Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Batınilik  (Okunma sayısı 5344 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 20, 2013, 09:25:17 öö
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay



Mezopotamya'da, ve özellikle Harran ovasında yaşayan Saabi inançlı kavimin bir bölümü, liderleri İbrahim komutasında çeşitli sebeplerden ötürü göç ettikler ve göç edenler, Mısır'a yerleştiler. İbrahim'in bir cariyeden olma oğlu İsmail ve yanındaki küçük bir grup, İbrahim'in karısı Sarah'ın büyük tepkisi nedeniyle, ana gruptan uzaklaştırıldılar. Sarah, kavimin liderliğinin varisi olarak, sadece öz oğlu İshak'ın kalmasını ve İsmail'in gelecekte, veraset için hak iddia edememesini sağlamak üzere, İsmail ve beraberindekileri uzak Arabistan çöllerine sürgün göndertti.

Saabi inançlı olan İsmail, Arabistan yarımadasının güney ucuna yerleşti ve burada Yemen Sabaaları devletinin ilk nüvesini oluşturdu. Kısa sürede Arap yarımadasının önemli bir bölümünü kontrolü altına alan bu kavimin yoğun çalışmaları sonucunda, barajlar ve su yolları yapıldı. Çöl, yeşile dönüştürüldü ve bir güneş kültü niteliğindeki Saabi inancının gereği olan, çok sayıda tapınak inşa edildi. İşte Kabe de, bu tapınaklardan birisi, Güneş'e atfen yapılmış olması nedeniyle, belki de en önemlisiydi.

MÖ. 2000’lerden kalan Babil yazıtlarında, Mezopotamya’da, Magan halkının yaşadığı belirtilmektedir. Birinci Babil devletinin, MÖ. 18. yüzyılda yıkılmasından sonra, Maganlar, Arabistan’ın güneyine inerek, burada Main devletini kurmuştur. Main yazıtları, Yemen’de, MÖ. 700’lerde kurulan ve 115 yılına kadar varlığını sürdüren Saba devletinin, tıpkı Fenike gibi, bir ticaret devleti olduğunu, devletin genişlemesinin savaşlarla değil, ticaret sayesinde meydana geldiğini, Saba’lıların, “Mekrup” ya da “Mukarrip” adı verilen hükümdarlarının, birer rahip-kral olduklarını göstermektedir. Aynı yazıtlar, Saba dini inançlarının, gök cisimlerine tapınma olduğunu göstermektedir. Tapınılan tanrılar, Güneş tanrısı Şems, Ay tanrısı Sin, Zühre tanrısı Astar, Merih tanrısı Nekruh ve benzerleridir. Bu tanrılar için kurulan, sayıları 100’ü bulan mabetlere, yılın belli dönemlerinde hac ziyareti yapılır, her biri tavaf edilir, kurban kesilir. Kabe de, bunlardan birisidir ve Güneş tanrısına adanmıştır . Güneş tanrısı, her şeyin ilk sebebi ve yaratıcısı olarak, en yüce tanrıdır. Her şey onun emrindedir ve ona tabidir. Diğer bir deyişle, Saba’ların dini, Tek Tanrıcı bir dindir. Diğer tanrılar, onun yarattığı ve emri altında olan ikincil varlıklardır.

Yerli halkın, Arabul Baide (Kuzeyden Gelen Araplar) dediği Sabalıların kurdukları barajların yıkılması sonrası meydana gelen büyük kuraklık sonucu, vahalara doğru bir göç meydana geldi ve mabetlerin etrafında, Mekke, Taif ve Medine gibi, ticari prenslikler ortaya çıktı . İslam peygamberi Muhammed'in ailesi, kuşaklar boyu bu Güneş mabedinin, Kabe'nin yönetimini elinde tutan rahiplerdi. Zaman içerisinde Kabe'nin içine pek çok kavimin putları dolsa da, Muhammed'in ailesine ve savundukları dini inanca, Tek Tanrı inanırları anlamına gelen "Hanif Din" inanırları deniyordu.

Kureyşliler, kendilerinin İsmail neslinden olduklarını söylerler. İsmail, Hicaz’a yerleştikten sonra, Cürhum kabilesinden bir Sami kadınla evlenmiş ve babası İbrahim ile birlikte, Kabe’yi inşa etmiştir. İbrahim ve oğulları, Kabe’nin korunması amacıyla, ‘Kabe Tarikatı’ adı altında, Batıni bir örgüt  kurmuştur. Yemen Saba yöneticileri ve Muhammed’in atalarının kökleri, bu örgüte dayanmaktadır. 


Nitekim, yüzyıllarca ailesi Kabe’yi koruyan Muhammed’in de, Kabe ve civarını emniyet altına almakla görevli, şövalye tarikatları benzeri bir tarikatın, inisiye üyesi olduğu yolunda bilgiler, günümüze kadar ulaşmıştır. İbrahim tarafından kurulan Kabe Tarikatının amacı, Tek Tanrılı din inancının korunmasıdır. Bu dinin inanırlarına Hicaz’da, Hanif Din inanırları denilmiştir. Muhammed’in amcalarından Ez Zübeyr, Hac döneminde kabileler arasında çıkabilecek çatışmaları engellemek, ticareti geliştirebilmek ve sulhü korumak için, amacıyla “Hılfül Füdul” (Allah’ın Sulhü Ayları) teşkilatını kurmuştur. Hristiyan Şövalye Tarikatları benzeri bir kuruluş olan ve kökleri İbrahim’in Kabe Tarikatına dayanan Hılfül Füdul, zalimlere karşı mazlumların hakkını savunmak için yemin edenlerden oluşmuştur. İnisiye üyelerinin tamamı, Hanif  Din inanırıdır. Üyelere, savaş sanatının yanı sıra, Hanif Dinin  öğretileri de verilmiştir. Muhammed’in ailesi Beni Haşim, Muhammed’in annesinin ailesi Beni Zühre, Ebu Bekir’in ailesi Beni Teym ile, akraba Beni Muttalip ailesi, bu teşkilatın bel kemiğini oluşturmuşlardır.

