TARİHTE BİLGİ
Tarihte insanın ilk edindiği bilgiler görsel ve deneyimsel türdendir. İnsan bu ilk bilgilerini edinmeye başladığı andan çağımıza gelinceye dek, -hangi alanda olursa olsun- zaman zaman büyük bir yanılgıya kapılmaktan kendini alamamıştır.
İnsanın bu büyük yanılgısı, doğanın nesnel gerçekliğine ilişkin edinmiş olduğu bilgilerin birçoğunu kesin ve değişmez sanması olmuştur.
Bir diğer deyişle insan, zaman zaman kendisinin de doğanın bir öğesi olduğunu unutmuş ya da bunun farkına bile varmamış, kendisini doğanın dışında üstün bir yaratık olarak nitelendirerek gururlanmış, kendi kendisine âdeta bir yetkinlik payesi yakıştırmıştır.
Kendisini olduğundan yüce, bilgisini saltıklığa erişmiş sanan aynı insan, bir başka zaman aşamasında ve başka etki ya da koşullar altında kanılarının ne denli yanlışlıkla dolu olduğunu fark edince, bu kez kendisini olduğundan yetersiz görmeye başlamıştır.
Bu yetersiz görme bir küçüklük kompleksine dönüşünce, hıncını bilgiden almaya kalkışmıştır. Bunun sonucunda da bilgiye “olanaksızlık” damgası vurmaya girişmiştir.
İnsan doğanın nesnel gerçekliğine ilişkin bilgilerin göreli olduğunu hiç bilememiş midir?
Doğada kendisine en yaraşır yerin neresi olduğunu göreli bir ölçekte hiçbir zaman ve hiçbir yerde kavrayamamış mıdır?
Yaşamının hiçbir döneminde aklını kullanarak bilgiyi bilgelikle değerlendirememiş midir?
Bu sorulara olumsuz yanıt verilemez. İnsan, doğanın nesnel gerçekliğine ilişkin bilgileri edinebilmek için büyük çaba harcamıştır. Bilgisini artırmasını engellemek isteyen güçlere karşı ise, daha büyük bir direnme göstermiştir. Bilgiyi saklamak zorunda kaldığı çağlar geçirmiştir.
Çağımızın insanı, geçmişinin deneyimlerinden de yararlanmayı bilmelidir.
Bilimsel bilgiye ilişkin bazı tarihsel örnekleri şöyle bir gözden geçirecek olursak, insanın, doğanın nesnel gerçekliğine ilişkin bilgiyi edinmek yolunda hiç de başarısız olmadığını ve her aşamadaki bilgisinin saltıklığını da içeren bir göreli özelliğinin bulunduğunu açıkça görürüz.
ÖRNEK 1 – Doğanın Yapısındaki “Madde”
İnsan, doğanın yapısındaki “madde”nin nasıl ve nelerden oluştuğunu öğrenmeyi gerekli gördü.
Her algıladığı nesneyi bir diğerinden farklı homojen bir olgu olarak nitelendirdi. Daha sonra ise bunların hepsinin aslında birbirinin aynı olan fakat görünüşte farklı biçimler almış bulunan atımlardan oluştuğunu ortaya koydu.
Bir adım daha ileri giderek, maddenin çeşitliliğini oluşturan atom türlerini dörde çıkardı: Taş, su, hava ve ateş…
Eritilen madenlerin biçim ve niteliklerini çok değiştirdiklerini öğrenince, atom türlerinin sayısının çok daha fazla olduğunun farkına vardı. Yalnız katı cisimlerin değil sıvı ve gaz halindeki maddelerin de ayrı ayrı atomlardan oluşan fiziksel ve kimyasal bileşikler kurduğunu anladı.
Bu bileşikleri hazırlamanın, değiştirmenin ve çözmenin bilgisine ulaştı.
«Sayısı yüzü aşan atom türlerinin her biri doğada maddenin özü olan en küçük yapıdır.» derken, atomun da içine girdi.
Onun birbirinden farklı öğelerinin bulunduğunu öğrendi.
Hele bir de atomu parçalayınca, doğada maddenin dışında fakat madde ile sıkı ilişkileri olan ışınların varlıklarını ve özellikleri saptadı.
Bugün insan bir saniyenin yüz milyonda biri kadar bir süre içinde doğup ölen ve “mezon” adı verilen parçacıklarla ilgileniyor. Bir zamanlar maddenin temel yapısını bulmaya çalışan insan, bugün maddeye karşı olan “antimadde”nin varlığını anlamaya uğraşıyor.
İnsan henüz doğanın yapısındaki maddenin saltık bilgisine erişemedi. Her edindiği bilgi göreliydi ve saltıklığını da içeriyordu; bir sonraki zaman aşamasında saltıklığa daha da yaklaşan bilgileri edinmesi için ışık tuttu. En ilkel bilgisi bile doğaya uyarlanabildi ve doğa ile, onun nesnel gerçekliği ile uyum gösterdi.
ÖRNEK 2 – Evrenin Büyüklüğü
İnsan, kendisinin de içinde yaşadığı evrenin ne kadar büyük olduğunu da öğrenmek istedi.
Önceleri dünyanın bir tepsi gibi düz olduğunu varsayarak, sonuna varanların oradan aşağıya düşeceğini sandı.
Bu varsayım bile insanın evrenin saltık bilgisini içeren bir göreli bilgi edinmiş olduğunu gösterir; çünkü bu ilkel aşamada bile insan, evrenin dünya ile son bulmayıp çok daha büyük olduğunu kavramıştır.
İnsan, evrenin büyüklüğüne ilişkin bilgilerinin ilk aşamalarında, tüm yıldızların sabit bir merkez olan dünyanın çevresinde dönmekte olduğunu sandı. Bu sanıda da evrenin saltık bilgisinin doğrultusunda ve doğanın nesnel gerçekliği ile uyum gösteren bir göreli bilgi yer alıyordu: “Evrendeki cisimle sürekli hareket halindedir.”
Sonraları insan, dünyanın küresel bir biçimi olduğunu, kendi çevresinde döndüğünü, aynı merkez çevresinde dönmekte olan daha birçok gezegenin dünya gibi birer uydu olduklarını öğrendi. Bu sistemin dışındaki yıldızları incelemeye koyulunca, Samanyolu adı verilen ve yaklaşık 100 bin ışık yılı boyunda olan galaksimizde 100 milyar kadar yıldızın yer aldığını, bu galaksi içinde güneşin de olduğu yerde durmayıp hareket ettiğini saptadı. Samanyolu’nun 16 elemanlı bir galaksi grubunun üyelerinden yalnız bir teki olduğunu, bunun ötesinde daha binlerce galaksi grubu bulunduğunu anladı.
İnsanın bu bilgileri ne birer tahmindir ne de imgeleme gücü ile kendi kafasından yarattığı birer masal… İnsan, aklını kullanarak yaptığı gözlem ve değerlendirme aygıtlarıyla evrenin büyüklüğüne ilişkin çok bilgi edinmiştir ama henüz bunun da saltık bilgisine ulaşamamıştır.
İnsan, günümüzde geçmişindeki bilgisiyle oranlandığında çok bilgi edinmiş durumdadır ama belki de bu “çok bilgi” dediğimiz şey evrenin büyüklüğünün saltık bilgisine oranla “pek az bir bilgi”dir.
İnsanın bu konudaki bilgisi de görelidir; göreliliğin de mertebesi yoktur.
Bundan sonra artık sıra konuyu bağlamaya geldi.
Sevgiler.