Ölüm
Bir gün Mevlânâ oğlu Sultan Veled'e "Bahattin senden Mevlânâ'nın yolu nedir?" diye sorduklarında "yeyip içmemektir" de, buyurdu. Sonra hayır hayır "ölmektir" dersin dedi (Eflaki I:391).
Yine bir gün Mevlânâ'nın yanında bir adam "Bütün peygamberler ve Yüce Yaratan'ın has kulları ölümün heybet ve şiddetinden korkmuşlardır" der. Mevlânâ: "Haşa bu böyle değildir, İnsanlar ölümün ne olduğunu biliyorlar mı? Yüce Yaratan erlerince ölüm, Yüce Yaratan'ı görmektir (Eflaki I:466).
Mevlânâ birgün Pervanenin evinde manalar saçıyordu. Buyurdu ki: "Müminler ölmezler, belki bir evden öteki eve taşınırlar. Toplantıda bulunan Şeyh Tacettin Erdebeli: "O halde niçin Yüce Yaratan, 'Her nefis ölümü tadıcıdır' buyuruyor", diye itiraz etti. Mevlânâ ise: "Evet fakat Yüce Yaratan her nefis, diyor; her kalp demiyor. Sen ya kalp ol veya bir mümin kulun kalbinde yer et ki, müminin kalbi gibi ölmeyesin"(Eflaki II:65-66), dedi.
Ölüm kötü bir şey değildir. İnsanın dünyadaki sıkıntılardan kurtulmasıdır. İnsanın ölümden korkması, ölümün gerçeğinden değil, kişinin bu dünyada yaptıkları kötülüklerden korkmasıdır. O bu düşünceyi şöyle dile getirir: "Gördüğün ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzündür" (Mesnevi III:3442).
Mevlânâ için ölüm, yeniden doğma ve gerçek var oluştur. Pisagorcuların felsefesinde olduğu gibi bu dünyaya geliş bir çeşit bedene hapsolmadır. Oysa biz dünyaya gelmeden önce ruhumuz, özgür ve mutlu bir hayat yaşarken bu dünyaya gelerek bedenin esiri oldu. O halde ruh, bedeni terkederek tekrar eski mutluluğuna kavuşabilir. Mevlânâ bu düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
Dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birden bire Yüce Yaratan'ın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşır
(Eflaki I: 424).
Bu alem, sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın o tarafa gidin. Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir (Mesnevi I:525).
Tasavvufun aslı, ölmeden önce ölmek ve bu dünyada iken Yüce Yaratan ile mistik iletişime geçmek, gönlü Yüce Yaratan sevgisi ve aşkı ile doldurmak, böylece gerçek hayata ulaşmaktır. Çünkü insan aşka ulaştığı zaman ebedileşir, ölmez. Bedenin günün birinde ölse bile ruh ölümsüzlüğe kavuşur.
Mevlânâ ölüm olayına diğer insandan çok farklı yaklaşmaktadır. Sıradan vatandaşa göre ölüm, dehşet verici bir olaydır. Oysa tasavvufa göre ölüm, korkulacak bir şey değil, ezeli ve ebedi gerçek olan Yüce Yaratan ile buluşma ve ebedi hayata kavuşmadır. Onun için Mevlânâ ölümü şeb-i aruz, yani sevgili ile buluşma anı olarak nitelendirmiştir.
Akıl
Mevlânâ sadece sevgi ve aşk üzerinde durmaz, aynı zamanda aklı da ele alıp inceler. Eğer insan, sadece sevgi ve aşk yüklü olursa duygusal davranıp gerçeğe ulaşamaz. Bunun gibi sadece akıl sahibi olup duygudan yoksun olursa, o zaman hayat bir makineden farksız olur ve ondan bir tat alamaz. Bunun için akıl ve sevgi dengesini çok iyi kurmak gerekir.