Mekke halkı arasında lakabı ‘El Emin’ olan Muhammed’in, bu teşkilata üye olmaktan gurur duyduğunu sık sık ifade ettiği belirtilmektedir. Muhammed’in karısı Hatice’nin amca oğlu Varaka bin Nevfel, Muhammed’in hala oğlu Ubeydullah bin Cahş, Hatice’nin amca oğlu Osman bin Huveyris, Ömer’in amca oğlu Zeyd bin Amr, hep Hanif Din inanırları ve teşkilatın üyesidir.  İslamiyet’in, zor ilk yıllarında da Muhammed’e, bu hatırı sayılır bir kuvvet olan teşkilatın, büyük yardımları olmuştur. Öğretiyi yayma aşamasında, Muhammed karşıtlarının, onu öldürme girişimleri, bu teşkilatın üyelerinin yardımı ile, atıl kalmıştır. Varaka bin Nevfel, Şam’a giderek, Hristiyanlık dini üzerinde araştırma yapmış, Tevrat ve İncil’i Arapçaya çevirmiştir.     

İslamiyet'in, kutsal kitabı Kuran dışındaki, en önemli kanun koyucusu, Hanif dinin, uygulanmakta olan ilkeleridir. Çocuğun sünnet edilmesi, öldükten sonra yeniden dirileceğine inanılanların kefenlenerek gömülmesi, üçü farz, altı vakit namaz kılınması, namaz öncesi boy abdesti alınması gibi uygulamalar, tamamıyla Hanif dinin uygulamalarıdır. Bu uygulamalar, bazılarına yeni formatlar verilerek, bazıları aynen korunarak, İslamiyet’e geçirilmiştir. Saabilerin dili olan Aramca’dan, Allah, Rahman, Kuran, Furkan, melek, insan, kitab, Adem, Havva, Nebi (peygamber), Savm (oruç), Salat (namaz) gibi, Arapça’ya geçmiş olan kelimeler de, Saabiliğin, İslamiyet üzerindeki etkilerini göstermektedir.  İşte bu nedenle, zaman içerisinde çok farklılaşmış olsa da, ilk kaynağın Ezoterik olması nedeniyle, İslamiyet'te de, bu öğretinin izlerine sıkça rastlanır.

İslamiyetin Ezoterik öğreti ile ikinci karşılaşması, Mısır'ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, güçlü İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu.

Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır'da, Müslümanların ilk işi, İskenderiye okulunu dağıtmak oldu. İslamiyeti kabul eder görünen İskenderiye okulu mensupları, derhal Yunanlı filozofların ve özellikle de Pisagor ve Platon'un eserlerini yaymaya başladılar.

İskenderiye okulunun 9. yüzyıl temsilcilerinden Du’l Nun, Yunan felsefesini, İslamiyet içerisine sokan filozof olarak tanınmaktadır. Bir diğer Mısırlı filozof olan Tustari de, Mısır’dan, Basra’ya geçmiş ve Sufi doktrininin kurucularından olmuştur .Allah’ın, Hz. Muhammed’i, tüm varlıklardan önce, nurdan bir ışık olarak yarattığını, bu dünyada mukaddes işler yapanların, Allah ile birlik olacağını ilk söyleyen filozof, Tustari’dir. Tasavvufda önemli kavramlar olan Nur-el Yakin, İlm-el Yakin, Ayn-el Yakin ve Hakk-el Yakin gibi terimleri de, ilk kullanan odur. Tustari gibi, çok sayıda İskenderiye okulu mensubu filozof, başta Harran, Basra ve Bağdat olmak üzere, İslam dünyasına yayılmış ve Batıni görüşlerini yaymaya başlamıştır.

Yeni Platoncu filozofların etkileri kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Onların görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve mezhep oldu. Filozoflar bu akıma Tasavvuf, kendilerine de Sufi adını verdiler.


Cihangir GENER
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ocak 20, 2013, 02:51:48 ös
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

Sevgili Ceycet, soz konusu kaynakta bahsi edilen Misir cikisli bu ilk sufiler hakkinda daha detayli ulasabilecegimiz kaynaklar var midir? Yada bu konu hakkinda daha fazla bilginiz?

Kaynakta gecen Tustaru ve Nu'l Nun adli filozoflar hakkinda birkac kaynak ariyorum.
Cihangir Generin bu verdigi bilgiye kaynagi nedir?


Ocak 20, 2013, 03:27:25 ös
Yanıtla #2
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

Sayın ruzber,Mısır'dan ayrılan filozofların İslam coğrafyasında neo platonimzmi yaydıkları savına katılırım.Nitekim,tasavvuf felsefesinin oluşturulmasında,neoplatonizmin etkisi yadsınamaz.

Hatta ben kimi zaman bunu biraz abartarak,tasavvuf felsefesinin babası Platon'dur derim.

Ancak; bence,tasavvufun ilk kurucuları ve bu felsefenin üç ayağı,Ferudun ATTAR,İbn ARABİ ve Mevlana'dır.

Çünkü;tasavvufu işleyen,dokuyan ve felsefeyi düşünce yoluyla doğurmaya yönelten,bu üç alimdir.Anadolu'ya yayılmasında Mevlana'nın önemi büyüktür.

Cihangir GENER'in faydalandığı kaynakları bilmiyorum;ancak,bazı noktalarda anlaşamasakta birikimine büyük saygı duyarım.

Daha sonra balkanlara da yayılan tasavvuf felsefesi,Şeyh Bedrettin öncülüğünde büyük yol kat etmiştir.Bu arada Bogomilleri'de yad etmek gerekir;Maniciliğin yeni yorumunu üreten Bogomil felsefesiyle,tasavvuf düşüncesi birçok zeminde örtüşmektedir.


Saygılarımla
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ocak 20, 2013, 06:41:38 ös
Yanıtla #3
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Bogomilleri'Bende daha farklı bir kaynaktan erdoğan çınarın alevilerin kayıp binyılı adlı kitabından okudum.Katharlarla bogomillerin bağlantısını kurması çok ilginçti.Çok zorlayıcı bir kitaptı o yüzden sonraki kitaplarını almadım.Cihangir generin bu kitabını ise ilk kez elime bir mason arkadaş sayesinde geçti.Onun mason olduğunu biliyordum ezoterizme ilgim var ne okuyayım diye sorduğumda bana bu kitabı hediye etti tam 3 kez okudum bu kitabını.

Muhakkak okunması gereken bir kitaptır bence forumdaki arkadaşlara tavsiyem okusunlar.
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


Ocak 20, 2013, 07:11:57 ös
Yanıtla #4
  • Ziyaretçi

Degerli Ceycet, Istanbulu iyi bilir misiniz? Ben sizi Istanbuldan baslatip cok uzaklara goturucem...

