Geçtiğimiz gün 8 Mart Dünya Kadınlar Günüydü. Ben bu tür günlerin her ne kadar tekil insan için önemli olmadığına inansam da, medya ve politika bu tür günlerde birbiriyle etkileşiyor. En azından yıl içinde işlenmiş kadın cinayetlerini, kadına yönelik şiddeti, kız çocuklarının eğitim durumunu, çalışan kadının haklarını vb. gündeme getiriyor ve politikacılar da bunu gündem yaparak, muhalefet iktidardan hesap soruyor, iktidar da bir şey yapmışsa bu konuda bunları açıklama gereği hissediyor. Yani her ne kadar ben özel gün ve haftalara çok önem vermesem de, bu tür günlerin pratikte böyle bir anlamı oluyor.
Yine internet ortamında dünya kadınlar günü olması sebebiyle, İslam'ın kadınları ne kadar geri planda tuttuğuna yönelik şeyler okudum. İddia şu ki, İslam, kadınların geri planda durmasına yol açmış, onu erkeğin kölesi haline getirmiş, onu toplumdan pasifize etmiş. Eve kapatmış.
Bu eleştirilere hak vereceğim ve hak vermeyeceğim noktalar var. Gerçekten de bugün bizim toplumumuzda ve çoğu doğu toplumunda söz konusu iddialar bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Bunlar inkar edilemez bir realite. Kadın, bizim toplumumuzda, yıllardır geri plandadır, ve aktif olamamaktadır. Neyse ki son 15-20 yılda bu durum iletişimin de gelişmesiyle ortadan kalkmaya başladı. Ama eleştirilere hak verecek kadar eksiklik hala var.
Bu eleştirilere hak veriyorum. Hak vermediğim nokta, bu durumun nedeninin ısrarla İslam'a bağlanmış olması.
İslam'ın kadınlara bir hak verip vermediğini öğrenmek için, İslam öncesi ve sonrasında kadınların durumuna bakmakta fayda var.
İslam’dan önceki kadın haklarına ve farklı coğrafyalara baktığımızda, kadının çoğu yönden “erkek” tarafından kısıtlandığını görürüz. İş, güç bakımından baskın cins olan erkeğin hükümlerine kaldığında, durum işin içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Batı medeniyetini derinden etkilemiş filozofların kadının hakkını hiçe saydığı kendi metinlerinde açık seçik bellidir. Aristoteles’in, kadını gelişimini tamamlayamamış bir insan olarak görmesinin, bu zamanla ne ilgisi var diyecekseniz söyleyeyim, Aristoteles etkisi en iyimser tavırla söylersek 17yy’a kadar uzamıştır. 17.yy’a varana kadar Batıda kadın neredeyse şeytanın bir unsuru olarak görülürken, eş zamanlı olarak İslam’da kadın miras hukuku, çalışma hakkı, mülkiyet edinme hakkı bakımlarından özgürlük içerisindeydiler. İslam öncesi Arap toplumunda da, kadının yeri iyi irdelenmelidir. Kadın bir “mal” olarak görüldüğü için, ölen kardeşin tüm mirası diğer erkek kardeşe veya babaya geçerken, karısı da bir miras malı olarak görülüp, vesayet altına alınıyordu. Dikkat edin, kadına bir miras bırakılmasından bahsetmiyorum, kadının kendisinin de bir miras malı olduğundan bahsediyorum ki, bu adet halen bazı kültürlerce devam ettirilmektedir. Arap toplumunun 7.yy’daki sosyolojik yapısını göz ardı ederek olayları değerlendirdiğimizde İslam’ın bırakın kadını köleleştirmesini, ona o güne kadar hiçbir toplumda görülmemiş haklar verdiğine şahit oluyoruz. Biz bu hakları ve kısıtlamaları, tabii ki kendi görüşümüze göre bugün “özgürlükçü” veya “kısıtlayıcı” olarak değerlendirebiliriz, bu ayrı bir konu. Ancak şu gerçek kabul edilmelidir ki, “kadının hakkı” diye bir kavramın henüz ortalarda olmadığı, ve kadının bir mal olarak değerlendirildiği bir zamanda (artık kız çocuklarının neden boşu boşuna yıllarca beslenilip yetiştirilmesinin yerine direk öldürüldüğünü mantıksal olarak anlayabiliyoruz) kadına mülkiyet hakkı, çalışma hakkı, boşanma hakkı, oy kullanma hakkı, eğitim hakkı, davalarda şahitlik hakkı vb. gibi hakların verilmesi, bir çok bakımdan bir devrimdir. Bu gerçek öyle bariz ve açıktır ki, İslam’ı eleştiren kaynaklar İslam’ın bu hakların “kavramsal varlığına” bakmazlar da (yani her şeyden önce bu hakların “var olması” başlı başına bir devrimdir, unutmayalım ki batının da bu olgunluğa gelebilmesi uzun zaman almıştır), gerçekleşen devrime hiç değinmeden, o hakların bugünkü yasalar çerçevesindeki yerine bakıp “yetersiz ve eşitliksiz” görürler (ki bunlar da tartışılabilir).
