Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Britanya Mandası  (Okunma sayısı 7163 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 01, 2007, 01:52:01 öö
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

I. Dünya Savaşı dünyanın haritasını değiştirdi. Dört yıl süren bu muazzam mücadele ittifak kuvvetleri (başlıca olarak Fransa, Britanya, Rusya ve A.B.D.9 ve itilaf kuvvetlerini (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu) birbirine düşürdü. Çekişmelerinin sonucu son derece dramatik oldu: • Çarlık Rusyası ortadan kayboldu. Rus Devrimi savaşın ortasında, kısmen de savaş sayesinde başarılı oldu ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği olarak bilinen komünist devletini ortaya çıkardı. • Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Doğu Avrupa üzerindeki hakimiyeti sona erdi. Rusya ile Prusya ile Avusturya-Macaristan arasında paylaşılan ve yüz yıldan uzun bir süredir artık olmayan Polonya yeniden yaratıldı. • Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olan bütün Ortadoğu iki büyük parçaya bölündü. Bir yarısı Fransa’nın (Fransız Mandası), diğer yarısı da İngiltere’nin (Britanya Mandası) kontrolü altındaydı. BALFOUR DEKLARASYONU Fransız Mandası Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzey kısmını içeriyordu. Britanya Mandası ise Osmanlı İmparatorluğu’nun güney ve doğu kısımlarını içeriyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun 400 yıl kadar, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Ortadoğu’yu kontrol ettiğini hatırlamakta yarar vardır. Bu süre zarfında Suriye, Lübnan, Irak, Suudi Arabistan, vb. ülkeler ortada yoktu. Bu alanlarda yaşayanlar, gevşek şekilde organize edilmiş kavimsel cemaatler halinde yaşayan, Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaaları olan Araplardı. Britanya Mandası Şeria Nehri’nin batı kıyısından Akdeniz’e kadar olan kısım ile Şeria Nehri’nin doğu kıyısında Mevera-ı Ürdün olarak bilinen kısmı içeriyordu. Britanyalılar bu devasa alana “Filistin” adını verdi. (38. bölümden hatırlayacağınız gibi, Yisrael toprağı için Filistin adı, Aelia Capitolina diye yeniden adlandırdıkları Yeruşalayim’in yıkılışından sonra Romalılar tarafından icat edilmişti.) Britanyalılar Yisrael toprağını ele geçirdiğinde, Yahudiler için anayurt rüyası tutkulu bir umut olmaktan çıkarak gerçek bir olasılık haline dönüştü. Artık Yisrael toprağında yaşayan 600.000 nüfusa karşı 85.000 ile 100.000 kadar Yahudi vardı. (Bkz. History of the Jews –Yahudilerin Tarihi-, Paul Johnson, sh.430.) Orada yaşayan Arapların çoğu, inşaat ve çiftçilik yapan Yahudilerin yarattığı iş olanaklarının çekiciliği ile son otuz yıl zarfında göç eden kişilerdi. (1882 yılında Yahudiler büyük sayılarda Filistin’e göç etmeye başladığında, orada 250.000’den az Arap yaşıyordu. Bkz From Time Immemorial – Çok Eski Zamandan Beri – Joan Peters, sh.244). Bir Yahudi anayurdu için büyük destek, o zamanlar Dış İşler Sekreteri olan ve 1917 yılında dava için Britanya desteği sözü veren Earl Arthur Balfour’dan (1848-1930) geldi. Önceki bölümden hatırlayabileceğiniz gibi Balfour bir yerde, Chaim Wiezmann’ın Britanyalıların savaş için kitle halinde barut üretmesine olanak tanıyan yapay aseton icadı sayesinde Yahudi davasının dostu olmuştu. Balfour asetonun kendisine Siyonizm’i kabul ettirdiğini söylemişti. Balfour ile Weizmann arasında 1906 yılında geçen büyüleyici bir konuşma vardır. Balfour Yahudilerin Yisrael yerine Uganda’yı seçmeleri için üç yıl kadar