Uzerinde KENDINI BIL yazan Sultan Ahmet meydaninin ortasinda bulunan 5000 yillik dikili tasin Antik Yunan Delf mabedinden, yine ayni alanda caminin 6 minaresine bakan diyer dikili tasin ise Antik Misirdan Getirildigi rivayet edilir.
 
Bu soylenenleri genelde herkes bilir. Ama herkesin bilmedigi bir adam gunumuzden 2.5 bin yil once bugun biri Sultan Ahmet Meydadninda olan dikili tas ile Delf Mabedinde, 6 minareye bakan dikili tas ile ise Antik Misirda tanisti.
 
Bu Adam Pisagordu.
Benim  anadoluya ciddi anlamda belki ilk degil ama sistematik bir sekilde  iskenderiye felsefesini getirenin Pisagor oldugu yonunde tezlerim var.


Verdiginiz 3 ayri sufi ye ek birde Hallaci Mansuru ekleyebiliriz belkide. Ama eklesekte yine birsey degismiyor bence. Anadoluyu etkileyen Bektasi Veliyi, Hasan Sabahi ve Feridettin Atari ele alalim:

Hallici Mansur,
Hace Bektasi Velinin dogumundan tam 351 yil once
HAsan Sabahin Dogumundan tam 178 yil once
Feridettin Atarin dogumundan tam 261 yil once dogdu.

Hace Bektastan yaklasik 3 buçuk, Hasan Sabahtan yaklasik 2 ve Feridettin Atardan 2 buçuk yuzyil once yasamis bu adam bugun Anadolu Alevilerinin ana felsefelerini olusturan "Enel Hak" felsefesini yaydigi ve bunu inkar etmedigi için olduruldu. Bu felsefeyi cani pahasina inkar etmemesi ise unlu "Enel Hak" cumlesini onun adiyla ozdeslestirdi. Enel Hak felsefesi; " Ben Hakkim, Hak Bendedir" idi. Bu felsefeyi kendisinden yuzlerce yil sonra Hasan Sabah Temliyerlilere "Insan Tanrinin Bir Parçasidir" seklinde anlatirken Feridettin Atar " İnsan Tanrı ile özdeştir, Tanrısal bir varlıktır." Hace Bektas Veli ise "Ne Ararsan Kendinde Ara" seklindeki dizeleriyle dillendirecekti. Aslinda hepside kendilerinden binlerce yil once yasamis olan Hermesin "Tanrilar Olumsuz Insanlar, Insanlar ise Olumlu Tanrilardir" cumlesinin farkli zaman ve mekanlarda farkli versiyondaki tetkrarlarindan baska birsey degildi. Aslinda bu soylem yukarida verdigim ilk ornekteki dikili taslarda verilen "kendini bil" tanimindanda  farkli  degildir.

Hallaci Mansur ben hakkim, hak bendedir derken
Delf mabedi ise, kendini bil, kendini bilen tanriyi bilir diyordu.

Bu konuda ben tasavvuf fikrinin babasinin Platondanda eskiye gidebilecegini dusunmekteyim...

Bununla beraber bu felsefeyi gelistiren ve Anadoluya kazandiran baska bircok sufininde varligindan eminim. Ornegin Abdulkerim el Cilli.

O diridir, sen de dirisin.
O bilendir, sen de bilensin.
O isteyendir, sen de isteyensin.
O kadirdir, sen de kadirsin.
O işitendir, sen de işitensin.
O görendir, sen de görensin.
O konuşandır, sen de konuşansın,
O zattır, sen de zatsın.
O toplayandır, sen de toplayansın.
O vardır, sen de varsın.
O rabdır, sen de rabsın.
Çünkü hepiniz çoban (yönetici)sınız
ve hepiniz güttükleriniz (yönettikleriniz)den sorumlusunuz.
O kadimdir, sen de kadimsin.
Çünkü onun bilgisinde sen mevcutsun.
Bilgisi de var olduğundan beri onunla beraberdir.
Böylece, görünüş olarak onun sahip olduğu bütün şeyler sana verilmiş,
senin de sahip olduğun bütün şeyler ona verilmiştir.
Ama o büyüklük ve izzet sahibi olurken,
sen zillet ve acizlik sahibi oldun.
Başta birinizin diğerine benzemesi doğru olduğu gibi,
burada da benzerliğin olmaması doğrudur"
Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil

El Cilliye ait olan bu eser Andolululuya su sekilde yansidi:

Aynayı tuttum yüzüme
Ali (Allah) göründü gözüme
Nazar kıldım ben özüme
Ali (Allah) göründü gözüme
Hilmi Dede Baba

Bende bu konuda tipki sizin gibi dusunuyorum. Sufiligin kokeni Misir Iskenderiye kokenlidir. Fakat bunu baz alirsam aciklamak yada buraya baglamak istedigim farkli tezler icin daha fazla bilgiye ihtiyacim var.

1 Misirdan cikip Batiniligi kuran bu ilk Sufiler kimdir?
2 Ne zaman ciktilar, nereden ciktilar kimler buna karar verdi?
3 ilk geldkleri yer neresiydi, nasil karsilandilar, nasil orgutlendiler?

Sanirim bu sorularin cevabini bulabilirsem cok mutlu olucam.
« Son Düzenleme: Ocak 20, 2013, 07:24:59 ös Gönderen: Sifir »


Ocak 20, 2013, 07:47:45 ös
Yanıtla #5
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


Sayın sifir,Hallac-Mansur ve Enel-Hak felsefesiyle ilgili,daha önce forumda yazdım.

Vahşice katledilen Mansur'u minnetle anıyorum.


Saygılar
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Ocak 20, 2013, 09:57:33 ös
Yanıtla #6
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Mevlana’nın Bâtıni Yönü

"Görünen suret, gayb alemindeki surete delalet eder, o da başka bir gayb suretinden vücut bulmuştur. Böylece bunları, görüşünün miktarınca ta üçüncü, dördüncü, onuncu surete kadar say dur!"
Mesnevi c. IV, 2888

Mevlâna inisiyatik kökenli büyük bir sufi, büyük bir bâtınidir. Cenazesine Mevlevilerin yanısıra Hristiyanlar, Yahudiler, her inanıştan insanlar katılmıştır. Şeriatin dışında bâtıni öğretiyi şiirleriyle anlatan Mevlâna'nın bu yönü ne üzücüdür ki klasik İslam yorumcuları tarafından halka hiçbir zaman anlatılmamıştır.
Bu bilerek yapılmıştır ama sadece bu konuda değil... Aynı şey Hallac-ı Mansur, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Muhyiddin Arabi ve daha niceleri için geçerlidir.

