Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Şeytanın Saati - Fernando Pessoa  (Okunma sayısı 1537 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Nisan 15, 2020, 09:10:28 ös

Kısa bir bölüm:

İstasyondan çıktılar; sokağa varınca, kadın şaşkınlıkla, oturduğu sokakta, evine birkaç adım mesafede bulunduğunu gördü. Donakaldı. Ardından, yol arkadaşına şaşkınlığını ifade etmek için geriye döndü; ama arkasında kimse yoktu. Bir tren hattının son istasyonu olabilecek ya da öyle görünebilecek hiçbir binanın olmadığı, ayın aydınlattığı ıssız sokak vardı. Sokak.

Şaşkın, yarı uykulu, ama içten içe uyanık ve endişeli, evine kadar gitti; içeri girdi, yukarı çıktı; üst katta, kocası henüz yatmamıştı. Çalışma odasında kitap okuyordu, kadın girince kitabını bıraktı.

“Nasıldı?” diye sordu.

Kadın, “Gayet iyi geçti. Balo çok ilginçti,” dedi. Ve kocasının bir şey sormasına fırsat vermeden ekledi:

“Balodakiler beni arabayla sokağın köşesine kadar getirdiler. Kapıya kadar gelmelerini istemedim. Orada indim; ısrar etmek zorunda kaldım. Ah, öyle yorgunum ki!”

Ve yorgun argın, kocasına öpücük vermeyi de unutarak, yatmaya gitti.

Oğlu, doğduğunda görünüş olarak tamamen normaldi, ama ileride bir dâhi olacağını göstermekte gecikmedi. Şiirlerinde tuhaf ve düşsel bir hava vardı. Sanki önceki bir yaşamda, yeryüzünün tüm kentlerinin üstünden uçmuş birisinden aldığı, büyük şeylere yönelik bir arzu, şiirlerini kanatlandırırdı. Yaşantısındaki hiçbir şeyle açıklanamayan, büyük köprülere ilişkin bir imge dizelerinde sık sık geçerdi. Bir defasında, neredeyse uyurken yazılmış bir şiirde, tüm dünyanın görüldüğü yüksek bir tepenin üzerindeyken, tıpkı İsa’ya olduğu gibi, içindeki bir şeyin ayartıldığını söylemişti.

Aşağıda, olanaksızdan da öte bir mesafede, saçılmış yıldızlar gibi, büyük ışık lekeleri vardı – yeryüzünün kentleri kuşkusuz. Onları Şeytan gösterdi ona. Bunlar dünyanın büyük kentleridir: İşte Londra – ve belli mesafedeki başka bir şehri gösterdi. Bu da Berlin, ardından bir başkasını işaret etti. Ve şu, oradaki, Paris. Bunlar karanlıklar içindeki ışık lekeleridir ve biz, sırrın ve bilginin gezginleri, bu köprünün üstünde, onların çok üzerinden geçiyoruz.

“Ne korkunç ve muhteşem bir manzara. Aşağıdaki tüm bu şeyler nedir?”

“Tüm bunlar, bayan, dünyadır. Tanrı’nın isteği üzerine, Oğlu İsa’yı tam burada ayarttım. Ama tahmin ettiğim gibi sonuçsuz kaldı, çünkü Oğul, sırra Baba’dan daha vâkıftı ve Tarikat’ın Meçhul Üstatları’yla doğrudan ilişki içindeydi. Bu, Tarikat dilinde denildiği gibi, bir sınamaydı ve Aday hayran olunacak biçimde davrandı.”

“Pek iyi anlamadım. Gerçekten İsa’yı burada mı ayarttınız?”

“Evet. Şimdi derin bir vadinin olduğu bu yerde, o zamanlar bir dağ vardı elbette. Dipsiz Derinlik’te de büyük jeolojik değişiklikler olur. Burada, geçtiğimiz bu yerde, zirve vardı. Nasıl da hatırlıyorum! İsa beni, Tanrı’nın da ötesinde gözden çıkardı. Ben, Tanrı’nın öğüdünü ve emrini yerine getirdim, çünkü bu benim görevimdi: İsa’yı var olan her şeyle ayarttım. Kendi aklıma uymuş olsaydım onu, var olamayacak şeyle ayartırdım. O zaman, genel olarak dünya ve özel olarak Hıristiyanlık tarihi belki farklı olurdu. Ama, bütün dünyaların en yüce mimarı Yazgı’nın gücüne karşı, bu dünyayı yaratan Tanrı ve ben taşralı küçük Şeytan ne yapabiliriz ki?”

“Ama bir şeyi hem inkâr edip hem de nasıl doğrulayabiliriz?”