önce Britanya’nın yaptığı teklifi göz önüne almaları gerektiğini savunuyordu. Buna tepki olarak Weizmann Balfour’a şöyle dedi: “Londra yerine Paris’i alır mıydınız?” Balfour cevap verdi: “Ama Londra zaten bizim.” (Yahudilerin elde edebileceklerini almaları gerektiğini kastediyordu tabii; dilenciler seçici olamaz.) Weizmann : “Mr. Balfour, Londra daha bir bataklıkken Yahudiler Yeruşalayim’e sahipti.” Balfour durakladı: “Sizin gibi düşünen çok Yahudi var mı?” “Hiçbir zaman görmeyeceğiniz ve kendi adlarına konuşamayan ama geldiğim ülkenin sokaklarını kaplayabileceğim milyonlarca Yahudi’nin fikrini söylediğime inanıyorum.” diye cevap verdi Weizmann. “Öyle ise bir gün bir güç haline geleceksiniz” Belfour’un Yahudi anayurdu için desteği, Lord Rotchschild’e 2 Kasım 1917’de yazılan bir mektup halinde yayımlanan Balfour Deklarasyonu olarak tarihte tanındı. Şöyle diyordu: “Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı içi milli bir anayurdun kurulmasına olumlu bakmaktadır.” Ama konuşmak kolaydır. Böyle bir devletin kurulma gerçekliğine gelince, Britanyalıların, göreceğimiz gibi, göz önüne alacağı birçok başka konu ve çıkar vardı. TUTULMAYAN SÖZLER Bazı Britanyalı siyasi kişiliklerin desteğine karşın Britanya Dışişleri Bakanlığı ve diğerleri genellikle çok daha Arap taraftarıydı ve Britanya hükümeti Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında Arap ülkeleri oluşturmakla meşgul oldu. Çabaları sayesinde 1921’de Irak yaratıldı. Kralı Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal İbn Hüseyin olan bir monarşi idi. Kısa zaman sonra Irak petrolü batıya akmaya başladı. Irak dünyadaki ikinci büyük petrol rezervlerine sahiptir (Suudi Arabistan’dan sonra). Britanyalıların bu ülke ve diğer petrol zengini Arap devleriyle ilişkisinin olmasına çalışması, şaşılacak bir şey değildir. Britanyalılar tarafından yaratılan bir başka ülke Ürdün’dür. 1927 yılında Britanyalılar Mekke Şerifi’nin bir başka oğlu Abdullah İbn Hüseyin’i, Mevera-ı Ürdün ve daha sonra Ürdün olarak adlandırılacak yeni ülkenin emiri olarak seçti. Ürdün Şeria Nehri’nin doğu kıyısı ile sınırlı olup batı kıyısının hiçbir kısmını içermiyordu. Neden Mekke Şerifi’nin oğulları bu ülkelerin hükümdarlığına getirilmişti? Britanyalılar tüm Arap krallıkları ile ittifaklar kurmak istiyordu. Türklere karşı onların yanında çarpışan, Suudi Arabistan yarımadasından İbn Saud’u desteklemişlerdi. İbn Saud Suudi Arabistan’a sahip oldu. Ancak bu olurken, Britanyalılar İslam kutsal şehirlerinden sorumlu olan Mekke Şerifi Hüseyin’e borçlarını ödemek mecburiyetindeydi. (Hüseyin ailesi, İslam’ın kurucusu olan Hazreti Muhammed’in kabilesi Haşimiler’dendir. Haşimiler geleneksel olarak Mekke kutsal şehrinin muhafızlarıydı.) Ona ve oğullarına birtakım topraklar vermek zorundaydılar. Dolayısıyla onlara Irak ve Mavera-ı Ürdün’ü, Şeria Nehri’nin batı kıyısındaki toprağı verdiler. İSRAİL YOK Bütün yaratılan bu ülkelere ve Balfour Deklarasyonu’na karşın, Britanyalılar İsrail adlı bir ülkenin oluşturulmasına fırsat bulamıyordu. Neden? Britanya hükümeti tarafından 1920’ler ve 1930’larda çıkarılan Beyaz Kâğıtlar dizisini inceleyen herkes için aşikar olduğu gibi, Britanyalıların Yahudilere karşı açık bir önyargısı vardı. Bu önyargının nedenleri: • Britanyalılar Filistin’den geri kalan kısımda yaşayan Arap çoğunluk konusu ile ilgilenmek zorundaydı. Araplar tarafından geri çevrilen türlü bölüştürme planları önermişlerdi. (Bu arada tüm Araplar buna karşı değildi; Irak Kralı