Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Mevlana'dan Nameler  (Okunma sayısı 11975 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 04, 2008, 12:57:19 ös
Yanıtla #10
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 180
  • Cinsiyet: Bay

O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekânda, zamanda Hakla duran o imamın zati, iç ve dış temizliğiyle Vasıflanmak vaciptir. Çünkü küfürden, ikiyüzlülükten kurtulmuştur, temizdir...
Onun konağı birlik âlemidir. Dünyevi ve beşeri sıfatlardan dışarıdır. O, insanın hakikati ve canı gibiydi. Her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez. Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. Beka çevresinde döner dolaşır, yaratıkları yaratanın zati gibi o bakidir. Hakkın yüksek sıfatları Ali'nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrının yapışmış O olmuştur. Hani duyduğun lâhûtun o gizli hazinesi yok mu; işte O odur. Çünkü o, haktan hakla görünmüştür. O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. işte o ilimden maksût, yüce Ali'dir. Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilemez. Zira o hakimdir, herşeyin bilginidir. ibtidasız evvel o idi, sonsuz ahirde odur. Peygamberlere yardım eden o idi, velilerin gören gözü de hakikatten odur. Yüzünün nurlu pırıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı. O, hak iledir; hak ondan görünür. Hakka ki, o hak ile ebedidir. Âdem'in toprağı onun nurundan idi. O sebeple meleklerin tacı oldu; Allah'ın isimlerini ondan belirledi. O temiz ve yüce imamın ilmi sayesinde, Âdem her şeyi anladı. O nur tek olan yaradanın nuru olduğu içindir ki, melekût onun huzurunda secde ettiler. Evet, muhakkak ki, Âdem, o imamın nuru ile bütün ilahi isimleri bildi... Şit, kendinde Ali'nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi. Nuh, kendinde yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep ondan buldu. Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehir de gayret tufanını buldu da beladan kurtulmuş oldu. Halil Peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu Nemrut’un ateşi, o Allah'ın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu. Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail’e kurban etti. Yûsuf, kuyuda onu andı da o saltanat mülkünü süsleyen tahtı buldu. Yakup onun önünde bir çok inledi de Yûsuf'un kokusunu alıp gözleri açıldı. İmran'ın oğlu Mûsa, onun nurunu gördü de uzun geceler hayran kaldı. Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı. Sonra dedi ki: Yarabbi! Bana bu lütuftan bir âlâmet ver Hak ona iste sana Yed-i Beyza (Nurlu el)'i verdim;dedi. Gene Ali'nin vergisidir ki, Meryem'e arkadas oldu da Isa vücuda geldi... O seriatte ilim sehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanın beyidir. İki cihanın sultani Muhammet, hakka yakınlık gecesinde, Allah'a kavuşmanın harem yerinde onun sırrını gördü. Ali'nin nutkunu, Ali'den dinledi. Ali ile birleşilen o yerde Ali'den başkası bulunmaz. Allah yolunda gidenler isteyicidirler; Ali istenilendir. Söyleyenler söylerler, susarlar. O susmaz söyler. Ebedi ilim, onun göğsünde parlayıp görüldü. Vahyolunanların sırlarını,
o hakikat olarak bildi ve bildirdi. Ümmetine haykırdı:
-- Allah yolunda Ali, sizin kılavuzunuzdur.
Allah'a içi doğru olanlar yüzlerini ona çevirmişlerdir. Zira o şahtır, doğru yolu gösterendir, efendidir...
O bütün peygamberlerin sırrında idi. Cenabı Mustafa:
-- Benimle açıkça beraber bulundu dedi.
Dinde evvel, ahir o idi. Allah ile içli dışlı idi... İste bunları söyledim ki, bu yüksek mananın nüktesini öğrenesin de yüksek velayete eresin. Sence apaçık bilinsin ki, hakkiyle yüce olan odur.

Ey efendi! Benimle boşuna kavga etme bu böyledir. Hakikat
budur ki, hepimiz zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız,
deniz odur.

Cihan var oldukça Ali var olur
Cihan var olurken de Ali vardı.
Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar var olan Ali'idi. Veli, vasiy olan şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın Sultani Ali idi. Ali'den ötürü melekler Ademe secde ettiler. Adem bir kıble gibi idi, secde olunan Ali idi., Adem de, Sit de, Eyyub de, İdris de, Yusuf da, Yunus da, Hud da, Musa da, Isa da, İlyas da, Salih peygamber de, Davud da Ali idi. Nefsin tamamından ötürü cihan sofrası üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kur'an'ın yer yer, ayetlerinde Tanrı’nın ismetini vasf ile övdüğü Kur'an sırlarının kaşifi Ali idi. Kapısının toprağı kadir ve kıymette Arşın semasından daha ileri geçen, o durmadan hakka secde eden arif Ali idi. İslam’ın yolunda is düzelmedikçe , durup dinlenmeyen o şerefli, vakarlı Sah Ali idi. Hayber kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan o kaleler fatihi Ali idi. Afaka her bakışımda gördüm ki, yakın yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz, küfrolan bu söz değildir.

Cihan var
oldukça Ali var olur,
cihan var olurken de Ali vardı.

Tebriz'in Şems-ül Hakki cihanın gizli ve açık sırlarından her ne
gösterdinse hepside Ali idi.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ


Ocak 21, 2009, 10:00:45 ös
Yanıtla #11
  • Ziyaretçi

''Bağdat sokaklarında Türk çocuklarını satan o Arabı gel gör ki her biri Türkler tarafından şam sokaklarında darağaçlarında sallandırılıyorlar!'' Mevlana


Ocak 22, 2009, 10:09:45 öö
Yanıtla #12
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 259
  • Cinsiyet: Bay

Dostlar, Gün Bugün!

Toy, düğün kumaş oldu, ölçüldü biçildi.
Toy, düğün elbise oldu uzun boya.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

Şekere eş oldu dudu kuşu,
zühre eş oldu aya.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

Bugün hayat öylesine rahat.
Bugün yürekler öylesine ferah.
Bugün insanlar öylesine kardeş.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

Ey şehrimizi aydınlatan sultan,
güvey oluyorsun bir güzele bu gece.
Ne de güzel yürüyorsun mahallemizde salına salına,
ne de güzel akıyorsun deremize çağlaya çağlaya,
ey bizi unutmayan, bizi arayan dost,
ey bizim suyumuz, ırmağımız.
Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.

Dostlarım, gün bugün,
oynayın, raksedin, dönün.
Bir bölük halk deniz gibi köpürüyor,
bir bölük halk dalga dalga secdede.
Bir bölük halk kılıç gibi savaşıyor,
bir bölük halk kanımızı içmede.
İşte girdi gerdeğe nergisle gül,
işte astım davulumu boynuma.