Şeriatin ötesinde bâtıni yönünü bizzat kendisi şiirlerinde sık sık ifade etmiştir:

"Ey Hacca gidenler, nereye böyle?
Tez gelin çöllerden döne döne,
Aradığınız sevgili burada,
Duvar bitişik komşunuz.
Durun, gördünüzse suretsiz suretini onun,
Hacı da sizsiniz, Kabe de Ev sahibi de..."

Bâtını anlamak için, önce zahirin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Zahir ve Bâtın aslında Arapça kelimelerdir. Zahir görünen, Bâtın ise görünmeyen manasındadır. Ancak bunlar elbette ilk anlamlarıdır. Her mananın, sonsuza kadar inen anlayışlara uygun olarak açıklamaları olur. Zahire sadece görünen, bâtına ise görünmeyen demek ilk manadır. Oysa daha derinlerde ise bu iki mananın birbirinden farkı yoktur. Mevlâna küfür ile iman arasında sadece bir berzah vardır der.

"Küfürle  iman, yumurtanın akı  ile sarısına benzer! Aralarında bir berzah vardır; birbirlerine karışmazlar!
Divân-ı Kebir c. IV, 1940

Mevlâna, berzah tanımı ile inanılmaz bir durumu ortaya koymaktadır. Çünkü yaşadığı çağda henüz bilinmeyen bir durumu çok güzel ifade etmiştir. Tüm ol emri ile yoktan var edilen varlıkların ve yaratılanların hepsinin bir sınırı vardır. Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz her cismin, maddenin, gökyüzünde bulunan tüm gök cisimlerinin bir şekli ve sureti vardır. Bunlar hep sınırlar içindedir. Birbirlerine asla karışmazlar. İnsan da böyledir, Varlıkların ortak buluşması ve ifadesi olan insan da sınırları iyi belirlenmiş bir surettir. İnsan organizması da organlardan oluşur ve her biri kendi görevini icra eder ve hiçbiri birbirine karışmaz. Zahir ile Bâtın da böyledir, sınırları iyi tayin edilmiştir ve asla birbirlerine karışmaz.
Bu karışma ve karışmama meselesi, bilimsel manada da çok iyi ifade edilmiştir Mevlâna tarafından. Özgür iradeyi ve seçme özgürlüğünü ifade eder. Tüm varlıkların ve yaratılmışların kendi özgür iradeleri vardır ve asla birbirlerine tahakküm ve müdahalede bulunmazlar. Günümüz biliminin yeni keşiflerinden olan kuantum fiziği de ortaya koymuştur ki, atom parçalan arasında da boşluk vardır ve hiçbir parçacık birbirine dokunmaz, birbirine yaklaşamaz. Herbirinin birbiri ile ortak alam haberleşmesi ve etkileşimi vardır fakat asla birbirlerine yapışıp iç içe giremezler. Atomlar ve partikülleri arasındaki boşluk, dengeyi sağlamaktadır. Çekim gücü dengede kalmaktadır.
Spiritüalistlerin bahsettiği "yukarısı aşağıya, aşağısı yukarıya benzer" sözü ile, zahir ile bâtının arasındaki berzah yani sınır da, birbirine benzer ancak aralarında sınır vardır. Havanın suyun içinde olması ancak yine de ayrıca var olması gibi. Her şey iç içedir, ancak sınırları çok iyi tayin edilmiştir.
Atomlar ve parçacıkları arasındaki boşluk, gökcisimleri arasındaki boşluk, dünyanın içindeki cisimler arasındaki boşluk, cisimlerin atomları arasındaki boşluk ve atomların parçacıkları arasındaki boşluk gereklidir ve bu sınırlar varlığın bütünlüğünü, özgür iradesini belirler. Yaratıcı kendi suretinde yaratmıştır sözünü destekler. Yaratıcı sonsuz ve irade sahibi ise, yarattıkları da Ondan'lık taşır. Yaratıcının mükemmelliği ve sonsuzluğu, yaratılanların özünde mevcuttur.

"Münkirin delili ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum. Hiç düşünmez ki nerede görünen bir şey varsa o gizli hik­metleri haber vermededir. "
Mesnevi c. IV, 2778

Ne zaman manaların ve kavramların gerçekliğine inebiliriz işte o zaman anlayışlarımız da değişir ve görünenin ardındaki görünmeyenleri de hissedebiliriz. Çünkü görünen her şeyin ardında görünmeyeni vardır. Zahir ile Bâtm arasında ki ince sınırı, perdeli olduğumuz için görmemiz ve fark etmemiz mümkün değildir, ancak hissedebiliriz, tahmin edebiliriz, merak edebiliriz.
Mevlâna zahir ile batım görebilen bir gönül anlayışına sahipti. Olmasaydı bu kadar sırları ifşa etmesi mümkün olamazdı. Çünkü "öteler"den gelmiş ve ötelerden aldığı görkemli bilgileri arzımıza akıtmıştır. Zahir ile Batım bir görebilen, aradaki sınırı aşabilen ötelere geçebilen bir anlayışa sahip kişilerin her yerde o mührü görmeleri mümkündür. Çünkü hakikatin hakikati, her yarattığı zerreye kendi nurunun mührünü de basmıştır. Her zerre, Hakk'ın mührünü taşır. Çünkü erdemli ve yüce bir Haktır ki, her zerreye kendi nurunu mühürlemiştir. Bunu görebilmek ancak ve ancak Mevlâna anlayışına sahip biri için mümkündür.

"Biçim mevcudiyete Biçimi olmayandan gelmiştir tıpkı dumanın ateşten gelişi gibi."
Mesnevi c. VI, 3712

Gayba vakıf olanlar yine Rabb'in katından kudretle onurlandırılmış olan seçilmişlerdir. Seçilmişler, öz dostlar, sevgililer, ziyaretçiler, misafirler olarak arz âlemlerine, kudretle donatılarak, rahmetin yayından gerilen ok misali, hedeflerini tam on ikiden vuran nurlu oklardır.