“Yaşamın yasası bu, bayan. Beden, haddinden çok ayrışmaksızın ayrıştığı için yaşar. Her an ayrışmasaydı bir mineral olurdu. Ruh, direnmesine rağmen, sürekli ayartıldığı için yaşar. Her şey, bir şeye karşı koyduğu için yaşar. Ben, her şeyin karşı koyduğu şeyim. Ama, eğer ben var olmasaydım hiçbir şey var olmazdı, çünkü karşı konulacak bir şey olmazdı; tıpkı hafif havada iyi uçtuğu için, havasız yerde daha iyi uçabileceğini sanan, müridim Kant’ın güvercini gibi.

“Benim büyülü silahlarım müzik, ay ışığı ve düşlerdir. Ne var ki müzik deyince sadece çalınan müzik değil, sonsuza dek çalınmadan kalacak müzik de anlaşılmalıdır. Ay ışığı derken, sadece aydan gelen ve ağaçların gölgelerini uzatan ışıktan söz edildiği sanılmamalıdır; güneşin dışlamadığı ve nesnelerin aldatıcı görünümlerini güpegündüz karartan başka bir ay ışığı da vardır. Her zaman kendisi olarak kalan tek şey düşlerdir. Onlar bizim, içine doğduğumuz, her zaman doğal ve kendimiz kaldığımız o parçamızdır.”

“Ama dünya eylemse, düş nasıl dünyaya ait olabilir?”

“Düş, düşünceye dönüşmüş, dolayısıyla dünyanın gücünü içinde tutup maddesini, yani uzamda var olma olgusunu, dışarı atan bir eylem olduğu için, bayan. Düşte özgür olduğumuz gerçek değil mi?”

“Evet, ama uyanmak öyle hüzünlü ki…”

“İyi bir düşçü uyanmaz. Ben hiç uyanmadım. Tanrı’nın uyumadığı konusunda da kuşkularım var. Bunu bana bir kez söylemişti…”

Kadın irkilerek ona baktı ve aniden korkuya kapıldı, ruhunun ta derinlerinden gelen, asla hissetmemiş olduğu bir korkuya.

“Peki ama siz kimsiniz, bayım? Niçin böyle maskelisiniz?”

“İki sorunuza da tek bir yanıt vereyim: Maskeli değilim.”

“Nasıl olur?”

“Ben Şeytan’ım, bayan. Evet, Şeytan’ım. Ama ürküp telaşa kapılmanıza gerek yok.”

Ve kadın, yeni bir zevkin gezindiği, ürküten bir göz kırpışla, ansızın, bunun doğru olduğunu anladı.

“Gerçekten de, ben Şeytan’ım. Yine de korkmayın, çünkü ben gerçekten Şeytan’ım ve dolayısıyla, kötülük yapmam. Yeryüzündeki ve yeryüzünün üstündeki bazı taklitçilerim, bütün aşırmacılar gibi tehlikelidirler, çünkü benim var olma tarzımın sırrını bilmezler. Sık sık esinlediğim Shakespeare benim hakkımı teslim etti: Benim bir centilmen olduğumu söyledi. Bu yüzden, içiniz rahat etsin: Emin ellerdesiniz. Bir hanımı incitecek tek bir söz etmek, tek bir davranışta bulunmak elimden gelmez. Bu doğama uygun olmasaydı bile, Shakespeare beni buna zorlardı. Ama gerçekten gerekmiyor.

Ben dünyanın başlangıcından beri varım ve oldum olası bir alaycıydım. Zira, bilmeniz gerekir ki bütün alaycılar, bazı doğruları telkin etmek için alaya başvurmak istemeleri dışında, zararsızdırlar. Benim, hakikati söylemek gibi bir iddiam olmadı asla – kısmen, bu hiçbir işe yaramadığından, kısmen de, hakikati bilmediğimden. Ağabeyim, Kadir-i Mutlak Tanrı’nın da hakikati bildiğini sanmıyorum. Ama bunlar ailevi sorunlar.

Sizi buraya, gerçek bir hedefi, yararlı bir amacı olmayan bu yolculuğa niçin sürüklediğimi belki bilmiyorsunuz. Bu, az önce sandığınız gibi, ne size saldırmak ne de sizi baştan çıkarmak içindi. Böyle şeyler yeryüzünde, insanların da dahil olduğu hayvanlar âleminde olur ve bana oradan bildirildiğine göre, galiba kurbanlar bile bundan zevk alırmış.

Zaten saldıramam. Böyle şeyler yeryüzünde olur, çünkü insanlar hayvandır. Evrendeki toplumsal konumum göz önüne alındığında böyle şeyler olanaksızdır – daha iyi bir ahlak olduğundan değil, biz meleklerin cinsiyeti olmadığından; en azından bu durumda, esas güvence de budur. Öyleyse rahat edebilirsiniz, çünkü size saygıda kusur etmem. Modern romancıların ve yaşlıların saygısızlığı gibi, ikinci derecede önemli ve yararsız saygısızlıklar olduğunu iyi biliyorum; ama ben bunlardan bile mahrumum, çünkü benim cinsiyetsizliğim şeylerin kökenine kadar uzanır, ama asla buna kafa yormak zorunda kalmadım. Birçok büyücünün benimle alışverişi olduğu söylenir, ama bu yanlıştır; belki de yanlış değildir, çünkü onların ilişkide olduğu şey kendi imgelemleridir, ki bu da bir anlamda benim.