Toylar, düğünler tam bizim için,
toyumuz, düğünümüz kutlu olsun dünyaya.
 
Mevlana Celaleddin Rumi
 

Her şey bir adımla başlar...


Ocak 22, 2009, 10:18:08 öö
Yanıtla #13
  • Orta Dereceli Uye
  • **
  • İleti: 259
  • Cinsiyet: Bay

İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir. İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır.

Mevlana Celaleddin Rumi
 

Her şey bir adımla başlar...


Nisan 02, 2009, 01:08:23 ös
Yanıtla #14
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

Demedim mi?
Oraya gitme demedim mi sana?
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben’im?

Bir gün kızsan bana, alsan başını, yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer gene ben’im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma?
Demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben’im asıl?
Onu süsleyen, bezeyen ben’im demedim mi?..

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yere gitme sakın?
Senin duru denizin ben’im demedim mi?..

Kuşlar gibi uzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben’im?
Senin kolun kanadın ben’im demedim mi?..

Demedim mi yolunu vururlar senin?
Demedim mi soğuturlar seni?
Oysa senin ateşin ben’im,
sıcaklığın ben’im demedim mi?..

Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin,
yani beni kaybedersin demedim mi?


Bu harika dizeleri,Yılmaz ERDOĞAN'ın sesinden,onun yorumuyla dinlemek,bir okadar daha güzel.Tavsiye ederim...
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Nisan 02, 2009, 01:18:06 ös
Yanıtla #15
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

İnternette"Mesneviyi online okuyun"isimli bir blog sitesi mevcut.Ben Mevlananın Mesnevisini oradan okuyorum.5.ciltteyim.Bitecek diye korkuyorum.Daha önce okumayan arkadaşlara şiddetle tavsiye ederim.Saygılarımla....
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Nisan 04, 2009, 11:07:20 ös
Yanıtla #16
  • Ziyaretçi

Anadolu'da tasavvufun en önde gelen temsilcilerinden birisi Muhammed Celaleddin-i Rumi (Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi)'dir. Anadolu insanı ona büyük sevgi, saygı beslemiş ve düşüncelerini benimsemiştir. Aradan yaklaşık 700 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen onun düşünceleri hala Türk halkının ilgi ve sevgisini çekmeye devam etmektedir.

Mevlânâ'nın sevgi ve aşk felsefesi, yaşadığı günden bugüne, yalnız Türk halkının değil, çeşitli din ve kültürden olan bütün dünya insanlarının ilgi odağı olmaya devam etmektedir. İrene Melikoff: "Mevlânâ'nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz." demiştir (Yeniterzi, 1997:109).

İnsan konusunun bağımsız felsefi bir disiplin (felsefi antropoloji) olarak ele alınması 20. yüzyılda olmuşsa da (Mengüçoğlu,1997:1), insan üzerinde durulması felsefenin başlangıcına kadar uzanmaktadır. Yunan felsefesi ilk önce, Asya'da eski bir İyon kolonisi olan Milet'de doğdu.

Buradaki filozoflardan Thales'e göre evrenin arkesi, sudur ve herşey sudan oluşmuştur. Anaximandros'a göre aperiondur. Bu ise herşeyin başlangıcında bulunan, herşeyi harekete geçiren ve herşeyi kuşatan sonsuzluk, bitmek tükenmek bilmeyen sınırsız şeydir. Anaximenes'e göre havadır. Pisagor'a göre sayıdır. Herakleitos'a göre ateştir. Bu ateş, logostur. Logos ise alem aklı ile Yüce Yaratıcı'nın bir ve aynı olmasıdır. Empedokles'e göre toprak, hava, su, ateşten ibaret olan dört unsurdur. Demokritos'a göre atomlardır (Birand,1987:13-28).

Görüldüğü gibi, Sokrates’den önceki filozoflar evrenin arkesi ile ilgilenmişlerdir. Sokrates'e göre biz evrenin arkesini bilemeyiz, hem bilsek bile bunun bize bir faydası yoktur. O halde biz kendimizi bilebiliriz, kendimizi bilmek bir ahlak felsefesidir. Böylece felsefede insan konusu ilk defa Sokrates tarafından ele alınmıştır, bu sebeple Sokrates felsefenin kurucusu sayılmaktadır.

Sokrates'in felsefesi ile tasavvuf felsefesi arasında da büyük benzerlik bulunmaktadır. Tasavvufta aşk önemli bir yer tutar. Tasavvufun temeli aşktır. Sokrates de aşk konusunda şunları söylemiştir: "Aşk insan ruhunun ilahi güzelliğe duyduğu açlıktır. Aşk, yalnız güzelliği bulmayı değil, aynı zamanda onu yaratmaya ve devama iştahlıdır. Fani vücutta ebediyetin tohumlarını yetiştirmeye iştahlıdır. Bunun için iki cins birbirini sevmektedir. Kendilerini tekrar varetmek ve böylece zamanı ebediyete kadar uzatmak isterler. İşte bunun için ebeveyn çocuklarını severler. Sevişen ana babanın ruhları yalnız çocukları vücuda getirmez. Bunlar aynı zamanda ebedi güzellik arzusunun arayıcılarını ve haleflerini de vücuda getirirler." (Yarkın, 1969:16).

Sokrates, felsefesine insanı konu ettiği gibi, tasavvuf felsefesi de insanla ilgilenmektedir. İnsanın Yaratan'la ve insanın insanla ilişkilerini kendisine konu olarak almaktadır.

Mevlânâ'nın insan anlayışına geçmeden önce onun etkilendiği tasavvuf felsefesine kısaca değinelim. Çünkü Mevlânâ'yı anlayabilmek için tasavvuf felsefesinin bilinmesi gerekir, aksi halde Mevlânâ’nın düşünceleri askıda kalır.


Tasavvuf

Felsefede mistisizm, aklın kavrayamayacağı gerçekleri mistik sezgi ile bilmek anlamına gelir. Hindu, Yahudi, Hıristiyan ve İslam mistisizmleri vardır. Tasavvufun diğer adı İslam mistisizmidir (Güngör,1982:17-18).

İbn Arabi'nin "vahdet-i vücut" anlayışına göre, varlık özde birdir, ancak çokluk halinde tezahür etmektedir. Mutlak varlık Yüce Yaratan'dır, var olan her şeyin tek kaynağı O'dur. Her şey yaratılmadan önce Yüce Yaratan'ın ilminde mevcuttu. Şu halde varlıkların suretleri ezelde O'nun zatı ile birdir. İnsanın Yüce Yaratan'la bir olmasından kastedilen budur. Yoksa insanın O'nunla birleşerek bir varlık olması değildir (a.g.e:89).