"Gaybın anahtarları ise onun katındadır."
En'am 6/59

Ancak "şehâdetil" ya da veş "şehâdeh" diye geçer ayetlerde, görülen ya da görünen kelimesi için. Şahit olunan âlem, şahitlik edilen bir durumdur bu. Şahit olduğu, şahitlik ettiği bir kainat, âlemdir görünen âlem. Aslında âleme şahitlik ediyoruz. Şahitlik edilen bir durum gözlemci manasım taşır. Biz gözlemciyiz ve âleme şahitlik ediyoruz.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, bilimadamları, atomaltı partikülleri incelerken, oynak oldukları ve yerlerinin tespit edilemediği bilimsel çalışmalarda ortaya konmuştur.. Aslında bilim adamı, atomaltı partiküllerine şahitlik edememektedir, yani yerlerini tespit edememektedirler. Oysa ki bu oynak atomaltı partiküllerin bütününe baktığımızda katı bir madde görmekteyiz, yani şahitlik etmekteyiz. Görmek sadece bütüne baktığımızda gerçekleşir, oysa ki derine indiğimizde soyut ve yeri tespit edilemeyen ışıktan ve enerjiden meydana gelmiş bir dünya mevcuttur.
Şahitlik ettiğimiz görülen evren, âlem, sadece bütüne bakıldığında gerçekleşir. Oysa ki gayb yani gizli olan, maddenin kökenine indikçe, yeri tespit edilemeyen boşluklardan meydana gelmiş, enerji ve çekim alanı inanılmaz boyutlarda olan bir âlem daha mevcuttur. Bu âlem gizli bir âlemdir ve yeri tespit edilememektedir. Gerçek şu ki, görünen ve görünmeyen âlem iç içedir. Şahitlik edilen ve bakıldıkça, manasına indikçe gizlenen bir âlem bütünü.
Şahitlik edilen âlem yani kainatımız, gayb âlemi gizli olan âlemler yani başka boyutlar ve bütün âlemler kısacası tüm yaratılmış olan âlemler olarak bahsedilen bütün kavramlar aslında sonsuzluğun bir işaretidir. Burada bahsedilen sadece görülen bir âlemin yani şahitlik edilen bir âlemin dışında da sonsuz seçenekte âlemlerin varlığının bir delili olarak sunulmaktadır.
Zahir ile Batin konusu, sadece görünen ve görünmeyeni içermez. Zahir sadece gördüklerimiz değildir. Gözlerimiz ancak dünyada olanları ve gökyüzünde olanları görmektedir de, ötelerde olanları göremez. Yani insan gözü, her görüneni de göremez. Mevlâna bunu şu şekilde ifade etmiştir.

"Ey insanlar; kalkın, dışarı çıkın! Atlarınıza binin ve kırlara açılın; bağlara bahçelere gidin! Onlar; ötelerden, çok uzak yollardan geldiler! Onları karşılamak, onlara; "Hoşgeldiniz!" demek adettir! O yeşillikler, yüklerini, denklerini bağladılar; yokluk ülkesinden kalktılar, deniz tarafından geldiler! Denizden gelirken güneşin yüzünden havaya çıktılar, göklere buse verdiler! Onlar; burç burç bütün gökleri dolaştılar, her yıldızdan yararlandılar, sermaye aldılar! Ve nihayet bize, şu toprak âlemine birçok armağanlarla geldiler! Onlar, birkaç gün şu yeryüzünde misafir olarak kalırlar; sonra yine giderler! Bu hep böyledir; böyle gelir, böyle gider, böyle sürer! Onların sofraları, rüzgarın başındadır; kaseleri de seher rüzgarının elindedir! Onların yedikleri yemekler, o sofraya oturanlardan başkasından gizlidir! Çünkü, yemek kaplarının üstünde kapaklar vardır! Sofralar gelince herkes; "Tabaklarda ne var?" diye soruyor! Soranlara hâl dili ile diyorlar ki: "Herkes bu sırlara mahrem olsaydı, tabaklar hiç örtülür müydü? Canın gıdası, can gibi gizlidir; bedenin gıdası ise, ekmek gibi meydandadır! Ekmeğin zevkini, ancak aç kimse bilir; tok olan, o zevki, hiç bilmez."
Divân-ı Kebir c. IV, 1940

"Ötelerden" gelen "misafirler" diye anlatmıştır Mevlâna. Onlar resullerdir, ötelerden gelirler ve yeryüzünde birkaç gün kalan misafirlerdir. Yeryüzüne geldiklerinde ise birçok armağanla gelirler diye bahseder. Bu anlamda, bizden gibidirler, insan gibi görünürler ancak yedikleri yemekler ve tabakları içinde olanları kimse göremez. Gizlidir. Çünkü her gördüğümüz gerçek değildir. Biz insanlar, ancak beynimizde olan kod­lar dahilinde görürüz ve biliriz, bundan öteye geçebilenler, anlayışlarını genişletenlerdir. Ötelerden gelen yeryüzüne armağanlar getiren misafirleri görebilenler de ancak Mevlâna gibi anlayışa sahip olanlardır. Uyanmış olanlardır. Perdeli olmak manası, sınırlı olmak anlamındadır. Çünkü uyuyan insan için görünenin bile ne anlama geldiğim bilmesi mümkün olmayabilir ki, batım bilmek ve hissetmek ise çok uzak bir durum oluşturur.

Sözler sana göre kabuklardan ibarettir ama başka anlayışlara göre tamamıyla içtir. Gök arşa göre aşağıdadır ama bu bir yığın toprağa göre pek yücedir.
Mesnevi c. V, 20

Mevlâna'nın da yukarıda ifade ettiği gibi bâtın ile zahir olan anlayışa göre değişir. Birisi için bâtıni olan yolun ilerisindeki biri için zahirdir. Bu idrak kapasitesine göre insandan insana değişebildiği gibi, aynı insan için de zaman içinde değişecektir. Uyanışa ulaşma gayreti içinde şartlanmaların, yargıların, kodlanmaların dışına çıkmaya çalışarak sonu olmayan bir kabuk atma işlemidir. Öze ulaşana kadar her açtığımız kabuk zahir olan, içteki de bâtın olan olacaktır.