Faysal, Chaim Weizmann ile bir barış ve işbirliği antlaşması imzalamıştı.) • Britanya hükümetinin ve ordusunun birçok üyesi açıkça Antisemit idi. Araplara karşı romantik/sahiplenici bir tutumları vardı. • Arapların petrolü vardı ve İngiltere’nin petrole ihtiyacı vardı. Son analizde Britanyalıların çıkarlarına en uygun olanı düşünmesi gerekiyordu. Onların gözünde stratejik çıkarlarını kollamak ve on milyonlarca Arap’ı yatıştırmak, birkaç yüz bin Yahudi’yi kurtarmaktan daha önemliydi. Bu, 1920 yılında kendilerine verilen mandanın koşullarına karşı olsa bile... Bu arada Britanyalıların sözlerinden dönmekte olduğunu bilmeyen zavallı Yahudiler ülkeye göç etmeyi sürdürdü. Üçüncü göç veya aliya (1919 ile 1923 arasında) ülkeye 35.000 Yahudi getirdi. Dördüncü aliya (1924 ile 1928 arasında) ülkeye 80.000 Yahudi getirdi. Beşinci aliya (Hitler Almanya’da iktidara çıkarken, 1929 ile 1939 yılları arasında) ülkeye 250.000 Yahudi getirdi. ARAP AYAKLANMALARI Araplar bir Yahudi devleti kurulurken yerlerinde oturmayacaklarını açıkça gösterdi. Ağustos 1929’da camilerdeki vaizlerin kışkırtmasıyla bir dizi ayaklanma gerçekleşti ve birçok Yahudi katledildi. New York Times gazetesi İsrail tarihi dizisinde (Israel: from Ancient Times to the Modern Nation –İsrail: Eski Zamanlardan Modern Ulusa-, sh.38-39) bu dönem hakkında şöyle yazar: “Ağustos 1929 ayaklanmaları Kudüs’te, Yahudilerin üçüncü en kutsal mabedi El Aksa Camii’ni yıkacağı söylentisinin Arap liderler tarafından yayılması üzerine başladı. Çarpışma kısa zamanda bütün Filistin’e yayıldı. En berbat katliamlar, hem Yahudiler, hem de Müslümanlar için kutsal olan Hebron’da gerçekleşti; 67 Ortodoks Yahudi –erkek, kadın ve çocuk- Araplar tarafından öldürüldü, 50 kadarı da yaralandı. Bir muhabir olan Pierre van Paassen, Hebron’da bir Yahudi okulunda, lamba ışığında tanık olduğu dehşeti tarif etti: ‘Katledilen öğrenciler avluda, ölü erkekler sinagogdaydı: boğazlanmış, bedenleri delik deşik.’ Düzen yeniden sağlanıncaya kadar 133 Yahudi öldürülmüş, 399 tanesi yaralanmıştı.” !930’larda özellikle Yaffa’da ve yeniden Hebron’da yeni ayaklanmalar ve katliamlar meydana geldi. Buna karşılık Britanyalılar, Filistin’de, Şeria Nehri’nin her iki yakasında bir Yahudi anayurdu sözü veren Balfour Deklarasyonu’nu nerdeyse tamamıyla ortadan kaldıran Peel Komisyonu’nu topladı. Temmuz 1937’de Peel Komisyonu, tüm Yahudilerin kuzeyde Kineret Gölü’nün (Galile Denizi) batı kıyısına uzanan ve Akdeniz kıyısı boyunca ince bir toprak parçasını içeren minik bir devlete hapsedilmesi gerektiğini belirten bir rapor çıkardı. Araplar, Peel Komisyonu’nun önerisini 1939 yılında kadar süren bir isyanla karşıladı. Arap İsyanı, Britanyalılar tarafından Kudüs müftüsü olarak atanan Hacı Emin Hüseyni tarafından yönetiliyordu. Araplar tarafından öldürülen yüzlerce Yahudi’nin yanı sıra, 3.000 kadar Arap’ın bu isyan sırasında diğer Araplar ve Britanyalılar tarafından öldürüldüğünü belirtmekte yarar vardır. Britanyalılar bugün İsrail’i eleştirmelerine karşın, o zamanlar ayaklanmaları bastırma çabalarında hiç de çekingen davranmıyorlardı. Konut yıkma politikasını getirdiler ve isyancı kasabaları dövmek için toplar kullandılar. İsyan sonunda bastırıldı, müftü önce Beyrut’a sonra Avrupa’ya kaçtı ve orada Adolf Hitler’in müttefiki olarak Balkanlar’daki Yahudileri öldürmek için Bosna S.S.lerini örgütledi. Savaştan sonra yakalandı ama yine kaçtı. Daha sonra Ürdün Kralı Abdullah’ın 1951 yılında katledilmesi dahil, şiddet