Tasavvufa göre Yüce Yaratan ile yaratılan arasında ayrılık yoktur. Çünkü Yüce Yaratan'dan başka varlık yoktur ve insan O'ndan gelmiştir, yine O'na dönecektir. Ancak bunun için ölümü beklemeye gerek yoktur, nefsi terbiye ederek ezeldeki birliğe ulaşılabilir (a.g.e:22).

Tasavvuf, söz(kal) yolu değil; hâl(iyi ahlak) yolu, velayet(ilm-ü ledün) vasıtalı bir yol olup, Hakikat adı verilen değişmezliğe ulaşmayı amaçlamaktadır
(Fırat,1999:131).

Tasavvuf, kafanda ne varsa atmak, elinde ne varsa dağıtmak, önüne ne çıkarsa çıksın ona yüz çevirmemektir. Yani zihni kötü düşüncelerden arındırmak, cömert olup başkalarına ikramda bulunmak, karşına hangi çeşit insan çıkarsa çıksın (iyi-kötü, güzel-çirkin, kadın-erkek, dinli-dinsiz) hepsine iyi gözle bakabilmektir.

Tasavvuf, herkese dost olmak, kimseye yük olmamak, gül bahçesinin gülü olmak, diken olmamaktır (Tercüman,1987:199).

Tasavvuf, ilahi ahlakla ahlaklanmak, bencillikten kurtulup, kendisinden çok başkasını düşünmektir (Tercüman,1987:199).

Bir diğer anlamda tasavvuf sevgi ve aşk felsefesidir. Nitekim Hz.Muhammed bir hadisinde "Yüce Yaratan güzeldir, güzelliği sever, kibir ise Hakk'ı kabul etmemek ve insanları hor görmektir (R. Salihin II:44)", buyurmuştur. O, mutlak cemal ve kemal sahibi olarak her türlü güzelliğin kaynağıdır. İnsan, Yüce Yaratan'ı ne kadar tanırsa (marifeti artarsa) O'na karşı olan sevgi ve aşkı da o oranda artar (Tercüman,1987:26).

Zamanın başlangıcından önce Yüce Yaratan Mutlak Güzellik idi. Mutlak Varlık, Mutlak Güzellik veya Mutlak Gerçek olan Yüce Yaratan, var olmayan bir dünya, yani yokluk dünyası ile bilinebilirdi (Fığlalı,1996:217-218).

Yine tasavvuf ehli arasında meşhur olan bir kutsi hadis vardır: "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, beni bilsinler, tanısınlar diye mahlukatı yarattım." Buna göre başlangıçta sevgi, Yüce Yaratan'dan çıkmış ve evrenin yaratılmasına sebep olmuştur. Bunun için tasavvufta esas olan ulvi ve ilahi aşktır. Gerçek aşk,
insan ruhunun Yüce Yaratan'a karşı özlemidir.

Adem yaratılmadan önce Yüce Yaratan, Adem oğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar "Evet" şahit olduk dediler (Araf:172). Elestü Bezmi ile Yüce Yaratan'ın aşkı başlamış ve insan bu Mutlak Güzellik karşısında kendinden geçmiştir (Fığlalı,1996:223).

Tasavvufun aslı, insanın yaratılışına dayanmaktadır. İslam inancına göre Adem ve eşi Havva yaratıldıktan sonra cennete konuldular. Onlara denildi ki: "Buradaki her türlü meyveden yiyiniz, yalnız şu ağacın meyvesine dokunmayınız. Adem eşi birlikte yasaklanmış meyveden yediler, bunun üzerine ikisi birlikte dünyaya gönderildiler. Adem yaptıklarından pişman oldu ve affını diledi. Bunun üzerine affedildi" (Bakara:35-37). Daha önce günahkar iken pişman olup tövbe etmesinden dolayı tekrar peygamberlik mertebesine kadar yükseldi.

"Sen olmasaydın evreni yaratmazdım", hadis-i kutsisi gereğince Yüce Yaratan, Hz.Muhammed’in hatırı için diğer insanları ve evreni yarattı. Adem yasaklanan meyveyi yiyip günahkar olduktan sonra cennette, Yüce Yaratan'dan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun Resulüdür yazısını okudu ve Muhammed’in aşkına
kendisinin O'nun tarafından affedilmesini diledi (Kısakürek,1982:106).

İşte asıl tasavvuf burada başlamaktadır. Çünkü tasavvufun temeli, yaptığı kötülükten pişman olmaya dayanır. İnsan noksan bir varlık olduğu için sürekli hata yapabilir. Önemli olan hatayı kabul etmek ve bundan pişman olarak doğru yola yönelmektir.

Tasavvufun temeli üç esasa dayanır: zikir, sabır, şükür. Yani Yüce Yaratan'ı sık sık anmak ve O'ndan gaflette bulunmamak, başına gelen belalara, kazalara ve diğer insanların çiğliğine sabretmek, O’nun verdiği nimetlere şükretmek, nankörlük etmemektir.

Tasavvuf, insanın eğitimini esas alan ve onu olgunlaştırmaya (kâmil insan) çalışan bir yoldur. Tasavvuf eğitiminde kulun, derece derece kötü huylarını terketmesi, onların yerine iyi huyları koyması, cehaleti yok etmesi, bilgi ile bezenmesi, gafletten kurtulması ve her an Yüce Yaratan'ı aklına getirmesi gerekir (Tercüman,1987:67).

Tasavvufta ikilik yoktur, birlik vardır, yani hiçbir şey yoktur, yalnız Yüce Yaratan vardır. Fena Fillah, kulun O'nda yok olmasıdır. İkilik ortadan kalkıp birliğe ulaşılınca O yüzünü gösterir: gökteki her yıldızdan parlar, tabiattaki her çiçekten bakar, her güzel yüzde gülümser, her tatlı seste hitap eder, herşeyde O vardır ve O'ndan başka bir şey yoktur (Eröz,1990:204). İşte Hallac-ı Mansur’un "En-el Hak" demesinin anlamı budur.

Mutasavvuflar, bir dünya menfaati veya cennete gitmek için değil, sadece Yüce Yaratan'ı sevdikleri için ibadet ederler. Yüce Yaratan bizi ister cennetine koyar, ister cehennemine, bu tamamen O'nun bileceği bir iştir, derler. Nitekim kadın erenlerden olan Rabia (714-804) şöyle dua etmiştir: "Allah’ım, sana cehennemden korkarak ibadet ediyorsam, beni cehennem ateşinde yak, yahut cennet özleyerek sana ibadet ediyorsam, cenneti bana haram kıl. Yalnız seni sevdiğimden dolayı sana ibadet ediyorsam, beni ezeli cemalinden mahrum etme ya Rabbi" (Tercüman,1987:165).