"Ey aşıklar! Bizler yıldızlar gibi tamamıyla ateş hâlini almışız. Bütün gece o ay parçasının, o güzeller güzelinin etrafında dönüp durmadayız."
Divân-ı Kebir c. III, 1594

"Güneşim, yıldızım suretten, şekilden üstün olduğu için manalar âleminden manalar âlemine geçer dururum. Bu yüzden ben pek hoşum, pek mutluyum."
Divân-ı Kebir c. III, 1590

Mevlâna bu ifadelerinde, aşık olanın tamamen yandığım ve hiç bitmeyen bir enerji ile ışıdığım, şekilsiz ve suretsiz olduğunu anlatmaktadır. Yakın zamanda keşfedilen bir durumdur bu. Yıldızların kendi enerjilerini üreten ve suretsiz olduğu batini  bilimsel olarak bilinir. Bu bilgi ise, ona "ötelerden" verilen bir bilgidir. O, manalar âleminden manalar âlemine geçen, zahir ile bâtın arasındaki sınırı aşabilen enerjisi ile hoş ve mutlu olduğunu ifade etmektedir. Ve bu hâlinin şekilsiz olduğunu vurgulamaktadır. Oysa beden içinde şekil halindedir. Bize yine çok önemli bir mesajı da vermektedir. Beden olarak görülen Mevlâna'nın, mana olarak görünmeyen mana âlemlerinde dolaştığı ve ötelerden aldığı armağanları da aktardığım anlatmaktadır.

"Gökyüzünde ateşler içinde yanan Nesr-i Tair yıldızını görünce, kolu kanadı yanmış gönül kuşunun yanışını hatırla!"
Divân-ı Kebir c. IV, 1944

Uçan yıldız yani hareket eden ışıklı cisimden bahsetmektedir Mevlâna. Bu sözü de batini bir bilgidir. Çünkü yıldız olarak bahsettiği uçan cisim, kendi ateşleme sistemine sahiptir ve kendi enerjisini yakıtını üretmektedir manasına gelir. Yıldız olarak bahsetmesi bunu ifade eder. Çünkü yıldız kendi enerjisini üretir ve uçan cismin de kendi enerjisini ürettiğini anlatır. Gönül kuşu benzetmesi ise bir hayli ilginçtir çünkü gönül kuşu kanatsız uçandır. Uçmak için kanada ihtiyacı yoktur gönlün. İnsanların gönül kuşları büyük gönül kuşuna bağlıdır. Büyük gönül kuşuna uçan gönül kuşunun da kanada ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü kanatlı olanlar görünende ulaşmaya çalışırlar, görünmeyen mana âlemlerinde hiçbir organa ve kanada ihtiyaç yoktur, her yere ulaşmak anlık mesafede mümkündür.
Mevlâna, uçan ve kendi enerjisini yakıtını kendi ateşleyen üreten o cisim ile kanatsız gönülün benzetmesini yapmaktadır. Gönüllerimizden aşk ateşi ile ulaşılan yer ile uçan cismin benzer nitelik taşıdığı sonucunu çıkarırız. Ötelerden gelen misafirlerin uçan cisimler içinde de mesafeleri an zamanda kat ettikleri, boyut atlayarak ulaştıklarını ifade etmektedir. Kendi gönlünde aşk ile yandığını ve mesafeleri an zamanda kat ettiğini ve âlemleri, mana boyutlarım da gezdiğini anlatmaktadır aynı zamanda.

Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirak ve nahis olmaz.
Mesnevi c. I, 750

Görünen de yani zahirde gördüğümüz yıldızların ardında da yıldızların varlığından bahsetmektedir Mevlâna. Baktığımızda ışığını gördüğümüz yıldızlar aslında gerçek yıldızların şu anki ışığı değildir. Binlerce yıl öncesine ait ışıklarını görmekteyiz. Aradaki mesafeler arttıkça, algılarımız da bizi yanıltır.
Mevlâna bâtın bakışı ile, inanılmaz bir fikri ve bilgiyi yine kendi zamanından aktarmıştır, Görünen yıldızlar artık yanma durumunda olmayabilir demektedir. O yıldızlarda ihtirak yani yanma olmaz demektedir. Çünkü ışığım gördüğümüz yıldız binlerce yıl öncesine ait bir ışıktır, ve artık günümüzde o yıldız yanmasını bırakmış ve sönmüş bir yıldız da olması mümkündür. Mevlâna kendi zamanında bu bilgiye sahipti.
Bu sözünü başka türlü de yorumlayabiliriz. İhtirak ve nahis olmaz demesi de, bizim bilmediğimiz yaşam formlarına işaret etmektedir. Yanma olmayan yıldızlardan bahsetmektedir. Ve o yanma olmayan yıldızlarda mükemmel yaşam formlarının olduğu, kıtlığın bulunmadığı yani perdelerin olmadığı tam bir görüşe sahip anlayışı olan yaşam formlarının varlığını da işaret etmiş olabilir.

Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana şöyle bir ses geldi: "Sen, yeryüzüne mensup değilsin; sen, ötelerden geldin! Bu yüzden, aklını başına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!..
Divân-ı Kebir c. IV, 1898

Mevlâna'nın "can" olarak bahsettiği, bâtındaki gönül gözünün hissedişidir. Çünkü ortada bir sesleniş yoktur, akis yoktur. Gönül âlemi bir mana âlemidir ve kulağına gelen bir ses değildir, cana gelen bir sestir. Yani gönlüne, bâtındaki kulağına seslenendir. Ötelerden verilen bu bilgi, onun doğmadığını ancak dünyaya fırlayan nurlu bir ok olduğunu anlatmak içindir. Çünkü Mevlâna dünyaya bir vazife için gelmiş, doğmamış ve ölmemiştir. Ancak kaynağından çıkan bir ok gibi arza saplanmış, ışımış ve kaynağına yine geri dönmüştür. Tortu gibi dibe çökenler ancak kendini beden gören insiler yani beşerler içindir. Beden gördükleri sürece de tortu olmaktan öteye geçemeyeceklerdir. Ve ayaklarını başının üstüne

Aşağıdaki ifadesinde Mevlâna, yükselmek, ancak ve ancak dünyanın azdırıcı etkisinden kurtulmakla mümkün olabileceğini ve böylece yıldızlara yani Hakk'a ölmeden önce kavuşmak olduğunu açıklamaktadır. Ölmeden ölmek, yaşamda ölümü, ölümde yaşamı bulabilmek içindir. Bedende maddenin bilgisini alan ancak tanrısal aklı ile gönlünü birleştirerek manalar âlemine dalan bir üstün insan modeline ulaşmanın formülüdür bu. İnsanın en büyük savaşıdır nefsaniyet ile arasındaki. Çünkü yenik düşen ve sürekli zaaflarım bertaraf edemeyen bir beşeri topluluk mevcuttur. Gökyüzünde nice yollar vardır görmesini bilenler ve ayaklarım başının üzerine alabilenler için. Gönül yolundan ulaşılan manalar âlemlerini tek tek dolaşabilenler için zaman ve mekan kavramı yoktur. Mevlâna gönül yolu ile nice âlemleri ve boyutları an zamanda dolaşmaktadır, bedenli görünümünü koruyarak.