Öyleyse rahat edin. İnsanları bozarım, doğrudur, çünkü hayal ettiririm. Ama Tanrı daha kötüdür – en azından bir anlamda, çünkü o, çok daha az estetik olan bozulabilir bedeni yarattı. Düşler, hiç olmazsa, çürümez. Geçer. Böylesi daha iyi, öyle değil mi?

18. Sır’ın anlamı budur. Tarot’u iyi bilmediğimi itiraf edeyim, çünkü Tarot’u tam olarak anlayan dünyadaki bütün o insanlar yüzünden onun sırlarını öğrenmeyi asla başaramadım.”

“On sekiz mi? Kocam, Masonluk’un 18. derecesinde.”

Masonluk’un değil, Masonluk’un ritüellerinden birinin. Ama tüm söylenenlere rağmen, ne Masonluk’la, dahası, ne de o dereceyle hiçbir ilgim yok. Ben, zaten yarım yamalak bildiğim Tarot’un, yani tüm evrenin anahtarının 18. sırrına başvururum, bir de Gizli Tarikat bilginlerinin benden daha iyi bildikleri Kabala’ya.

Ama yalnızca gazeteciliği ilgilendiren böyle şeyleri bir yana bırakalım. Benim Şeytan olduğumu hatırlayalım. Öyleyse şeytani olalım. Düşünüzde beni kaç kez gördünüz?”

“Bildiğim kadarıyla hiç,” diye yanıtladı Maria, gülümseyerek ve kocaman açılmış gözlerle bakarak.

“Masallardaki Yakışıklı Prens’i, Mükemmel Erkeği, yorulmak bilmez âşığı hiç düşünmediniz mi? Sizi kimsenin okşamadığı gibi okşayacak birini, sanki siz onun içindeymişsiniz gibi sizin olan birini, aslında bir olan üçlü bir coşkuda hem babanız, hem kocanız, hem de oğlunuz olan birini, hiç yanınızda, düşünüzde hissetmediniz mi?”

“Tam olarak anlamamama rağmen, evet, sanırım bunu düşündüm ve hissettim. İtiraf etmesi biraz güç, biliyor musunuz?”

“Bendim O, her zaman ben, ben Yılan –bana verilegelen rol bu–, dünyanın başlangıcından beri… Sürekli ayartmam ve denemem gerekiyor, çünkü başarılı biçimde ayartmaya izin yok.

“Sonradan Terazi’yi ekleyerek Burçlar Kuşağı’nın ilk on burcunu on bire çıkaran Yunanlılardır.

“Eleştiriyi de bunun içine katarak ilk onluyu gerçekten düzineye dönüştüren ise Yılan oldu.”

“Doğrusu hiçbir şey anlamıyorum.”

“Anlamıyorsunuz; o halde dinleyin. Başkaları anlayacaktır.

“… En iyi yapıtlarım ay ışığı ve alaydır.”

“Pek birbirine benzer şeyler değil…”
“Hayır, çünkü ben de kendime pek benzemem. Bu kusur benim erdemimdir. İşte ben bu yüzden Şeytan’ım.”

“Peki kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

“Yorgun, her şeyden önce yorgun.

 Yıldızlardan ve yasalardan yorgun; şöyle biraz evrenin dışında kalıp herhangi bir şeyle ciddi olarak kendimi tazeleme arzusu da cabası.

 Artık hiçlik yok, nedensiz bile olsa yok; eski –evet, çok eski– şeyleri hatırlıyorum; İsrailoğulları’ndan önce Edom denen krallıklardaki.

 Az kalsın oraların kralı ben olacaktım, bugünse, benim olmayan şeyin sürgünündeyim.

 

Hiçbir zaman ne çocukluğum ne yeniyetmeliğim ne de dolayısıyla, erişeceğim erkeklik çağım oldu.

 Ben olumsuz mutlağım, hiçliğin cisimleşmiş haliyim.

 Asla elde edilemeden arzulanan, var olamayacağı için düşlenen şey – bu benim hiçlik krallığım ve bana verilmeyen taht bu.

 Bir ihtimal olan, var olması gereken şey, Yasa’nın ya da Yazgı’nın bahşetmediği şey – bunu İnsan ruhuna avuç avuç serptim ve bu ruh, var olmayanın yaşayan yaşamını hissedince allak bullak oldu.

 Ben, bütün görevlerin unutuluşu, tüm niyetlerdeki tereddütüm.