Burada dikkati çeken husus, Rabia’nın sadece güzeller güzeli olan ve güzelliği hiçbir yaratığın güzelliğine benzemeyen ve bütün insanlığın ilk ikrarını verdiği "Kalu Bela’da" O’nun güzelliği karşısında mest olup kendisinden geçtiği o olağanüstü güzelliği istemesidir.

Özet olarak tasavvuf, başta Yüce Yaratan aşkına, sonra işlenilen günah ve yapılan kötülüklerden pişman olup, tövbe etmeye ve onları tekrar yapmamaya, O'nun yaratığı olmalarından dolayı bütün insanları hoş görüp sevmeye ve bütün canlıları korumaya, almak yerine bol bol vermeye ve açları doyurmaya, buna karşılık kendi nefsini terbiye etmek için fazla yememeye, kötü söz söyleme ihtimaline karşı az konuşmaya, vaktinin çoğunu uykuda geçirmeyerek çalışmaya, topluma ve insanlığa faydalı olmaya dayanır.


Nisan 04, 2009, 11:07:53 ös
Yanıtla #17
  • Ziyaretçi

Mevlânâ ve Felsefe

Mevlânâ, Arap, Fars (Attar ve Tebrizli Şems) ve Türk kültüründen (Orta Asya Türk topluluklarının Gök-Tanrı inancı) etkilenmiştir (Ablay,1988:147). Ayrıca onda eski Yunan idealist felsefesinin (Platon ve Plotinus) tesirlerini görmek mümkündür. Bununla birlikte Mevlânâ, genel olarak felsefe konusunda olumsuz düşüncelere sahiptir. Onun felsefe ile ilgili bir şiiri şöyledir (Sayılı: 1970:1):

Küçük felsefeci kör olacak
Işık ondan uzakta kalacak
Felsefeci de dinin çiçeği açmayacak
Çünkü sen onu onda dikmeyeceksin.

Ayrıca Mevlânâ Mesnevisi (VI:1370)'nde, felsefe ile ilgili şunları söylemiştir: "Cennettekilerin çoğu saf kişilerdir, böylelikle felsefenin şerrinden kurtulurlar."

Görüldüğü gibi Mevlânâ, felsefeyi kötü ve zararlı bir uğraş alanı olarak görmekte, felsefecileri küçümsemekte ve onların cennete giremeyeceklerine inanmaktadır. Bu düşünceler bize Alman filozofu Karl Jaspers (1970:31)’in, "Felsefeyi reddeden farkında olmadan felsefe yapıyor, demektir" sözlerini hatırlatmaktadır. Mevlânâ, felsefeyi zararlı sayıp küçümserken bile, ortaya attığı bu düşüncelerle yine de felsefe yapmıştır, denilebilir.

Mevlânâ ölmeden önce hastalandı ve hasta yatağında arkadaşlarına şöyle vasiyet etti: "Ben size gizli ve açık olarak Yüce Yaratan'dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi ve daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerim olan salih kimselerle beraber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı az ve öz olanıdır." (Eflaki II:165). Bu sözler, Mevlânâ'nın bütün düşüncelerini özetlemektedir.

Mevlânâ, tasavvuf felsefesinin etkisiyle esas olarak insan üzerinde durmuştur. İnsanın Yüce Yaratan ile ve diğer insanlarla olan ilişkilerini incelemiştir.

Mevlânâ’da Yüce Yaratan, Güzellik ve Aşk

Mevlânâ’nın üzerinde durduğu en temel varlık Yüce Yaratan'dır. Bu, onun düşüncesinin merkezini oluşturur. Tasavvuf felsefesinde evrende olan bütün şeyler Yüce Yaratan'nın yansımasıdır. Mevlânâ bir gün sema halinde iken büyük bir vecde kapılıp: "Hiçbir şey görmedim ki, Yüce Yaratan'ı onda görmemiş olayım (Eflaki I:283)", diyerek bu görüşü dile getirmiştir. Onun bu konudaki diğer düşünceleri şöyledir:

...Dünya, insan, yerde ve gökteki herşey, kendi mahsulü olan bir ressamın eseridir (Eflaki II:125).

Mevlânâ'nın bu düşüncesi, maddeyi idelere göre şekillendiren Platon'un Demiorgus'unu andırmaktadır.(Birand,1987:57) Platon'un Yüce Yaratıcı'sı tıpkı bir ressam gibi dünyadaki cisimleri onların idelerine bakarak çizip şekillendirmektedir.

Yedi deniz de ondan bir katredir. Bütün varlık, onun dalgasından bir damla (Mesnevi V:1880).

Tasavvuf inancına göre Yüce Yaratan hem zahirdir, hem batındır. Yani hem açıktır, hem gizlidir. Açıklığı içinde gizli, gizliliği içinde açıktır. O baştaki gözle görülmez fakat basiret gözü ile görülebilir. Mutasavvuflar onu kalp gözü ile görürler. Mevlânâ bunu şöyle anlatır: O güneşten daha çok görünendir. Kim gördükten sonra anlatılmayı ararsa o kayıptadır (Eflaki I:479).

Tasavvufta Yüce Yaratan ezeli ve ebedidir, O'nun dışındaki varlıklar zamanla yok olacaklardır. Mevlânâ birgün "Onun zatından başka herşey helak olacaktır." (Kasas:88) ayetine şu manayı verdi: "Damlanın denizde kaybolması gibi siz de yok olmaktan müstesna olan zatımda tamamen yok olun." buyuruyor (Eflaki II:66).

Mevlânâ'ya göre insan her gece uykuda Yaratansal aleme gider ve uyandığında bu dünyaya yeniden doğar. O bu düşünceyi şöyle ifade etmiştir: "Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar o uçsuz-bucaksız derin denize batar, yok olurlar" (Mesnevi I:1890). Demek ki, kulun Yüce Yaratan'da yok olması insan yaşadıkça her gün meydana gelmektedir. Kısacası insan her gün ölüp yeniden dirilmektedir.

Der ki: Aklın ve akıllının da aslının aslı benim, sarhoşun da. Suretlerdeki güzellik, bizim aksimizdir (Mesnevi V:3278).

Tasavvufta en güzel varlık Yüce Yaratan'dır ve ondan daha güzel bir varlık yoktur. Mevlânâ bununla ilgili şunları söyler: Bir defa Yüce Yaratan’nın güzelliğini görürsen, bir daha başkasının yüzüne bakmazsın. Bunun gibi bütün yaratıklar arasında Yusuf Peygamber en meşhuru sayılır. Fakat Hz.Muhammed’in bir yanağı vardır ki, O Yusuf’un güzelliğini dehşet içinde bırakır (Eflaki II: 107, 191).

Demek ki Mevlânâ'ya göre en güzel varlık Yüce Yaratan'dır. O, mutlak güzeldir, güzeller güzelidir, Onun güzelliği yaratıkların güzelliğine benzemez. İkinci derecede güzel olan Hz.Muhammed'dir. Çünkü O evreni Onun hatırı için yaratmıştır. Ondan sonra üçüncü derecede Yusuf Peygamber'in güzelliği gelir.

Aslında Yüce Yaratan'nın eseri olmasından dolayı bütün insanlar güzeldir, güzel olan O, güzel eserler yaratmıştır. Çünkü hiçbir insan diğerine tam olarak benzemez, bu sebeple her insan bir başka güzeldir.

Haşa dünyada senden güzel bir sevgili yoktur;
Yahutta yüzünü görmekten daha güç bir iş olamaz,
İki dünyada da dostum, sevgilim ancak sensin;
Nerede bir güzel varsa, o da senin ışığındır zaten (Rubailer,37).

Mevlânâ bu dörtlüğünde dünyadaki bir güzeli, Yüce Yaratan'nın bir ışığı olarak kabul eder. Çünkü güneş ışığı dünyayı aydınlatır, karanlığın korkunçluğu yanında aydınlık çok güzeldir.

Yüce Yaratan, tamamen zevktir ve her kim tatmazsa anlamaz. Ben o zevkim ve o zevke tamamen gömülmüşüm. Halkın zevki bu zevkin aksidir. Çünkü iman tamamen zevk ve şevktir (Eflaki I:366).

Mevlânâ esas olarak sevgi ve aşk üzerinde durur ona göre aşk bir bilgi edinme yöntemidir. İnsan ancak Yüce Yaratan'a aşkla ulaşabilir. Şimdi onun bu konudaki düşüncelerini görelim:

"Dünyada aşk gibi bir üstad, bir mürşit ve insanı doğru yola ulaştıran bir kimse yoktur (Eflaki I, 408).

En güzel olan Yüce Yaratan'nın aşkından başka ne varsa; can çekişmededir, hatta şeker yemek bile olsa (Mesnevi I:3686). Demek ki, dünyadaki bütün aşklar gelip geçicidir, ancak Yüce Yaratan aşkı kalıcıdır.

Allah sevgisi ilimle elde edilir. İlimden nasibi olmayanlar ve akılsızlar bu sevgiden uzaktır (mesnevi: II/1545,49). Ona göre gerçek sevginin bilim ve akılla ilişkisi vardır. Bunlar yoksa sevgi de yoktur. Gerçekten de akıl hastaları için akıl da sevgi de yoktur.

Cömert Yüce Yaratan, halkın bahtsızlığını görüp, iki yüz tane sevgi çeşmesi akıtmıştır (Mesnevi VI:2282).

Nerede olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmeye, aşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna aşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de aşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna aşık olursun (Fihi Mafih:146).

Ebubekir'in diğer insanlara üstünlüğü çok ibadet etmesinden değil, Yüce Yaratan'nın lütfettiği sevgi yüzündendir (Fihi Mafih:186).

İnsanlar, kuşkular, işkiller içindedir. Ondan kuşkuyu işkili gidermeye imkan yoktur; meğer ki aşık olsun. Aşık oldu mu, onda ne kuşku kalır, ne işkil. Bir şeyi sevdin mi ona karşı kör eder, sağır eder o sevgi seni (Fihi Mafih:86).

Yüce Yaratan'a en sevgili olan şey, O'nun için birisini sevmektir (Mektuplar:25). Mevlânâ'ya göre çıkarı dayalı bir sevginin değeri yoktur, onun için insan, birisini çıkar beklemeden sevmelidir.

Alemin yaratılışından maksat da, dostlarla buluşmaktır; Yüce Yaratan için ve O uğruna dost olanlardan (Mektuplar:93).

Sevgi bir ilişkiden doğar. Bir kimse annesini ekmek ve helva verdiği için sevmez, belki aralarındaki ilişkiden dolayı sever. Menfaat üzerine kurulan sevgi perişanlık ve pişmanlık doğurabilir. Oysa gerçek ilişkiden doğan sevgide ne dünyada ne de ahirette pişmanlık yoktur (Eflaki II: 296).

Mevlânâ'ya göre eğer birisini seviyorsak bunu mutlaka kendisine söylemeliyiz. Bunu şöyle dile getirir: "Hz.Muhammed mescitte oturuyordu. Birisi mescidin kapısının önünden geçti. Dostlardan birisi Ey Allah'ın elçisi, şu geçen kişiyi seviyorum ben. Hz.Muhammed kalk ve bu sevgiyi ona bildir, buyurdu" (Mektuplar:55).

Sultan Veled dedi ki: Bir gün babam bana: "Bahattin, düşmanının seni sevmesini istersen, 40 gün onun iyiliğini söyle. O senin dostun olur: çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır (Eflaki: I:497). Hint felsefesine göre de, insan eğer bir şeyi kuvvetle düşünür ve üzerinde yoğunlaşırsa, o şey mutlaka olur.

Eğer dostlarınızın kötülüklerini size naklederlerse, sizin onu 70 kere hayırla ve iyi niyetle yorumlaman gerekir. Onu yazmak ve açıklamaktan aciz kaldığınız vakit, "bunun sırrını o bilir" diye yorumlayın ve meseleyi kapatınız ki, dünyada dostsuz kalmayasınız. Çünkü ayıpsız dost arayan dostsuz kalır (Eflaki I:527).

Mevlânâ'ya göre sevgi ve aşk insanlık vasıflarındandır. Hayvanın bu kavramlardan haberi olmadığı gibi, bu duyguları yaşaması imkansızdır. O bu konudaki düşüncelerinin şöyle ifade etmiştir:

Sen aşık olmadıysan, sevgi nedir, bilmiyorsan;
Yürü git, ot otla; eşeksin sen (Mektuplar:95).

Aşksız yaşama ki, ölü olmayasın;
Aşkla öl ki diri olasın (Mektuplar:36).

Peygamberimizin yolu aşktır;
Aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır.

A anamız, a beden elbisemizde gizlenen anamız,
A bizim kafir tabiatımız yüzünden gizlenmiş anamız (Rubailer: 18).

Kime aşk sırlarını öğrettilerse,
Ağzını diktiler, söz söyletmediler (Mektuplar:136).

Sen şehvetine aşk adını takmışsın,
Fakat şehvetten aşka dek uzun bir yol var. (Rubailer:29).

Aşk, büyükler için bal, çocuklar için süttür.
Aşk her gemiyi batıran istiap fazlası son yüktür (Mesnevi VI: 4032).

Aşk olmasaydı, varlık neden olurdu, ekmek nasıl olur da gelir, senin vücuduna katılırdı? (Mesnevi V:2012).

Zahitlik nedir? Kötü söylemeyi bırakmak.
Aşıklık nedir? kendi varlığından, benliğinden söz etmemektir.(Mecalis-i Seba:60).

Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Hakk'ın vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olmak, geçici bir hevestir (Mesnevi VI:971).

Nur ve kemal, helal lokmadan doğar.
İlim ve hikmet, aşk ve merhamet helal lokma ile olur (Mesnevi I:1707).

Sonuç olarak Mevlânâ'ya göre aşk, dünyanın yaratılış sebebidir. Yüce Yaratan evreni sevgi yüzünden yaratmıştır. Nasıl ki, çocuğun bedeni sütsüz yaşayıp gelişemezse, ruhu da sevgisiz var olamaz. Yetişkinler içinse sevgi, bal gibi çok tatlı bir şeydir. Aşk O'nun vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olmak geçici bir hevestir. Yüce Yaratan aşkı ise ebedi olarak devam eder.

Gerçek din sevgidir. Anamız babamız birbirine aşık oldu ki biz dünyaya geldik. Oysa gerçek anamız Yüce Yaratan aşkıdır. Çünkü O, peygambere olan sevgisi yüzünden evreni ve insanları yaratmıştır.

Mevlânâ'ya göre, gerçek aşk karşılıksız sevgidir, sevdiğin kişinin seni sevip sevmemesi önemli değildir. Ayrıca Mevlânâ'ya göre şehvet aşk değildir. Şehvetle aşka ulaşılmak istenirse çok uzun mesafelerin katedilmesi gerekir.


Nisan 04, 2009, 11:08:15 ös
Yanıtla #18
  • Ziyaretçi

Mevlânâ'da İnsan

Mevlânâ'ya göre Yüce Yaratan, kendi sanat ve sıfatını göstermek isteyince dünyayı yarattı. Kendi zatını göstermek isteyince de Adem'i yarattı (Eflaki II:103).

Hiç şüphe yoktur ki; Adem oğlu, aşağının aşağısının aşağısı bir bedenle, yücenin yücesinin yücesi bir candan meydana gelmiştir. Yüce Yaratan, en üstün kudretiyle bu iki zıddı birleştirmiştir. O yüce candan yüzlerce, yüz binlerce hikmet meydana gelir. Bu yoğun bedenden de yüz binlerce karanlık pusu yeri meydana gelir. Bundan dolayı da Yüce Yaratan "Gerçekten Ben, topraktan insanı yarattım, sonra da onun yaratılışını tamamlayıp kemale getirince ruhumdan ruh üfürdüm ona; meleklere de hemen secdeye kapanın ona karşı" buyurmuştur (Mektuplar:143). İşte bu yüzden tasavvufta olduğu gibi Mevlânâ'da da insan kutsal bir varlıktır.

Mevlânâ "mümin müminin aynasıdır" sözünü şöyle açıkladı: "Yüce Yaratan’nın adlarından birisi de mümindir. İman eden kul da mümindir. 'Mümin müminin aynasıdır' demek, 'Yüce Yaratan onda o aynada tecelli etti' demektir. Yani ayna gibi olan mümin kulda, mümin olan Yüce Yaratan tecelli ediyor demektir. O'nu görmek istiyorsan, gel aynaya bak da onu gör" (Eflaki II: 78).

Mevlânâ'nın hocası Şems, bir seyahati esnasında bir adama rastladı. Bu adam genç bir çocuk görse bunu seyretmekten kendisini alamıyordu. Bunun üzerine Şems ona "Hey bu ne haldir?" diye sordu. Adam buna şu cevabı verdi: "Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Yüce Yaratan'ı o aynada gözlüyorum." dedi. Şems buna karşılık: "Ey ahmak, madem ki, Yüce Yaratan'ı su ve toprak aynasında görüyorsun, niçin can ve gönül aynasına bakıp da kendini aramıyorsun" dedi. (Eflaki II, 206).

Mevlânâ, insanın kutsallığını bir başka şekilde şöyle ifade etmiştir: "Dağ, taş, su, ateş, yel bile insana secde etmededir. Bir kaç lüzumsuz münafık secde etmemiş noksan mı gelir insana" (Fihi Mafih:226).

Yukarıda konu edildiği gibi, Yüce Yaratan insanı yaratıp ona ruhundan üfürdüğü için insan da O'ndan bir eser taşımaktadır ve dolayısıyla kutsaldır. O sebeple Mevlânâ'nın nazarında kim olursa olsun, ister dinli ister dinsiz, ister kadın ister erkek, ister zengin isterse fakir olsun hepsi saygı değerdir. Bütün insanları bir gözle görmek ve ona saygı göstermek gerekir. Ayrıca insanlardan şikayet etmek de doğru değildir. Çünkü Mevlânâ'ya göre, "Yaratıktan şikayet, Yaratan'dan şikayettir" (Mektuplar:136).

Şu olay, Mevlânâ'nın insan sevgisini ne kadar ileri götürdüğünü göstermektedir. Sahip İsfahani'nin hanında çok güzel bir fahişe kadın vardı. Yanında da çalışan bir çok kız vardı. Mevlânâ birgün bu hanın önünden geçiyordu. Rabia adındaki bu kadın kızları ile birlikte gelip Mevlânâ'nın ayağına kapandılar. Mevlânâ : "Siz ne büyük pehlivanlarsınız, ne büyük pehlivanlar. Eğer siz bu kadar yükleri çekmeseydiniz, azgın nefisleri kim yenerdi? Siz olmasaydınız, iffetli kadınların iffet ve namusları nasıl anlaşılırdı?" buyurdu. Bunu işiten devrin büyüklerinden birisi Mevlânâ, büyük adam fakat fahişelerle ilgilenmesi manasızdır, dedi. Bunun üzerine Mevlânâ, "Eğer sen de erkeksen, onlar gibi ol, için dışın bir olması için ikiyüzlülüğü bırak" dedi (Eflaki II: 127). Mevlânâ burada münafıklığın kötülüğüne dikkat çekmektedir. Çünkü insan ya göründüğü gibi olmalı, ya da olduğu gibi görünmelidir.

Mevlânâ, tasavvuf felsefesinin etkisiyle son derece alçak gönüllü bir insandı. Bunun için kalabalıklardan kaçardı. Bunun sebebi ise kendisini görenlerin onun elini öpmesinden ve kendisine secde edilmesinden son derece rahatsız olurdu. O, insanlar arasında sosyal tabaka farkılılıklarına göre muamele etmez ve her tabakadan insana karşı alçak gönüllülük gösterirdi (Eflaki I:373).

Bunun gibi Mevlânâ dul kadınlara ve hatta çocuklara karşı bile alçak gönüllük gösterir, kendisini küçültürdü. Kendi önünde secde edenlere gayri müslim bile olsa secde ederdi. Bir gün Daniel adında bir Ermeni kasabı Mevlânâ'ya rastladı Onun önünde 7 defa baş koydu Mevlânâ'a kasabın önünde baş koydu (Eflaki:330-331).

Konstantiniye (İstanbul)'den bir bilgin rahip vardı. Mevlânâ'nın bilimine, yumuşaklığına ve alçak gönüllüğünü duymuş ve ona aşık olmuştu. Mevlânâ'yı görmek üzere Konya'ya geldi. Diğer rahipler onu karşılamaya geldiler. Yolda Mevlânâ'ya rastladı ve ona 3 defa secde etti. Secdeden başını kaldırınca Mevlânâ'nın da secde etmekte olduğunu gördü. Bunun üzerine rahip, elbiselerini yırttı ve "Ey dinin sultanı, benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne alçak gönüllük ve kendini hor görmektir?" dedi. Bunun üzerine Mevlânâ, Hz. Muhammed'in şu hadisini söyledi: "Ne mutlu o kimseye ki, Yüce Yaratan onu malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı ve o şerefi ve alçak gönüllüğü ile kendini hor görmektedir." Sonra ilave etti: "Yüce Yaratan kullarına karşı nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim
ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmiyeyim. Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım." (Eflaki I:573-574).

Tasavvufta herkesi kendinden üstün göreceksin ki, içindeki gururu, kibiri yok edip, olgun insan olma yolunda mesafe kat edebilesin. Eğer kendini herkesten üstün görürsen, kendini düzeltme ve olgunlaştırma yönünde bir adım dahi atamaz, ruhsal anlamda en küçük bir geliştirme gösteremezsin.

Tasavvufta, gururlu ve kibirli olmaya şeytan bir örnektir. Başlangıçta meleklere hocalık edecek kadar bilgi ve fazilete sahip olan şeytan, kendi üstünlüğünü dile getirerek Adem'e secde etmeyi reddetmiş ve sahip olduğu bütün meziyetleri kaybederek çok aşağı bir dereceye düşmüştür. Bunun için mutasavvıf, bu ibret verici örneği daima göz önünde tutmak zorundadır.

Mevlânâ'ya göre insan sadece dışını değil ondan daha fazla içini temiz tutmalıdır. Ancak o zaman olgun bir insan olabilir. O bu konuda şunları söylemiştir:

Yüce Yaratan, sizin şekillerinize ve amellerinize bakmaz, kalbinize ve niyetlerinize bakar (Eflaki I:624-625).

İnsan bir kap, bir çanak gibidir. Onun dışını yıkamak vacipse de içini yıkamak daha vaciptir. Dışını yıkamak farzsa içini yıkamak daha farzdır. Kur’an'da Yüce Yaratan "Benim evimi temizleyin" buyurmaktadır (Eflaki I:465-466).

Yüce Yaratan erlerinin kalbi, O'nun nazarının kıblesidir ve evrenden de daha yüksek ve yücedir (Eflaki I:673).

Tasavvuf felsefesine göre Yüce Yaratan, bütün evrene sığmadığı halde, bir müminin kalbine girer. Onun için insan, O'nun evi olan gönlünü temizlemesi gerektiği gibi, yine O'nun bir başka evi olan diğer bir insanın kalbini kırmamalıdır. Nitekim Yunus Emre de bu konu şunları söylemiştir:

Gönül çalabın tahtı
Çalap gönüle baktı
Yedi cihan bedbahtı
Bir gönül yıkar ise

Mevlânâ insanları iyi-kötü diye ayırmamakla birlikte insanın kötü taraflarından da bahseder.

İnsan tabaklanmış deri gibidir; rutubetten bozulur, ağır ağır kokar (Mesnevi IV: 104).

Sende nemrutluk var, ateşe atılma, atılacaksan da önce İbrahim ol (Mesnevi I:1606).

Şu halde insan, doğuştan iyi ve kötü meziyetleri potansiyel olarak bünyesinde taşır. Eğer onu eğitirsen topluma ve insanlığa faydalı yapabilirsin.

Mevlânâ, insanın doğru olup iyi ve hayırlı işler yapmasını; başkalarının ayıbını göreceği yerde kendi kusurlarını düzeltmesini öğütler. Şimdi onun bu konudaki düşüncelerini görelim:

Ben bu çalışıp çabalama dünyasında (iyi huy)dan daha iyi bir ehliyet görmedim (Mesnevi: II:810).

Allah katında halkın en büyüğü, en yücesi, çoluk-çocuğuna en faydalı olanıdır (mektuplar:50).

İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır. Toplumun hayırlısı topluma hizmet edendir. Bir an adalet altmış yıllık ibadetten hayırlıdır (Mektuplar:78).

....İnsanların kötüsü, insanlara zarar veren kişidir. Dileklerinizi, hacetlerini, kullarımın cömertlerinden isteyin; çünkü merhameti onlara verdim Ben (Mektuplar:141).

Herkes önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi?(Mesnevi II:881).

Ne mutlu o kişiye ki, kendi ayıbını görür. Kim birinin ayıbını görürse, o ayıbı satın alır, o ayıbı kendinde bulur (Mesnevi II:3034).

Görüldüğü gibi, Mevlânâ'ya göre insanın kötülük yapması, bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Onun bu sözleri, Sokrates'in "Kimse bilerek kötülük yapmaz" düşünceleri ile bağdaşmaktadır. Ayrıca olgun insan, başkalarının ayıbını göreceği yerde kendi ayıbının farkına vararak bunu düzeltmeye çalışır.

Kişi iyiliği Yüce Yaratan için yapmalı yoksa ben iyilik edeyim de bana da iyilik etsinler diye değil (Fihi Mafih:227).

Bir hür kişiyi lütfunla kendine kul etmen
Binlerce kul azat etmenden daha iyidir (Mektuplar:17)

Düşman da olsa, ihsanda bulun. Zira ihsan, düşmanı sana dost eder.
Dost olmasa bile, düşmanlık azalır. Yani ihsan, düşmanlığa merhem olur (Mesnevi II:2171)

Özgür er, başkasının kendini incitmesinden incinmeyen kişidir. Yiğit, incinmeyi hak edeni, incitmeyen kimsedir (Eflaki I:621).

Tasavvuf felsefesinde kötü düşünceye ve kötü eyleme kesinlikle yer yoktur. Gelişip olgunlaşmak isteyen kişi, sadece dostlarına değil, düşmanına bile iyilik yapmak zorundadır. Ayrıca çiğ insanlar onu incitebilir, eğer yiğit ise bundan incinmemesi ve kendisini inciteni de incitmemesi gerekir.

Mevlânâ'ya göre iyilik, maddi bir menfaat beklendiği için değil, Yüce Yaratan'nın rızasını kazanmak için yani karşılıksız yapılmalıdır. Ancak o zaman bir değere sahip olabilir.


Nisan 04, 2009, 11:08:34 ös
Yanıtla #19
  • Ziyaretçi

Kadın ve Erkek

Tasavvufta zıtların birliği esası vardır. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder: "Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar" (Fihi Mafih:68). Yani dünyada iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz, gibi zıtlıklar bulunmaktadır. Bunun gibi insan da kadın erkek gibi ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen fakat gerçekte birbirini tamamlayan iki çeşit varlıktan meydana gelir. Onun bu konudaki düşünceleri şöyledir:

Kadın erkeğin sükunu için yaratıldı, Adem Havva'dan nasıl uzaklaşabilir? (Mesnevi: 1:2524):

Kişi, Hz.Hamza ve Rüstem'den daha kahraman da olsa, yine de o karısının esiridir (Mesnevi: 1:2525).

Su şiddetle saldırıp ateşe galip gelir, lakin su kaba konunca, ateş onu kaynatır (Mesnevi: I:2527):

Görünüşte erkekler, suyun ateşe olduğu gibi kadına galipse de, gerçekte şüphesiz kadının mağlubudurlar (Mesnevi: 2529).

Mevlânâ'ya göre kadın, erkeği sakinleştirmek için yaratılmıştır. Ayrıca erkek kadından güçlü gibi görünmesine rağmen gerçekte kadın, bazı özellikleri dolayısıyla erkeğe galip gelebilir. Çünkü Yüce Yaratan, kadını erkeği alt edebilecek bir takım yeteneklerle donatmıştır.

Modern biyoloji, kadın yapısının erkekten daha güçlü olduğunu göstermektedir. Yapılan istatistiklere göre doğanların çoğunluğu erkek olmasına rağmen, süt bebeklik devresinde ölenlerin çoğu erkektir. Bu yüzden kadın sayısı erkeklerden fazladır. Ayrıca hayatın zorluk ve sıkıntılarına ve acılara karşı kadınlar erkeklere oranla daha dayanıklıdırlar. Çünkü eşi ölen erkekler genellikle ya evlenmekte ya da ölmektedir. Oysa eşi ölen kadın buna katlanarak erkeklere oranla daha uzun yaşayabilmektedir. Demek ki, Mevlânâ bu gerçeği yüzyıllarca önce keşfedip eserlerinde açıklamıştır.

Mevlânâ'ya göre kadın, toplumsal hayattaki yerini almalıdır. Onu gizlemek ve toplumdan soyutlamak doğru değildir. Bu konudaki düşünceleri şöyledir:

"Kadın nedir? kadına gizlen diye emrettikçe, onda kendini gösterme isteği çoğalır. Kadın ne kadar gizlenirse halkta da onu görmek isteği, o kadar çoğalır, durur. Şu halde sen oturmuşsun iki tarafın da isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru düzen iş sanıyorsun" (Fihi Mafih:75).

Çile

Tasavvuf felsefesi, bir çile felsefesi olarak görülebilir. Nitekim Mevlânâ, hamdım, piştim, yandım, diyerek bir insanın hayatında hangi aşamalardan geçmesi gerektiğini veciz bir şekilde ifade etmiştir. Demek ki tasavvuf eğitiminin temeli, çileye dayanmaktadır. Olgunlaşmak için insan hayatta sıkıntı ve çile çekmelidir. Bu sayede nefsine hakım olmasını öğrenerek diğer insanlarla iyi geçinebilen uyumlu bir birey haline gelebilir.

Çileye, az yemekle başlanır. Mevlânâ bu konuda şunları söylemiştir: "Karın dağarcığını ekmekten boşaltırsan, ululuk incileriyle doldurursun"(Mesnevi I:1639). Çok yemeyi modern tıp da insan sağlığı açısından doğru bulmamaktadır.

Yine Mevlânâ az yemenin faydalarını şöyle açıklamıştır: "Az yemede bir çok faydalar vardır. Az yemekle insan sağlam vücutlu, hafızası kuvvetli, parlak zekalı, aydın kalpli, az uykulu, hafif nefisli, keskin görüşlü, salim tabiatlı, az ihtiyaçlı, tolerans sahibi ve kerim ahlaklı olur" (Eflaki II: 100).

Şimdi Mevlânâ'nın bu konudaki diğer düşüncelerine bir göz atalım

Dosttan gelen bela seni temizler. Onun ilmi senin tedbirinden üstündür (Mesnevi IV:107).

Sen burnunu kanatmak istemezsin ama, burnun kanar. Bu kanayış sana sağlık verir (Mesnevi III/3438).

Gerçekte her düşman, sana bir ilaç, faydalı ve ferahlatıcı bir kimyadır ( Mesnevi IV: 94).

Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişinse maden (Mesnevi III:510).

Sen ona bol bol acı ve keskin ilaçları sür de: o, güzelleşip, temizleşip, kıymetlensin (Mesnevi IV: 105).

Çile çeken insana Yüce Yaratan sonunda yardım eder. Mevlânâ bu düşünceyi şöyle ifade eder: "Ayak kırıldı mı, O kanat ihsan eder. Kuyunun dibinden bile bir kapı açar (Mesnevi III:3808).

Mevlânâ bu deyişinde Yusuf Peygamber'e gönderme yapmaktadır. Çünkü Yusuf Peygamber kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan sonra yoldan geçen kervanlar tarafından kuyudan çıkarılmış ve Mısır'a götürülerek, Mısır kralına köle olarak satılmıştır. Güzelliği dolayısıyla kralın karısı tarafından kendisine sarkıntıda bulunulmuş, fakat Yusuf Peygamber kaçmıştır. Mahkemedeki yargılama sırasında suçsuz olduğu anlaşılmış ve beraat etmiştir. Fakat yine de dedikodunun son bulması için Yusuf Peygamber hapse atılmış ve hapisten çıktıktan sonra Mısır'a kral danışmanı olmuş bu sırada kardeşleri ile karşılaşmış ve onların kendisine yaptıkları kötülülüğü bağışlamıştır.

Tasavvufta insan, başına gelen bela ve sıkıntılara katlanacak ve bunların Yüce Yaratan'dan geldiğine ve bunların kendisi için bir sınav olduğunu inanacaktır. Aynı zamanda bunların kendisinin olgunlaşmasına yardımcı olacağını kabul edecektir.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
4918 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 24, 2012, 10:24:11 ös
Gönderen: karahan
0 Yanıt
3545 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 25, 2012, 09:11:11 ös
Gönderen: karahan
1 Yanıt
3124 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 25, 2015, 09:58:22 öö
Gönderen: Melina