Ayağını başının üstüne koyunca yıldızların üstüne ayak basarsın, nefsanî arzularını, şehveti yendiğin zaman havada yürürsün; haydi adımını at, ayağını havanın üstüne koy da yüksel!.. Şehvetini ayak altına aldığın, nefsanî isteklerini yendiğin zaman göklerde havalarda sana yüzlerce yol belirir ve sen seher vaktinde yapılan dua gibi göklere yükselirsin."
Divân-ı Kebir c. 1,19

Güneş de, ay da, yıldızlar da, gökyüzünde ilahî aşk ile dönmekte; adeta oynamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız dünya da dönmekte, oynamaktadır. Biz bunların ortasındayız. Haydi, şu ortadakileri de oynat!
Divân-ı Kebir c. I, 196

Dönmenin bir enerjisi olduğunu, hareketsiz kalan insanın enerji üretemediğini anlatmaktadır bu sözlerinde. Ve kendisinin en büyük ifadesi ilahiler eşliğinde mevlevi törenlerinde dönen insanlardır. Çünkü insan kainatın tam ortasındadır. Ve tüm yoktan var olan Varlıkların yönettiği tatbikat yaptığı ortak alandır. Ve ortadakini oynat demesi bundandır. Bunların farkına varması, yüceliğinin, nurlu olmasının farkına varmasıdır.
Mevlâna'nın paranormal fenomenlerini bu anlatımlardan sonra anlamak mümkündür. Çünkü o dünya inşam gibi görünen, gönlü zenginliklerle dolu, manalar âlemlerinde dolaşan bir seçilmiştir. Bâtın tarafının zenginliklerini ve görkemliliğini, bedenli iken, beşerlere aktarmıştır. Ve önemli olan ise, beden içindeyken de bâtın tarafın nasıl kullanıldığım ve bunların sırlarına nasıl vakıf olunabildiğinin bilgisini aktarmıştır. Ancak anlaşılabilmiş midir bilemeyiz. Anlaşılsaydı, dünyamız mükemmel bir Hakikatlerin Hakikati bilgisi ile dopdolu, özgür iradelerin yaşandığı bir dünya olacağı kesindi. Nice Mevlânalar geldi gitti ancak anlaşılamadılar. Söyledikleri sözler ezberden öteye gidemedi, anlayanlar ise kendi çaplarında bilgileri yaydılar. Fakat bütün değişmeden yol almak imkansızdır. Biz de Mevlâna'yı anlayabildiğimiz kadar aktarmaya çalıştık.

İnsanoğlunun kulağı da, gözü de hangi toprakla doludur? Arayıp durduğun hazineyi, görülmesi gereken inciyi sen, balçığa bulaşmış baş gözünden sorma! Sen onu gönül gözünden sor!
Divân-ı Kebir c. III, 1212

İnsan topraktan yaratılmış olduğunu yani maddenin en küçük yapı taşı olan atomdan yaratıldığını kutsal kitaplardan ve bilim gerçeğinin ışığında artık biliyoruz. Kuru balçıktan yaratılmıştır insan. Yani organizmasında çeşitli atomların bir araya gelişleri mevcuttur. Tüm elementlerin atomları organizmasında karışım hâlde bulunur. Kainat insanın içindedir sözü ile sadece mana olarak değil, madde olarak da anlayabiliriz. Çünkü kainatta bulunan tüm elementler ve atomlar insan organizmasında bütünlük sağlar. İnsanoğlunun kulağı ve gözü toprakla doludur derken bunu kendi zamanının anlayışı ile ifade etmiştir Mevlâna. Arayış içinde olduğu ve aklını kullanarak deliller peşinde koştuğu gizli olan hazineyi de nerede aradığım sormaktadır. Balçığa bulaşmış baş gözü ile ifade ettiği ise, atomların bir araya geldiği organizması ile, sadece ışığın yardımı ile retinaya düşen görüntü ile gerçekleşen bir görme hâli ile görülemez olduğunu ifade etmektedir. Çünkü o görüş sınırlı bir görüştür. Algı görüşüdür. Sadece ışığın ve retinanın yardımı ile yansıyan görüntüdür. Aldatıcıdır, yanıltıcıdır. Çünkü beyin kodlarının imkanı ile sınırlı olarak bir görüş mevcuttur. Yansıyan görüntünün, akıl ile yorumlanması da sınırlı kalacaktır. Çünkü baktığım gören bir insan yanılsama içindedir. Bu yüzden asla gizli hazineyi dünyasal gözü ile, balçıkla yaratılmış organı ile göremeyeceğini ifade etmektedir.

"Bu sebepler, görüşlere perdedir. Çünkü her göz, onun sanatını görmeye layık değildir. Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın."
Mesnevi c. V, 1551

Gönül gözü ise, manadır. Ancak gizli hazineyi arıyorsa insanoğlu, bunu gönül gözüyle yapabilir. Gönül gözü de bâtında yani gizlide olan gözüdür. İlham, sezgi, rüyalar, hissedişler ise bâtından gelen ilahi dokunuşlardır. İyi değerlendirilmeli ve peşinden gidilmelidir. Gayret gösterildiği takdirde, gizli hazineye yani gönülden gidilecek bir yola girilecektir.
Gönülden keşfedilerek girilen Aşk yolu, gidişi olan ancak dönüşü olmayan bir yoldur. Manalar o kadar derindir ki, bir anlam değil binlerce anlam ortaya çıkmaktadır. Bedende iken manalar denizine dalan kişinin yorumu, bakışı, sözleri, düşünceleri de büyük oranda değişecektir.