Eğer birileri 7.yy arap yarımadasında, ataerkil, savaşçı ve kadınların özgürlüğünü erkekler lehine kısıtlayan bir sistem kurmak isteseydi ve bu amaçta bir erkil düzen oluşturmak isteseydi, bunun daha hızlı ve kısa yolları da vardı; mesela eski düzeni devam ettirip kadına hiçbir hak tanımamak, bu amaçta olan bir sisteme en çok yarar sağlayacak tutum olurdu. Kadını mirastan men eder, mülkiyet hakkı tanımaz, boşanma hakkı vermez, onu eskisi gibi bir mal olarak görüp tamamen erkeğin tahakkümünde bir şekle soksaydık, yani kısaca “eski düzene” bir şey koymayıp kolay yoldan aynen devam etseydik, bu bizim çıkarlarımıza daha çok uyardı. Böylece kadını hor gören, onu erkeğin objesi haline getiren, toplumsal hayattan çeken bir sistem kurabilirdik; çoğu kişinin boyle olmasını arzu ettiği gibi.
Peki böyleyse, neden doğu toplumlarında kadının durumu gelişmedi, kadın hala eve hapsedildi?
Bunun birçok nedeni var.
Birincisi, geleneksel tutuculuk bu duruma yol açmıştır. Tutuculuğa da ayrı bir konu başlığında değinmek lazım aslında. Tutuculuk nedir? Hangi insan tutucu olur? Neden olur? Tutuculuğun altında bir idealizm mi, yoksa hayat yolunda beceriksizlik, talihsizlik ve zayıflık mı vardır? Bunların tutuculukla doğrudan bir bağı var. Ben köktendinciliğin, bir dinin yapısına girmeyecek durum olduğunu düşünüyorum.
İkincisi, dini anlamda tutucu olunmasa bile, tutuculuğa yol açan psikolojik faktörlerin, dindar olmayan birinde de aynı davranışlara yol açtığını bilmemiz lazım. Yani tutuculuk, aslında zayıf ve güvensiz insanın, kendisine bir liman aramasıdır. Kimi bunu dinde bulur, kimi de kendi özel ahlaki prensiplerini kurarak bunu oluşturur. Bizim aydın çevrelerimizde de, kadına yönelik baskı ve şiddet, duygusal şiddet sürmektedir.
Peygamber öldükten sonra, İslam, hızla dejenerasyon ve tahrifata uğramıştır. Özellikle Emevi dönemi hadisçileri, hem sunni, hem de şii mezhepte ortak olarak kadınlara saldırmışlardır. Mezhep ve hanedan savaşları olmuş. Din bölünmüş. Zaten az sonra haçlı seferleri ve son vuruş olarak Moğol istilaları ile bölgede var olan tartışma ortamı da kaybolmuş, ve o bozuk dönemden ne kalmışsa "islam" diye bilinmiş. Eleştiriye kapalı, fakat her sakalı uzunun eklemelerine açık bir sistem olarak da bugünlere gelmiş. Aslında Kuran'da yazmamasına rağmen, zina eden recmedilmiş. Kuran'da yazmamasına rağmen, kadın sosyalliğini kaybetmiş, adeta ibadet için camilere bile alınmamış. Eğitilmemiş, hakkına saygı gösterilmemiş. Asya, Avrupa ve Afrika arasında bir kavşakta yaşayan İslam toplumları, bölgede yaşanan pek çok savaştan kabuğuna çekilmiş. Erkekleri sinikleşmiş, az cesur olanı dağa çıkmış. Korku heryere yayılmış ve sonunda diyalektiğin değil, statizmin belirlediği iki devletle (biri Osmanlı, diğeri Safevi) uzun yıllar rutini sürdürmüş. İslami engizisyon da bu dönemde gelmiş.
Tartışmanın kapandığı her sistemde, tutuculuk gelişir. Bu tutuculuk da haliyle sosyolojik olarak önce ÖZGÜRLÜĞÜ, özgürlüğü etkiledikten sonra da toplumu çürütmeye başlar.
Aslında sadece kadınlar değil, erkekler de etkilenmiştir. Fakat nihayetinde erkek egemen olduğu için, biz daha çok kadının ezilmişliğine şahit oluruz da, erkeği pek karşılaştırma imkanımız olmaz. Hakkını arayamayan, bir şey söylerse işinden olacağını düşünen, korkutulan, aile sorumlulukları üzerine binmiş, en büyük kardeşin aldığı pay kadar pay alamamış erkeklere de sahibiz. Erkek dışarda dolar, çünkü ezilir. O da gelir karısını ezer.
Doğuda daha çok sosyolojik etkenler, tutuculuk, korku, efendi-ağa kültürü vardır. Bu etkenler zaten İslam'ı bozmuştur. Sünnetçilik ve gelenekçilik, cemaatçilik, hocam bilircilik, Arapçacılık bugün kadını evinden dışarı çıkarmamaktadır. Yoksa Hz. Muhammed'in İslam'ında, kadını geri plana itmek gibi bir şey söz konusu değildir.
Saygılar