Mevlânâ'ya göre yaratıklar üç sınıftır: Melekler, insanlar ve hayvanlar. Melekler salt akıldır hepsi Yüce Yaratan'ı anma tabiatındadır, şehvetten arınmıştır, tertemizdir. Hayvanlar ise sırf şehvettir, onlarda "kötülük yapma" diyen akıl yoktur. İnsanların kimisi akla o kadar uydu ki, tümden melek oldu, salt ışık kesildi-gitti. Bunlar peygamberlerdir, erenlerdir, korkudan da kurtulmuşlardır. Kimisinin de şehveti aklına üstün gelmiştir. Bunlar tam hayvan olmuşlardır. Kimisi de kavga, savaş içinde kalmıştır. Bunlar içlerinde dert, ağrı, feryad, özleyiş beliren bir bölüktür. Bunlar inananlardır. Erenler bunları konaklarına ulaştırmayı, kendilerine döndürmeyi beklerler, şeytanlar da bunları aşağılıkların en aşağısına çekmeyi beklerler (Fihi Mafih:66-67).
Şimdi onun akılla ilgili diğer düşüncelerini görelim.
Akıl insanın bedenindeki bir başbuğa benzer, bedenin uzuvları ona itaat ettikçe bütün işleri düzeninde gider. Fakat itaat etmezlerse hepsi de bozulur. Görmez misin şarap içen sarhoşun elinden ayağından dilinden, bedeninden ve diğer uzuvlarından ne bozgunluklar meydana gelir. Ertesi gün ayıldığında bütün yaptıklarından pişmanlık duyar (Fihi Mafih:45).
İnsanlara akılları miktarınca söz söyleyin, akıllarınıza göre değil (Fihi Mafih:87).
İki türlü akıl vardır. Birincisi kazanma ile elde edilen akıldır ki, mektepte çocuğun öğrendiği gibi öğrenirsin (Mesnevi IV:1960).
Öteki akıl Hakk vergisidir. Onun kaynağı ta candadır (Mesnevi IV:1963).
Akıl eğer yüz gösterip de bir görünüverse: Gündüz onun nurunun karşısında kap karanlık kalırdı (Mesnevi IV:2181).
Mevlânâ aklın, ibadetten üstün olduğunu bir beytinde şöyle ifade eder:
İyilikleri hoş gören Efendimiz ne güzel söylemiş: "Zerre kadar aklın, namazdan da oruçtan da yeğdir. Çünkü namaz ve oruç akıllılar için farz kılınmıştır" (Mesnevi V:456-457). İslam dinine göre de aklı olmayan insan, dinden sorumlu değildir.
Akıl, Yüce Yaratan gölgesidir. Yüce Yaratan ise Güneş....gölge güneşe karşı durabilir mi? (Mesnevi IV:211). Mevlânâ'nın bu düşünceleri Platon'un mağara istiaresi ile benzerlik göstermektedir.
Mevlânâ'ya göre Yüce Yaratan Adem'i yaratıp ona kutsal ruhu üfleyince Cebrail'e "Benim kudret denizimden akıl, iman, utanma gibi üç büyük cevheri al, bunları nurdan yapılmış birer tabak üzerine koyarak Adem'in önüne koy. Adem bunlardan birisini seçsin", buyurdu. Cebrail, emredileni yaptı. Adem bunlardan aklı seçti. Cebrail, iman ile utanmanın içinde bulundukları tabakları alıp tekrar kudret denizine götürmek istedi. Fakat Cebrail, bütün kudretine rağmen bu iki tabağı yerinden kaldıramadı.
İman ve utanma cevherleri ona "Biz Yüce Yaratan'ın sevgilisi olan aklın sohbetinden ayrılamayız. Çünkü biz üçümüz, ezelden beri Yüce Yaratan'nın şeref madeni ve kudret denizinin cevherleriyiz, birbirimizden ayrılamayız." dediler. Bunun üzerine akıl Adem'in beyninde, iman cevheri onun idrak edici kalbinde, utanma ise mübarek yüzünde yer aldı (Eflaki I, 420-421).
Mevlânâ mektuplarından birinde, şu hadisi söz konusu eder: "Yüce Yaratan, aklı yaratınca, ona gel, git, otur, konuş, sus dedi ve akıl bunların hepsini yaptı. Sonra üstünlüğüme, ululuğuma andolsun, senden daha üstün bir varlık yaratmadım, seninle hitabederim, seninle darılırım; seninle yarlıgarım; senin yüzünden sevap veririm, senin yüzünden azabederim" buyurdu (Mektuplar:77).
