mesleğimiz bu.

Çevremizde yer alan birçok öğenin, karşılaştığımız birçok olayın bazısını çok önemseyip üzerinde durur, bazısını göz ardı ederiz hatta hiç ilgilenmeyiz. Oysa göz ardı edilen ya da ilgilenilmeyen olay ya da olgu, bilmediğimiz ya da hiç beklemediğimiz bir işlevi yerine getirmekte olabilir.

Evrendeki hiçbir şeyin “önemsiz” ya da “gereksiz” olduğunu söyleyemeyiz. Önemsizlik, ancak ona kendi değer yargılarımız uyarınca belirlediğimiz bir sıralamanın başlarında yer vermeyişimizden ileri gelir. Gereksizlik düşüncesi de parçayı bütünüyle birlikte kavrayamayışımızın sonucudur.

Oysa bir başka açıdan bakacak olursak, bu sıralama değişikliğe uğrayabilir. Bu nedenle hiçbir olay ya da olguya tek bir yandan değil, çok yönden ve kendi içinden olduğu kadar üzerinden hatta olabildiğince uzağından bakabilmeliyiz. Bütünün parçası ile birlikte bütünü de görmeye çalışmalıyız.

Sadece dış görünüşe bakarak aldanmamak gerekir. İşin içine girildiğinde karşı karşıya gelinen gerçek, sanılan ya da tasarlanandan çok farklı olabilir.

İşte böyle düşünülere gömülmüştüm bu kez, belki sonrası da gelecekti ki, Adoniram’ın sesi beni yine kendime getirdi. «Burada şu ana kadar gördükleriniz, görmeniz gerekenin yanında hiç sayılır.» dedi, «Hepiniz çok iyi bilirsiniz ki, yontulmuş taşları işleyenler önce düzeç, sonra şakûl kullanır. Bu bir sürecin aşamalarıdır. Gelin şimdi biz de düzeçten şakûle geçelim. Ancak bunun için biraz derine inmemiz gerekiyor.»

Bu arada ben öylesine bir zihinsel karmaşa içine girmiştim ki, onun bu sözünü de “kavram ve düşünülerde derine inmek” anlamına çektim.

Bir kez daha yanılmıştım.


« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:37:54 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ekim 29, 2010, 06:51:22 ös
Yanıtla #1
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


Öykünün bu bölümü diğerlerinden farklı.

Giderek bireysel niteliklerin ve erdemlerinde işlenmesinin yoğunlaştığı bu bölümde,artan heyacanla birlikte bu özelliklerinde derinleşeceğini seziyorum.

Bu öykünün engüzel tarafı ne biliyormusunuz?

Birçok kaynaktan edinilebilecek bilgilerin(Hatta ulaşılması belki de imkansız olanlarının)tek bir kaynakta öyküleştirilerek yorumlanması.

Açıkça söylemek gerekirse bu,tam bir usta işi...

Bu arada bir itirafta bulunayım.Süleyman tapınağının,tüm inançlara hizmet etmesi için yapıldığını henüz öğrendim.Budurum kendisine yüklenen önemin kavranması için yeterli...


Saygılar
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ekim 30, 2010, 02:58:15 ös
Yanıtla #2
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay

Usta işimi :)

Ben mimarım, amelelikle başladım, ustalıkda yaptım.
Bu iş usta işine benzemiyor.

Saygılarımla..
« Son Düzenleme: Ekim 30, 2010, 03:02:55 ös Gönderen: Prometheus »
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.


Ekim 30, 2010, 05:23:03 ös
Yanıtla #3
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


Sayın prometheus,

sırasıyla amelelik,ustalık yapmanız,daha sonra da mimar olmanız ne güzel...Zaten,hepimizin aradığı da bu...

Bu alandaki çoğu insan mimar olabilmeyi umuyor;diploma için kendisinde aradığı "Tez"i hazırlamanın uğraşında...

Tek fark var,burada diplomayı başkaları değil,kendiniz veriyorsunuz.En zor olanı da bu...

Ben,bu halimle bir inşaatta herhangi bir işi ustanın mı,ameleninmi yaptığını anlamakta zorlanabilirim;ama,mimarın eseri nerede olursa olsun parlar.

