Dinci şeriatın kadını ikinci plana itmesine karşı, o büyük insanın kadınlarımızla ilgili sözleri hayret edilecek kadar çağdaş olup, bugünün tutucu dinsellerine de yüzyıllar öncesinden gelen bir mesaj olmalıdır. Bakınız;
“Sizler kadının kapanmasını istedikçe herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o zaten iyilik yoluna gidecektir. Yüreği kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin.”
“Kıskançlık denen şeyi bilme. Cahillerdir kadından üstün olduklarını sananlar. Cahiller kabadır. Sevgi ve güleryüz nedir bilmezler. Bunlar hayvanî niteliklerdir. Ancak hayvanların erkekleri dişilerinden üstündür. Seven erkek ise kadına eşittir.”
Böyle bir konu, ancak bu kadar güzel, yalın ve yürekten açıklanabilirdi… Peki siz bütün bunların, kadını aşağı gören klasik-skolastik, tutucu dinsel yoruma ve şeriat ilkelerine uygun olduğunu söyleyebilir misiniz?
İşte onun ‘sürekli evrim’e ilişkin düşünceleri:
“Nasıl ki önce balçık iken, sonra maden, daha sonra da bitki olduysan; bitkiden hayvana, hayvandan insana döndüysen; o vakitler bu yolculuğun neresinde olduğunu bilmiyorsan; bundan sonra da gideceğin çok yol, uğrayacağın yüzlerce âlem var.
Yoldaki işaretleri izle ve ondan sapma. Sapar veya o işaretleri değiştirmeye kalkarsan (asıl o zaman) günahkâr olursun.”
Pek çok kez şu örnektekine benzer şeyler söylemiştir:
“Ne hristiyanım, ne yahudi; ne mecûsî, ne de müslüman.
Ne Doğulu, ne Batılı; ne karadan ne denizden.
Ne dünyadanım, ne ahretten; ne tamudan, ne cennetten.
Ne Havvâ’dan, ne Âdem’den; ne Aden’den, ne de Firdevs’ten.
(Aden, Âdem’in kovulduğu, yani geldiği Cennet; Firdevs ise, gidilecek Cennet’in bağlık bahçelik olan zevku safâ yeridir.)
Ve ardından şu çok ünlü dizeleri söyler:
“Nişânım nişansız gerek, mekânım mekânsız gerek.
Ne ten gerek, ne cân gerek; ben Canân’ın cânıyım.”
Doğru anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla ekliyoruz. Burada söylenen şudur: Bir iz ya da kanıt aramam. Bana herhangi bir mekân veya yer de gerekmez. O yolda bedene de rûha da gerek yok. O da gerekmezdi ya, ben bu cânı (geçici olarak) Cânan’dan (tanrıdan) aldım.
Farklı yorumlayacak olan varsa buyursun…
Şu söylemi şeriatçı dinselleri çok kızdırmıştır:
“Ben onu her yerde aradım: Haç’ı ve hristiyanlığı çok inceledim, ama o çarmıhta değildi… Hindu tapınaklarında, antik devir pagodalarında da yoktu… Kâbe’ye gittim, orada da değildi… İbn-i Sinâ’ya sordum, o da bilemedi… En sonunda yüreğime baktım; işte oradaydı… Sadece orada, başka yerde değil…”
Devam edelim…
“Akıl ancak hakikatin gölgesidir.
Ve o gölge, günışığıyla yarışamaz.” (Burada sözedilen Şems’tir)
“İnsanın rûhunu seyretmek (temâşa) için (onunkinden) yükseğe çıkmalısınız."
“Ey gönül!
Bu hilelerle dolu zindanda
Onu-bunu birbirinden ayırt edeceğine
Sana ıstırap veren bu cehalet kuyusundan ayrıl da,
Biraz dışarıda bekle.”
Burada zindan, akıl; ayırt eden, ego; cehalet kuyusu ise zihindir. Erdeme ve bilgeliğe ancak bunlardan kurtulmakla erişilebilecektir.
Bunlar Tao’nun, Budha’nın ve Zen’in de ortak söylemleridir. Ama kesinlikle şer’î dinselliğin değil. Çünkü onda kayıtsız-şartsız, şeksiz-şüphesiz itaat vardır.