Mevlânâ'ya göre".....Halk, bütün sıfatları, bütün hünerleri peygamberlerden öğrenmiştir. Onlar akl-ı küldür (Fihi Mafih:122).
Sende gizli bulunan cüz'i bir akıl vardır. Ama sen cihanda bir kamil akıllıyı ara (Mesnevi I:2052).
Prof.S.Hayri Bolay (1986:167)'a göre cüz'i akıl, kendiliğinden bir şey bulma gücüne sahip değilken buna karşılık külli akıl, kendi başına düşünce yaratma gücüne sahiptir. Onun için külli aklın bir şey öğrenmesine gerek yoktur. Çünkü ona vaktiyle her şey öğretilmiştir. Ama o bir öğretmendir. Hatta Mevlânâ, Hz. Muhammed’in ümmi oluşunu bu esasa göre açıklar. Yani peygamber herşeyi önceden öğrenerek gelmiştir, onun için okuma-yazma öğrenmesine ve bilgi edinmesine gerek yoktur.
Mevlânâ aklın önemini kabul etmekle beraber aşkın akıldan üstün olduğunu şöyle dile getirmiştir:
Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı.
Aşkında aşıklığın da hakikatini söyleyecek yine aşktır (Mesnevi I:120).
Mevlânâ'ya göre söz, üç yerden çıkar: Nefis, akıl ve aşk. Nefisten gelen söz, bulanık ve tatsızdır. Bundan ne söyleyen bir zevk alır ne de dinleyene bir faydası olur. Aklın sözü, akıllılarca makbuldür ve bir çok faydaların kaynağıdır. Aşkın sözü ise söyleyeni mest, dinleyeni sarhoş edip neşelendirir (Eflaki II:103).
Özet olarak Mevlânâ'ya göre akıl, insanın doğruyu bulmasında bir rehberdir. Peygamberler ve erenler, akla tam uydukları için yanılmamış ve doğru yolu bulmuşlar, bu yüzden de korkudan ve üzüntüden kurtulmuşlardır. Yine ona göre akıl, biri Hakk vergisi, diğeri sonradan kazanılmış olmak üzere ikiye ayrılır.
Ayrıca aklı, külli ve cüzi akıl olmak üzere ikiye ayırır. Külli akıl peygamberlerin aklıdır. Onlar dünyaya gelmeden önce her şey öğretilmiştir. O yüzden peygamberler ümmidir ve onların okuma yazma bilmelerine gerek yoktur. Cüz'i akıl ise sıradan insanların aklıdır.
Yine ona göre iman ve utanma akıl sayesinde mümkündür. Eğer akıl yoksa bu ikisi de yoktur. İleri derecedeki akıl hastalarının ne Yüce Yaratan'a ne de diğer insanlara karşı bir sevgi ve ilgisi olabilir. Görüldüğü gibi Mevlânâ'ya göre insanda akıl ve sevgi dengesinin kurulması gerekmektedir.
Sonuç
Tasavufun diğer felsefelerden en önemli farkı, belki de, bu düşüncenin aynı zamanda
uygulamaya dönük olmasıdır. İşte bu yüzden Mevlânâ sevgi ve aşk felsefesi olan tasavvufa inanmış ve bunu bütün hayatı boyunca uygulamıştır. İnsanları dinli-dinsiz, kadın-erkek, müslüman-hıristiyan, iyi-kötü, güzel-çirkin olarak ayırmayıp hepsini bir görüp samimiyetle sevmiştir. Ayrıca o gördüğü her insana secde eder, saygı gösterirdi. Bu sebeple öldüğü zaman bütün din ve bütün milletlerden insanlar onun için ağladı ve yasını tuttular. Kadınlar ve çocuklar da cenaze töreninde yer aldılar.
Yahudi'lerden, Hıristiyan'lardan Arap'lardan, Türk'lerden bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri hazır bulunuyorlardı. Herbiri kendi adetleri veçhile kitapları ellerinde önden gidiyorlardı. Zebur'dan, Tevrat'tan, İncil'den ayetler okuyor ve hepsi de feryad ediyorlardı (Eflaki II: 163).
Mevlânâ, şiiri inkar ettiği halde doğunun en büyük şairlerinden birisi olduğu (Enginün,1986:35) gibi, felsefeyi inkar edip onu da küçük gördüğü halde, bu düşünceleri ile o yine de felsefe yapmıştır, denilebilir.
Mevlânâ'nın felsefesini; az yemek, az konuşmak, az uyumak, şehvete düşkün olmamak, yani nefsine hakim olabilmek, insanlardan gelen eziyete katlanmak, kötü insanlardan uzak durup iyi insanlarla birlikte olmak, şeklinde özetleyebiliriz.
Felsefi antropoloji'ye göre insan; bilen, öğrenen/öğreten, yaratan, çalışan, seçen, isteyen, inanan, devlet kuran, değerlendiren, önceden gören, seven, konuşan ve hür bir varlıktır (Güvenç,1997:197).
Mevlânâ da eserlerinde insanın eğitimini ele alması, Yüce Yaratan'a kuvvetle inanması ve güvenmesi, olayları değerlendirmesi, bütün insanları sevmesi ve bu konuda diğer insanlara tavsiyede bulunması, konuşup yazması ile, felsefi antropolojinin bir felsefe disiplini olarak doğuşundan yaklaşık 700 yıl önce, bu alanla ilgilenmiştir, denilebilir.
Mevlânâ'nın ontolojisinde tek varlık Yüce Yaratan'dır. Diğer varlıkların hepsi O'dan çıkmıştır, bu sebeple onlar gerçekte yoktur. O bilgi teorisinde(epistemoloji) aşkı kabul eder. Yani varlığın bilgisine akıl ve diğer yollarla değil sadece aşkla ulaşılabilir. Bu düşünceleri, Plotinus'un görüşleriyle örtüşmektedir.
Herşeyin temelinde sevgi vardır. Yüce Yaratan evreni aşk yüzünden yaratmıştır. Biz insan olarak ana ve babalarımızın aşkının mahsulleriyiz. Eğer onlar birbirlerini sevmemiş olsalardı, biz dünyaya gelemezdik. Onun için insan ya başkalarını sevmeli ya da başka insanların sevgilerini kazanmalıdır. Eğer böyle olursa ebedi hayat anlamına gelen aşka ulaşarak ölümsüzleşir.
Mevlânâ'da aşk bir bilgi edinme yöntemi olmasına rağmen o akılcılığı da ihmal etmemiş ve ona gereken önemi vermiş hatta aklın, dinden üstün olduğunu söylemiştir. Çünkü aklı olmayan insanlar dinden sorumlu değildirler.
Ayrıca Yüce Yaratan sevgisi ilimle elde edilir, ilimden nasibi olmayanlar ve akılsızlar su sevgiden mahrumdur" diyerek sevgiyi, akılla temellendirmiştir. Yani aklı ve bilimi olmayanın sevgisi de olamaz. Gerçekten de ileri derecede ruhsal rahatsızlığa maruz kalan insanlar, hiçbir şeye ilgi ve sevgi duymazlar.
Mevlânâ'ya göre ölüm yok olma değil, yeniden doğmadır. Gerçek sevgili olan Yüce Yaratan ile buluşmadır. Öldükten sonra insan ruhu, beden hapishanesinden kurtulup gerçek mutluluğa erişir.
Tasavvufun amacı insanı olgunlaştırmaktır. Bunun için insanın çile çekmesi ve diğer insanların verdiği sıkıntılara katlanması gerekir. Onun için Mevlânâ'ya göre, yaratılandan şikayet, yaratan'dan şikayettir. Yiğit insan, başkalarının incitmesinden incinmeyen kişidir.
Bugün toplumumuzda, insanlar arasında sevgi ve tolerans eksikliği bulunduğunu gözleyebiliyoruz. Hemen hemen bütün anlaşmazlıklar; sevgi, karşılıklı anlayış ile sona erdirilebilir. Yeter ki, birbirimizi gerçekten ve gönülden, karşılıksız olarak sevelim ve birbirimize hoşgörü ile yaklaşabilelim.
Prof.Dr.İbrahim ARSLANOĞLU
http://w3.gazi.edu.tr/~iarslan/mevlanaaskinsan.pdf