Kalp görünmez, kayıptır. Onun hâli, nabızdan anlaşılır, çünkü nabızla ilişiği vardır. Ey emin kişi, yel de gizlidir; kopardığı tozdan, uçurduğu yapraklardan anlaşılır. Sağdan mı esiyor, soldan mı? Onu sana yaprakların hareketi söyler. Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara. Allah'ın zatından da uzak olduğun için onu peygamberlerle mucizelerden bilebilirsin. Mesnevi c. VI, 1295

Mevlâna, burada görünen yani zahirde olanlarda da gizlilik mevcuttur ancak onları hareketlerinden ve etrafa verdikleri ses, hareket, ışık gibi yan öğelerde tayin edilebilirsin demektedir. Kalb gizlidir onu görebilmek için göğsü yarıp içine bakmıyoruz. Ancak nabız atışından kalbin attığını biliyoruz. Hava da görünmezdir, ancak nefes alabiliyoruz, yaşamımızı idame ettiriyoruz. Tozları, yaprakları uçurduğunda hava ve rüzgarı fark edebiliyoruz. Buna benzer pek çok doğa olayım ancak etrafa verdikleri etkiler doğrultusunda tespit edebilir ve gücünü tayin edebiliriz. Gizli olanı anlamak için yan öğelerin hareketlerinden tayin edilebilirliğini çok güzel ifade etmiştir Mevlâna. Yaratıcıyı da göremeyiz ancak O'nun peygamberlerini ve arzda meydana gelen mucizelerinden bilebilirsin demiştir. Onu görmek için etrafına bakman yeterli. Çünkü her türlü mucize an be an gerçekleşmektedir.

Ağza sığmayan lokmayı iste! Ruh gıdası gönül lokması ara!
Kitaplarda yazılı olmayan ledün ilmini ehlinden öğrenmeye çalış! Cenab-ı Hakk ile kamil insanların, ermişlerin gönülleri arasında öyle bir sır vardır ki, Cbril bile oraya girip o sırrı öğrenemez. İşte sen o sırra aşina olmaya gayret sarfet.
Divân-ı Kebir c. IV, Rubailer 83

İnsan ile Rabb'i arasındaki irtibat her an mevcuttur. Bu içten dışa doğru bir genişleme, ve gerçek ve sonsuz bilginin keşfidir. Kendi gönlünden yol bulabilen, kendi özündeki sonsuz bilgiye erişebilir. Bâtındaki bilginin zerresi bile, zahirdeki tüm kainatın açıklanmasında ortaya çıkacak bilgiden daha öte ve derin manalıdır. Çünkü bâtının zerre bilgisi, zahirin kül bilgisini tamamıyla içine alır, kuşatır ve açığa çıkarır.

Varlık âleminde asıl yaşayış, duyuş aşktır. "Sen hamüş ol, macerayı, çeşm-i giryan söylesin."
Divân-ı Kebir, c. V 2265

Varlık âleminde gerçek yaşayışın aşk olduğunu bahsediyor Mevlâna. Varlık âleminde diyor, dünya yaşamında değil. Çünkü varlık âlemi, gerçekliğin, hakikatin, hakkın olduğu gerçek dünya. Oysa dünya yaşamı, tamamen illüzyon, yansıma, gölgeler dünyası. Yoktan Var olan varlıklar âleminde yaşayış hakikattir, hakikatin yansımasıdır.
Hamuş kelimesi Osmanlıca bir kelimedir. Suskunluk ve susma manasına gelir. Gönül sesinin konuşmasıdır, sessizlikteki konuşmadır bu. Ruhların konuşması, ruhların akışkanlığıdır. Bâtın tarafın konuşmasıdır. Mevlâna burada batin tarafının konuşmasından bahseder. Ancak bu konuşmada ne dil vardır, ne ağız, ne de ses. Orada sadece gönül konuşur, ruhlar konuşur. Seslenme yoktur, çünkü ses ancak bir yere çarptığında duyulur hâle gelir. Seslenince akis edecek, çarpacak bir cisim yoktur. Çünkü bâtında her yer bütündür, birdir. Bütünlükte ayrı olan cismani yoktur ki, ses duyulsun.

Arapça anlamı ile hamuş, yanmaktır. Kavrulmaktır. Yanmak, kül olmak, hatta geriye hiçbir kalıntı bırakmadan yok olup erimek ve bâtın olmaktır. Ve bunun beden içinde olması ise, ölmeden ölme, yaşarken bâtın ile birliği yakalayabilmektir. Yanış hâli, zerre olan beden içindeki kainatı keşfetmektir. Kainatla bir olmak, kainat ile bir anda nefes alabilmek, Varlıkların aynı anda bâtındaki konuşmalarını duyabilmektir, görebilmektir.

Gönlüm, sevgilinin gönlü ile beraber, dilsiz, dudaksız olarak feryad edip duruyor. "Susarak konuşma", işte böyle olur.
Divân-ı Kebir c. II, 685

Susarak konuşma derken Mevlâna'nın anlatmak istediği, dünyevi bir takım dürtülerden, istek ve arzulardan arınma, münzevi bir yaşam, çekilme,, el etek çekme, yaşarken kendi ile başbaşa kalma, "halvet" olma durumu. îçine dönme, içi ile meşgul olma, derinliğe dalma, tüm karanlıklardan daha da karanlık olan iç âlemin içinde, dürreyi yani inciyi, vicdan sesini, gönül ışığım, Rab ışığım keşfedebilmedir. Suskunluk, bilirken dile gelmemesi, varken yok görülmesi, uzanmışken alınmaması, vazgeçme, yok oluş hâlidir. Suskunluk bir içe dönüştür. Fihi Ma Fih, "ne varsa, içindedir" manasındadır. Ancak daha derin manaları ise "hiçbir karanlığa benzemeyen, karanlığındaki vicdan ışığım, dürreyi fark et, yol bulup Aşka ulaş".

Arapça bir kelime olan "halvet" kelimesi en iyi anlatan durumdur. Kendi yalnızlığın ile başbaşa kalabilmek ve derinlere karanlığa inebilmek ve orada dürreyi keşfedebilmektir. Vicdani kanalın keşfidir.

Vicdan kanalı ise, Âlemlerin Rab'bi ile olan bağlantı,
gönül yolu, Aşkın yoludur.

( Batıni Mevlana - Kevser Yeşiltaş / Nilüfer Dinç )
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo