Bu başlık ile bağlantılı olarak iki ayrı katkıda bulunacağım.
Bugünlük birincisi...
Demek oluyor ki, analitik düşünce sahibi insan olabilmek, büyük ölçüde eğitime bağlı…
Dikkat: Öğrenim değil eğitim…
Nice okumuş ve öğrenmiş insan var eğitimli olmayan.
Bilmek yetmiyor. Bilgiyi değerlendirmek gerekiyor.
Bilgi nasıl değerlendirilir?... O ayrı bir konu.
Analitik düşünce sahibi insan, bilgiyi değerlendirir.
Şu eğitim var ya eğitim… O baştan olursa oluyor, sonradan olmuyor. Sonradan ancak olduğu kadar oluyor.
Örneğin yabancı dil öğrenecekseniz buna ilköğretim düzeyinde 7-8 yaşlarında başlamanız gerek. Daha geç kalırsanız olmaz. Sonradan gidip o dilin konuşulduğu ülkede birkaç yıl yaşasanız bile olmaz; o dilin konuşulduğu ülkede öğrenim görürseniz belki…
Analitik düşüncenin eğitimi de öyle… Başkan, küçük yaşta başlamalı. Yoksa, sonradan olmaz değil ama oluğu kadar olur işte. Kişinin edinmiş olduğu alışkanlıklarından sıyrılması pek kolay bir iş değil.
Bu bağlamda 1940’lı yılların sonlarında, 1950’li yılların başlarında, ülkemizde, kentsel kesimde ilginç bir olay yaşandı.
O yıllarda, ülkemizde oldukça yüksek düzeyde bir eğitim ve kültür etkinliği vardır, bilirsiniz. Ben eğitimci olmadığım için, bu olay onunla mı bağlantılı yoksa benim bir varsayım olarak düşündüğüm bir başta etken ile mi bilemem.
Ben iste o diğer etkenden söz edeceğim.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde dünyada dengeler değişmişti, bilirsiniz. Bundan Türkiye de etkilendi. 1952 yılında NATO’ya katıldı ama bu bir başlangıç değil, sonuçtu. Türkiye’nin o kanada yönelmesi çok daha önce Marshall Planı ile birlikte başlamış, Demokrat Parti iktidarı bunu hızlandırmıştı.
Bu etkilerin ne denli yararlı, ne denli zararlı olduğu ayrıca tartışılabilir. Binlerce ton süt tozu ve peynir yardımı gibi saçmalıklar da vardır bu işin içinde. Karayolları ve Devlet Su İşleri gibi örgütlerin kuruluşu birinin Turuncu Ordu diğerinin Yeşil Kuvvet diye anılışı, ulaşılamayan yerlere yol ve su götürülüşü gibi gelişimler de vardır.
Fakat bizim konumuz eğitim.
Türkiye’de eğitimde öteden beri benimsenmiş yöntem Fransız tarzıdır. Bir öğreten vardır bir öğrenen. Biri anlatır, öğretmeye çalışır, öteki öğrenmeye çalışır, anlayabildiğince anlar. Buna pasif yöntem de denir.
Bunun karşıtı aktif yöntemdir. Özellikle Amerikan tarzı bir öğretim, daha doğrusu eğitimdir bu. Çünkü bu yöntemde her ne kadar bir öğretmen ya da eğitmen varsa da, asıl olay öğrenen ya da eğitilendedir çünkü o da eğitim etkinliğinde pay alır, aktivite gösterir.
İşte bu tarz bir eğitimdin analitik düşünce sahibi olmayı sağlayan… Bu tarz bir eğitim belki sonra yüksek öğrenim düzeyinde görülebilir. Ülkemizde o pıtrak pıtrak her gün bir yenisi daha kurulan ve adına “üniversite” denilen kurumların hangisinde gerçekleştirilebildiği bir sonu işaretini birlikte getirir. Geçmiş yıllarda Türkiye’de sadece iki üniversite bu tarz bir eğitim stratejisini sağlayabilmiş, sonradan onlara birkaçı daha -bir ölçüde- eklenebilmiştir. (Burada ilgili üniversitelerin adlarını vermekten özellikle kaçınıyorum.)
İşte bu çerçevede o sözünü ettiğim yıllarda ilk okullarda farklı bir yönteme girişilmişti. Standart öğrenci kürsüleri kaldırılmış, onların yerine çevresine 6-8 öğrencinin topluca oturabileceği masalar konmuştu. Böylece öğrencilerin gruplar halinde, paylaşımlı ve iş bölümü yaparak eğitim görmeleri, öğretilene katkıda bulunmaları öngörülmüştü.
Analitik düşünme yeteneğinin kazanılmasına katkıda bulunabilecek bir yöntemdi bu. Amerikan tarzıydı, doğru, fakat Marshall Planı gibi saçmalıkları falan yoktu.
Ancak bu yönteme ne öğretmenler alışabildi ne de öğrenci velileri ısınabildi. Birkaç yıl denendi, yararları göz ardı edildi, alışkanlıklar ve kaprisler öncelikli tutuldu, kısa süre içinde kaldırıldı.
Yazık oldu!
Aktif yöntem?... O hiç olamadı. Çünkü kafalar aynı kafalardı…
Kırsal kesimde Köy Enstitülerini kaldıran kafalar da aynı kafalardı.
Analitik düşünce yeteneğinin küçük yaşta edinilebilmesine katkıda bulunacak bir eğitim tarzı, benimsenemedi, edinilemedi
Kafalar hâlâ aynı kafa.