Ben yazımda bir hata yaptım;usta yerine "Mimar" sıfatını kullanmalıydım.

Herhalde,sizde bunu söylemek istediniz.


Saygılarımla
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ekim 30, 2010, 05:29:07 ös
Yanıtla #4
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay


Usta olmak kötü bir şey değil. Sizde, bende, buradaki çok kişide zaten makam, mevki, isim, şan şöhret derdinde olamaz.
Söylediğimi "hata yapmışsınız anlamında" almayın lütfen. Sadece üstüne bir + koymak istedim.
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.


Ekim 30, 2010, 05:33:45 ös
Yanıtla #5
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


Anlaştık...

Doğru anlamışım,teşekkür ederim.


Saygılar
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Kasım 04, 2010, 11:40:03 ös
Yanıtla #6
  • Ziyaretçi

Süleyman tapınağının,tüm inançlara hizmet etmesi için yapıldığını henüz öğrendim

aynı şekilde ben de şimdi öğreniyorum bunu :)


Kasım 05, 2010, 07:36:55 öö
Yanıtla #7
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Bir noktayı hatırlatma ya da dikkat çekme gereğini duyuyorum:

Bu başlık altında foruma aktarmakta olduğum özgün yazı dizisi bir kurgudur. Bu nedenle burada anlatılanların herhangi bir bölümünün gerçek olarak alınması durumunda, yanılgılı bir kanı edinilebilir. Elbette anlatımların kapsamında yer alan öğeleri birer simge, öykü perçecıklarını alegori olarak değerlendirmek olanaklıdır ama işte ancak o kadar.

Dolayısıyla hiç kimse bana "Süleyman Tapınağı'nın tüm inançları kapsamak üzere yapılmış bulunduğunu nereden çıkarıyorsun? Bunun kanıtı, belgesi, kaynağı nedir?" diye sormasın çünkü öyle bir şey yok. Olsaydı, bu yazı dizisi forumun "Edebiyat" bölümünde yer almazdı.

Sevgiler.

   
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ocak 10, 2016, 10:21:48 ös
Yanıtla #8
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 234
  • Cinsiyet: Bay

Sonsuzluk arzusundaki insan, "beden" ve "ruh" olmak üzere; birbiriyle bağlantılı ama aynı zamanda birbirinden ayrı iki kavram kurmakla yetinmiyor... Bu kavramları daha geniş bir şekilde ele alıp dinleri oluşturuyor. İçlerinden nadir olanları karşıt düşüncelere tolerans gösteriyor, çoğu ise karşıt düşünceyi yok etmeyi kendine bayrak ediniyor. Tarih ilerliyor, binlerce yıl geçiyor... Geçen zamanla birlikte insanın yarattığı dinler, vadettikleri sonsuz yaşam ya da ideal dünya düzeni şöyle dursun; sıradan bir yaşam şekli bile ortaya koyamıyor. Sonsuzluk umuduyla ortaya konmuş düşünceler, bir gün geliyor, zamanı boğan zincirlere dönüşüyor. Sanırım bunun arkasında yatan sebep, yazıda da belirtildiği üzere insanın doğaya üstün gelmek için verdiği anlamsız uğraş.
“Tehlikeli bir dönemde yaşıyoruz, insan kendine hükmetmeyi öğrenmeden doğaya hükmetmeyi öğrendi.” Albert Schweitzer


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
3 Yanıt
5928 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 22, 2017, 11:53:28 ös
Gönderen: Tık-Tik-Tak
7 Yanıt
6898 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2013, 08:12:38 ös
Gönderen: NOSAM33
6 Yanıt
4727 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 08, 2016, 11:05:16 ös
Gönderen: ruzber
0 Yanıt
3213 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 29, 2010, 06:24:51 ös
Gönderen: ADAM
5 Yanıt
5134 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2013, 11:18:59 ös
Gönderen: Etimolog
0 Yanıt
2970 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 07, 2010, 02:11:05 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4996 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2016, 11:25:50 öö
Gönderen: kurt
0 Yanıt
2558 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 13, 2010, 03:40:47 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2595 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 27, 2010, 10:54:02 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2855 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 01, 2010, 10:31:32 öö
Gönderen: ADAM