 Mutsuzlar ve hayat yorgunları, yanılsamalarından kurtulur kurtulmaz, gözlerini bana doğru kaldırırlar, çünkü ben de, kendimce, Parlak Sabah Yıldızı’yım.

 Hem de çok, çok uzun zamandır! Başka biri gelip benim yerime geçti.

 

İnsanlık pagandır.

 Asla hiçbir din içine işleyemedi onun.

 Sıradan insanın ruhunda, ruhun ölümsüzlüğüne inanma gücü bile yoktur.

 İnsan, ne nerede ne de niçin uyandığını bilmeden uyanan bir hayvandır.

 

Tanrılara taptığında, onlara fetiş gibi tapar.

 Onun dini gözbağcılıktır.

 Hep böyleydi, böyledir ve hep böyle olacaktır.

 Dinler, gizemlerden taşan ve dünyevi olan şeylerdir yalnızca ve dünyevi olan bunu hiç kavrayamaz, çünkü o, doğası gereği, dünyevi olamaz.

 

Dinler simgedir ve insanlar simgeleri yaşamlar olarak değil (oysa öyledirler), şeyler olarak kabul ederler (oysa öyle olamazlar).

 Sanki Jüpiter varmış gibi –ama asla yaşıyormuş gibi değil– ona yaranmaya bakarlar.

 (Jüpiter yaşıyormuş gibi, asla varmış gibi değil.)

Tuz dökülünce, bir tutam da sağ elle sol omuz üstünden serpilir.

 Tanrı’ya karşı günah işlendiğinde, birkaç ‘Göklerdeki Babamız’ duası16 okunur.

 Ruh pagan kalmaya ve Tanrı, mezarından çıkarılmayı beklemeye devam eder.

 .Pek az kişi, zaman geldiğinde geri almak üzere, Tanrı’nın mezarının üstüne akasya (ölümsüz bitki) bıraktı.

 Ama bunlar, iyi aradıklarından, onu bulmak için seçilmiş kişilerdi.

 

İnsan hayvandan, sadece bir hayvan olmadığını bildiği için ayrılır.

 O, görünür karanlıklardan başka bir şey olmayan ilk ışıktır.

 O, başlangıçtır, çünkü karanlıkları görmek, karanlıklardan ışığı almaktır.

 O, sondur, çünkü kör doğduğumuzu, görme duyusuyla bilmektir.

 Böylece hayvan, kendi içinde doğan bilgisizlik yoluyla insan olur.

 

Bunlar çağlarla zamanların sonsuzluğudur ve merkez noktasında hakikatin bulunduğu dairenin çemberi üzerinde yürümekten başka yapılacak şey yoktur.

 

Bilimin temeli cehaletimizi bilmektir.

 .Bulunduğumuz yer olan dünya; olduğumuz şey olan ten; olmak istediğimiz şey olan Şeytan – üçü birden, o Büyük An’da, içimizdeki Efendi’yi, olmamıza ramak kalmış o Efendi’yi öldürdüler.

 Ve onun sırrı, ona dönüşebilelim diye sahip çıktığı sır kayboldu.

 

Ben de, bayan, Parlak Sabah Yıldızı’yım.

 Ben, daha Yuhanna konuşmadan önce buydum, çünkü Patmos’tan önce Patmos, bütün sırlardan önce sırlar vardır.

 Başka bir simge şemasında benim Venüs olduğumu düşündüklerinde (düşündüğümde) tebessüm ederim.

 Ama ne önemi var? Tanrısı ve Şeytanı’yla, içindeki tüm insanlar ve onların gördükleri her şeyle birlikte, bütün bu evren, sonsuza dek çözülmeye çalışılacak bir hiyerogliftir.

 Ben, meslek olarak, Büyü ustasıyım – yine de Büyü nedir bilmem.

 

Sırlara vâkıf olmanın en yüksek derecesi, var olan bir şey olup olmadığını bilmekte cisimleşen soruyla noktalanır.

 En büyük aşk derin bir uykudur, dalmaktan hoşlandığımız bir uyku.

 Ben bile, ki sırra en fazla vâkıf olması gerekenlerden biriyim, kimi zaman, içimde, Tanrı’nın ötesinde bulunan şeye sorarım, tüm bu tanrılarla yıldızların kendi uykularından, dipsiz derinliğin büyük unutkanlıklarından başka bir şey olup olmadıklarını.

 

Böyle konuşuyorum diye şaşırmayın.

 Ben doğuştan şairim, çünkü ben yanlışlıkla konuşan hakikatim ve sonuçta tüm yaşamım, alegori kılığına girmiş ve simgelerle açıklanan özel bir ahlak sistemidir.



“Hayır,” dedi kadın gülerek, “gerçek bir din, her zaman olacaktır. Evet (daha çok gülüyordu), ya da, o zaman hepsi sahtedir.”

“Bayan, kendi aralarında ne kadar karşıt görünürlerse görünsünler, bütün dinler gerçektir. Bunlar, aynı gerçeğin farklı simgeleridir. Farklı dillerde söylenmiş aynı cümle gibidirler; öyle ki, aynı şeyi söyleyenler birbirlerini anlamazlar. Bir pagan ‘Jüpiter’, bir Hıristiyansa ‘Tanrı’ dediğinde, insan aklının farklı sözcüklerine aynı duyguyu katarlar: Aynı sezgiyi değişik biçimde düşünürler. Bir kedinin güneş altında uyumasıyla bir kitabı okumak aynı şeydir. Bir vahşi fırtınaya, bir Yahudi’nin Yehova’ya baktığı gibi bakar; bir vahşi güneşe, bir Hıristiyan’ın İsa’ya baktığı gibi bakar. Peki ya niçin, bayan? Çünkü gök gürültüsü ve Yehova, güneş ve Hıristiyan aynı şeyin farklı simgeleridir.

Bu simgelerin dünyasında yaşıyoruz, aynı aydınlık ve karanlık –görünür karanlık dediğimiz– tapınakta; ve her simge, hakikatin yerine geçebilecek bir hakikattir, ta ki zamanla koşullar hakiki hakikati yeniden oluşturuncaya kadar.

Bozuyorum, ama aydınlatıyorum. Ben Parlak Sabah Yıldızı’yım – zaten bu cümle daha önce iki defa, bana benzemeyen başka biri için, haklı olarak kullanılmıştı.”

“Kocam, bir kez bana, İsa’nın güneşin simgesi olduğunu söylemişti…”

“Evet, bayan. Peki bunun tersi, yani güneşin İsa’nın simgesi olduğu, niçin doğru olmasın?”

“Ama, siz her şeyi tersinden söylüyorsunuz…”

“Bu benim görevim, bayan. Ben, Goethe’nin dediği gibi, inkâr eden değil, zıddına giden tinim.”

“Zıddına gitmek çirkin bir şey…”

“Edimlerin zıddına gitmek, evet… fikirlerin zıddına gitmek, değil.”

“Niçin?”

“Çünkü ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, edimlerin zıddına gitmek, bir eylem olan dünyanın dönmesini engellemek demektir. Ama fikirlerin zıddına gitmek, bizi bırakmalarına yol açacak biçimde davranmak ve yılgınlığa, oradan da düşün içine düşmek demektir, yani sonuçta, dünyaya ait olmamızı sağlayacak biçimde davranmaktır.

Bu dünyaya ilişkin, bayan, üç değişik teori vardır – her şeyin Rastlantı eseri olduğu, her şeyin Tanrı eseri olduğu, her şeyin düzenlenmiş ya da birbiriyle kesişen birçok şeyin eseri olduğu. Genellikle, duyarlılığımızla uyum içinde düşünürüz, böylece bizim için her şey bir iyilik ve kötülük sorunu haline gelir; uzun zamandır, bu yorum nedeniyle ben, şahsen, büyük iftiralara uğruyorum. Şeyler arasındaki ilişkilerin –şeylerin ve ilişkilerin var olduğunu kabul edersek– bir tanrının ya da bir şeytanın veya her ikisinin birden açıklayamayacağı kadar karmaşık olduğu, sanırım kimsenin aklına gelmedi hiç.

Ben bütün düşlerin hayali efendisi, bütün sessizliklerin görkemli çalgıcısıyım. Ağaçların ve ay ışığının olduğu şahane bir manzaranın karşısında yapayalnızken ne düşündüğünüzü hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsunuz, çünkü beni düşündünüz, ama size söyleyeyim, gerçekte ben yokum. Eğer bir şey varsa, onu bilmem.

Belirsiz emeller, boş arzular, sıradan şeyleri severken bile hissettiğimiz tiksinti, sıkmayan şeylerin verdiği sıkıntı – tüm bunlar benim eserlerimdir, dipsiz derinliğin büyük ırmaklarının kıyısına uzanmış, kendimin de hiçbir şey bilmediğimi düşünürken doğmuşlardır. O zaman düşüncem, bu belirsiz sızıntı, insanların ruhlarına iner ve insanlar kendilerini kendilerinden farklı hissederler.

Ben ebedi Farklılık’ım, ebedi Ertelenmiş, Dipsiz Derinlik’in Artığı’yım. Ben, Yaratılış’ın dışında kaldım. Ben, Dünya’dan önce var olan dünyaların Tanrısı’yım – İsrailoğulları’ndan önce kötü hüküm sürmüş Edom krallarının. Bu evrendeki mevcudiyetim, çağrılı olmayan bir kimsenin mevcudiyetidir. Var olmayı başaramamış, ama olmak üzere olan şeylerin anılarını taşıyorum kendimde. (O zamanlar ne bir karşıtlık ne de bir denge vardı.)

Bununla birlikte, hakikat, hiçbir şeyin var olmadığıdır – ne benim ne de başka herhangi bir şeyin. Az çok kusursuz ve donanımlı değişik Yaratıcıları ve Şeytanlarıyla tüm bu evren ve diğer evrenler boşluk içinde boşluklardır, hiçbir şeyin gereksiz yörüngesinde dönen hiçlikler, uydulardır.

Ben seninle değil, oğlunla konuşuyorum…”

“Benim oğlum yok… Yani, altı ay içinde olacak, Tanrı isterse…”

“Onunla konuşuyorum ben… Altı ay içinde mi? Neyin altı ayı?”

“Nasıl neyin? Altı ay…”

“Altı güneş ayı mı? Ha, evet. Ama hamilelik ay takvimine göre hesaplanır ve ben bile ancak kızımın, yani kaosun sularında görünen yüzüm olan Ay’ın aylarıyla hesap yapabilirim. Benim hamilelikle ve yeryüzünün tüm bu pislikleriyle hiçbir ilgim yok ve bu şeyleri, benim yarattığım ayın yasalarına göre hangi hakla ölçmeye kalkıştıklarını da bilmiyorum. Niçin başka bir ölçü bulmadılar? Kadir-i Mutlak Tanrı niçin benim işime gerek duymuş?

Dünyanın başlangıcından beri bana hakaretler yağdırıldı ve iftira edildi. Beni savunan şairler bile –ki yaradılış olarak dostlarımdır– beni iyi savunmadılar. İçlerinden biri –Milton denen bir İngiliz– asla çıkmamış belirsiz bir savaşı, yandaşlarıma ve bana kaybettirdi. Bir diğeri Goethe denen bir Alman – bir köy trajedisinde bana muhabbet tellalı rolü verdi. Ama ben, onların sandığı kişi değilim. Kiliseler benden tiksiniyor. İnananlar adımı duyunca titriyor. Ama onlar isteseler de istemeseler de, bu dünyada benim bir görevim var. Ben ne Tanrı’ya başkaldıran kişiyim ne de inkâr eden tin. Ben İmgelem Tanrısı’yım, yitiğim çünkü yaratmıyorum. Çocukken, oyuncaklardan oluşan düşleri benim sayemde görüyordun; kadın olduğunda, bu düşlerin dibinde uyuyan, geceleyin seni kucaklayacak prenslere ve fatihlere benim sayemde sahip oldun. Ben, sesi esriklik, ruhu yanılgı olan, yaratmadan yaratan Tin’im. Tanrı beni, geceleyin kendisini taklit etmem için yarattı. O Güneş’tir, ben Ay. Benim ışığım uçucu ve sonlu olan her şeyin, bataklıklarda veya gömütlerde geceleri görülen hafif parıltının, nehir kıyılarının, bataklıkların ve gölgelerin üzerinde gezinir.

Hangi erkek göğüslerinin üstüne benim olan o eli koydu? Benimkinin eşi bir öpücükle öpüldün mü? Uzun, sıcak ikindilerde, o kadar düş görürdün ki düş gördüğünü düşlerdin hani, sana tüm mutluluğu verecek, seni sonsuza dek kucaklayacak birinin buğulu, hızlı karaltısını düşlerinin derinlerinden geçerken görmedin mi? Bendim o.

Benim. Ben, senin her zaman aradığın ve asla bulamayacağın kimseyim. Belki Tanrı’nın kendisi bile, Dipsiz Derinlik’in uçsuz bucaksız dibinde, beni aramaktadır, onu tamamlayayım diye, ama Çok-Yaşlı-Tanrı’nın –Yehova Satürnü’nün– laneti ikimizin de üzerinde dolaşıyor, bizi birleştirmesi gerekirken ayırıyor ki yaşam ve yaşamdan beklentimiz aynı olsun.

Parmağında taşıdığın ve sevdiğin alyans, belirsiz bir düşüncenin sevinci; aynada kendini gördüğünde kendini iyi hissetmen – kendini kandırma: Gördüğün sen değilsin, benim. Eşyaları güzelleştiren tüm kurdeleleri güzelce bağlayan, eşyaları süsleyen renkleri seçen benim. Zaman aralıklarının ve arada kalan her şeyin, yaşamda yaşam olmayan şeylerin mutlak efendisi olan ben, yurtluğumu ve imparatorluğumu, var olmaya değmeyen tüm şeylerden yaratırım. Gece, nasıl benim krallığımsa, düş de yurtluğumdur. Ne ağırlığı ne de ölçüsü olan şey, benim.

İnsanlara ıstırap veren dertler, tanrılara ıstırap veren dertlerle aynıdır. Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, der, bütün din kurucuları gibi, var olma hariç hiçbir şeyi unutmayan Üç Kere Yüce Hermes. Tanrı, kaç kez bana, Anthero de Quental’ın ağzıyla, ‘Zavallı ben! Zavallı ben! Kimim ki ben?’ demiştir.

Her şey simge ve gerilemedir ve tanrı olan bizler, Meçhul Üstatları’nı tanımadığımız bir Tarikat’ta artık yalnızca yüksek bir dereceye sahibiz. Tanrı, bu bilinen Tarikat’taki ikinci kişidir ve Tarikat’ın Lideri’nin, Gizli Liderler’i bilen –o da biliyorsa– tek kişinin kim olduğunu bana söylemez. Tanrı, kaç kez bana, ‘Kardeşim, ben kim olduğumu bilmiyorum,’ demiştir.

Sizler, insan olma üstünlüğüne sahipsiniz ve ben, bazen bütün bu Dipsiz Derinlik yorgunluğumun derinliğinde, ocak başında ailece geçirilen bir gecenin dinginlik ve huzuru, biz tanrılarla meleklerin, özümüz gereği mahkûm olduğumuz bu sır metafiziğinden daha hayırlıdır diye düşünüyorum. Kimi zaman, dünyaya bakmak için eğilip de, limandan çıkan ya da limana dönen balıkçı gemilerinin yelkenlerini uzaktan gördükçe kalbim, tanımadığı bir ülkeye düşsel bir özlem duyuyor. Hayvani yaşamlarında uyuyanlara ne mutlu – şiirle örtülü ve sözcüklerle açıklanan özel bir ruh sistemi.”

“Çok ilginç bir sohbetti.”

“Sohbet mi, bayan? Ama bu sohbet, belki de yaşamınızın en önemli olayı olmasına rağmen, asla gerçekten olmadı. Bir kere, benim var olmadığım gayet iyi bilinir. İkincisi, beni Şeytan diye adlandıran tanrıbilimcilerin ve Gericilik diye adlandıran özgür düşünce yanlılarının hemfikir oldukları gibi, benim sohbetlerimden hiçbiri ilginç olamaz. Ben, zavallı bir efsaneyim bayan ve daha kötüsü, zararsız bir efsaneyim. Beni teselli eden tek şey, evrenin –evet, değişik ışık ve yaşam biçimleriyle dolu o şeyin– de bir efsane olmasıdır.

Bana Kabala ve Teosofi ışığında tüm bunların aydınlanabileceği söylendi, ama benim bu konularda hiçbir bilgim yok; ve bu konulardan konuşma fırsatı bulduğum Tanrı, kendisinin de bunları pek iyi bilmediğini söyledi, çünkü kendi sır sistemleri içinde bunlar –kitaplardan ve gazetelerden öğrendiğime göre sayıları her zaman kabarık olan– Yeryüzü’nün sırlara vâkıf üstatlarının tekelinde.

Doğruyu söylemek gerekirse, burada, dünyanın yaratıldığı ve dönüştürüldüğü bu üst kürelerde, biz hiçbir şey anlamayız. Kimi zaman, her şeye tepeden bakan yaylamın –işittiğime göre Heredom denen dağın yaylası– kenarına uzanarak, geniş Yeryüzü’ne doğru eğilir ve her eğilişimde yeni dinleri, sırlara vâkıf olma arayışlarını, Tanrı’nın bile bilmediği ebedi hakikatin, hepsi birbiriyle çelişen, yeni biçimlerini görürüm.

Evrenden bıktığımı size itiraf edeyim. Tanrı da benim kadar bıktı; nasıl üstümüze kaldığını bilmediğimiz bu aşkın sorumluluklardan bizi kurtaracak bir uykuya seve seve yatardık. Her şey sanıldığından daha esrarengiz ve buradaki her şey –Tanrı, evren ve ben– erişilmez hakikatin aldatıcı kuytusundan başka bir şey değil.”

“Sohbetinizin ne kadar hoşuma gittiğini tahmin edemezsiniz. Böyle konuşulduğunu hiç duymamıştım.”

Sokağa çıkmışlardı, kadının fark etmediği ay ışığıyla aydınlanan sokağa. Bir an sustu kadın.

“Ama, biliyor musunuz –ilginç–, bütün bu konuşmaların sonunda ne hissettiğimi gerçekten biliyor musunuz?”

“Ne peki?” diye sordu Şeytan.

Kadın, gözleri yaşlı, ona doğru döndü.

“Size büyük bir merhamet hissediyorum!”

Kırmızılar içindeki adamın yüzünden ve gözlerinden, kimsenin mümkün olduğuna inanamayacağı bir tedirginlik ifadesi geçti. Kadının kolunu tutan eli ansızın düştü. Durdu. Kadın, huzursuz, birkaç adım attı. Sonra, bir şeyler söylemek için –ne söyleyeceğini bilmiyordu, çünkü hiçbir şey anlamamıştı–, ona acı verdiğini görerek, kendini affettirmek için geri döndü.

Şaşırıp kaldı. Yapayalnızdı.

Evet, bu onun sokağıydı, sokağın ucu, ama ondan başka kimse yoktu. Ayın parlak ışıkları, tramvayın çıkış kapısına değil, her zamanki doğrama atölyesinin kapalı olan iki kapısına vuruyordu.

Hayır, ondan başka kimse yoktu. Bu, gündüz gördüğü sokağın geceki haliydi. Güneşin yerini ay ışığı almıştı, hepsi bu; evleri ve sokakları doğal halleriyle gösteren normal, çok parlak ay ışığı. Her zamanki ay ışığı ve kadın evine doğru ilerledi.

“Tanıdıklarla birlikte döndüm. Bu tarafa geliyorlardı da…”

“Nasıl döndün peki? Yürüyerek mi?”

“Hayır. Arabayla geldim.”

“Sahi mi! Hiçbir şey işitmedim.”

“Kapıya kadar değil,” dedi kadın tereddütsüz. “Beni köşede bıraktılar, onlara beni buraya kadar getirmemelerini, çünkü sokakta, o güzelim ay ışığında biraz yürümek istediğimi söyledim. Çok güzeldi. Şimdi gidip yatayım. İyi geceler…”

Ve gülümseyerek, ama kocasına öpücük vermeden –verildiğinde, bunun bir alışkanlık mı, yoksa bir öpücük mü olduğunu kimsenin bilmediği her zamanki öpücüğü vermeden– yatmaya gitti.

Öpüşmediklerini ikisi de fark etmedi.

Beş ay sonra doğan erkek çocuk, çok zeki olduğunu zaman içinde ve gelişimi boyunca gösterdi. Bir erkek olduğunda, çok yetenekli bir adam oldu, belki de bir dâhi; bazı eleştirmenlerce öne sürüldüğü gibi, belki de doğruydu bu.

Yıldız falına bakan bir astrolog, yükselen burcunun Yengeç, yıldızının da Satürn olduğunu söyledi.

“Söylesenize anne… Annelerin bazı anılarının çocuklara aktarılabildiği söylenir. Düşümde sürekli olarak gördüğüm, ama başımdan geçen hiçbir şeye bağlayamadığım bir şey var. Bu, kırmızılar giyinmiş, çok konuşan bir adamın belirdiği garip bir yolculuğun anısı. Önce bir otomobil, sonra da bir tren; trenle yapılan bu yolculukta, sanki bütün yeryüzüne egemen olan çok yüksek bir köprüden geçiliyor. Sonra dipsiz bir derinlik ve yığınla şey anlatan bir ses var; onları dinleseydim belki bana hakikati söylerlerdi. Sonra bir yer altı geçidinden çıkar gibi ışığa, yani ay ışığına çıkılıyor; çıkılan yer de tam burası, sokağın ucu… Ah, sahi, her şeyin başında ya da sonunda, kırmızılar içinde bir adamın ortaya çıktığı balo ya da şenlik gibi bir şey var…”

Maria elindeki işi dizlerinin üzerine bıraktı. Ve Antonia’ya dönerek dedi ki:

“Çok hoş doğrusu. Şu tren ve otomobil hikâyesinin ve geri kalanların düşten başka bir şey olmadıkları açık, ama gerçekte bir doğruluk payı da var… Yıllar önce Karnaval sırasında, Club Azur’deki şu balo, evet, onun doğumundan yaklaşık beş-altı ay önce. Hatırlıyor musun, Mephistopheles kılığına girmiş bir delikanlıyla dans etmiştim, sonra da siz beni arabanızla eve bırakmıştınız, hatta ben sokağın ucunda kalmıştım (bak işte, onun dipsiz derinlikten çıktığını söylediği yer)…”

“Ah, şekerim, gayet iyi hatırlıyorum… Biz, buraya, evin kapısına kadar gelmek istemiştik, ama sen istememiştin. Sokakta, ay ışığında biraz yürümek istediğini söylemiştin…”

“Çok doğru, öyle… Ama sana anlatmadığıma emin olduğum bazı şeyleri tahmin etmiş olman ne tuhaf, oğlum. Elbette, hiç önemi yok bunların… Şu düşler ne garip şeyler! İçinde –ilgili kimsenin bile tahmin edemeyeceği– gerçek şeyler olan ve tren, köprü, yer altı geçidi gibi bir yığın koca saçmalığın yer aldığı böyle bir hikâyeyi insan nasıl uydurur?”

Nankör insanlık! İşte Şeytan’a böyle teşekkür ediyorlar.
« Son Düzenleme: Nisan 15, 2020, 10:06:01 ös Gönderen: Tık-Tik-Tak »
Sen Özelsin


Nisan 15, 2020, 10:24:54 ös
Yanıtla #1
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3234
  • Cinsiyet: Bay

Elinize sağlık sabırla okudum . ;D

Saygılar
audi-vide-tace
    dinle-gör
        sus