eylemlerini kışkırttı. En son, Suudi Arabistan’da konuk olarak yaşadığı duyuldu. (FKÖ’nün Kudüs’teki temsilcisi olan ve yakın zamanda kalp krizinden ölen Faysal Hüseyni onun akrabasıydı.) ÖLÜM CEZASI Britanyalılar ne Balfour Deklarasyonu’nda verilen sözü tuttu, ne de Peel Komisyonu raporunda verilen sözü. Peel Komisyonu raporunun bir yönünü uyguladılar: ülkeye Yahudi göçünü, gelecek beş yıl (1939-1943) süresince yılda sadece 12.000 kişi gelecek şekilde kısıtlamak. Britanyalılar böyle yaparak Nazilerin kontrolü altındaki Yahudileri mahkum etti – artık anayurtlarına sığınamayacaklardı. Bunu, Almanların Yahudilere ne yaptığını gayet iyi bildikleri halde yaptılar – Nürnberg Kanunları’ndan ve Kristallnacht’tan sonra. Buna rağmen Britanyalılar milyonlarca Yahudi’nin hayatını kurtarabilecek bir kaçış yolunu kapadı. Yahudiler umutsuzdu, yasadışı yollardan gelmeye çalıştılar. Karşılık olarak Britanyalılar onlara engel olacak bir ablukayı başlattı. Birçok Yahudi ablukayı yarmayı başardı. 115.000 kadar Yahudi’nin geçmeyi başardığı tahmin ediliyor. Ancak 115.000, Holokost’ta ölen ve İsrail toprağına sığınamayan 6 milyon Yahudi ile karşılaştırıldığında çok küçük bir rakamdır. YAHUDİ DİRENİŞİ Bu arada İsrail toprağında ana görüşten olan Siyonist hareketi, David Ben Gurion’un başkanlığındaki Yahudi Ajansı altında birleşti. Britanyalılar tarafından resmi olarak Yahudi gayelerini temsil ettiği kabul edilen Yahudi ajansı, Britanyalılara açık olarak karşı çıkmamaya çalıştı. Yahudi Ajansı’nın Hagana adlı, Yahudi yerleşimlerini Araplardan korumaya çalışan (çünkü Britanyalılar bu konuda hiçbir şey yapmıyordu) askeri bir yeraltı örgütü vardı. Yahudi Ajansı’na bağlı olmayan ve Yahudi Ajansı’nı Britanyalılara karşı fazla yatıştırıcı bulan başka Siyonistler vardı. Onlara göre Britanyalılar Yahudilere verdikleri sözleri art arda bozmuş, açıkça Arapların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla Yahudilerin çok daha proaktif olması gerekiyordu. En saldırgan tutuma sahip olanlardan biri Vladimir Jabotinsky (1880-1940) idi. Jabotinsky Odessa doğumluydu. Ana görüşlü Siyonist hareketten koptu ve 1925 yılında Dünya Siyonist Revizyoncuları Birliği’ni kurdu. Bu örgüt 1936 yılından itibaren Doğu Avrupa Yahudilerinin Filistin’e tahliyesi için ısrar etti. Britanyalılar ricalarına kulak asmış olsaydı, çok sayıda Yahudi Holokost’tan kurtarılabilirdi. Bu arada Jabotinsky, 1937 yılında kurulan Irgun Tzevai Leumi adlı –Irgun olarak bilinir- Yahudi yeraltı hareketinin başı oldu. Daha sonra İsrail’in Başbakanı olacak olan Menahem Begin 1941 yılında Rusya’dan geldi ve Britanyalılara karşı çıkma konusunda radikal bir tutum benimseyen ve Yahudilerin ölümünden sorumlu olan Araplara saldıran Irgun’un liderliğine geçti. Daha da radikal bir grup, Lehi olarak bilinen ve Britanyalılar tarafından kurucusu Avraham Stern’in (1907-1942) adından esinlenerek “Stern Çetesi” diye çağırılan Lochamei Cherut Yisrael idi. İsrail’in gelecekteki Başbakanı Yitshak Shamir, Lehi’nin kilit liderlerinden biriydi. Yahudilerin Britanyalılara karşı sabrı Holokost’un yıkımından sonra tükendi ve bu daha radikal gruplar Britanyalılara karşı şiddetli bir direnişe başladı. Örneğin İrgun o zamanlar Britanya otoritelerinin Filistin’deki merkezi olan Kudüs’teki King David otelinin bir kanadını 1946 yılında havaya uçurdu. İlk uyarıları görünürde alınmış ve kulak arkası edilmişti. Menahem Begin binayı boşaltmayı reddettiği ileri sürülen Britanya yetkilisinin şöyle dediğini söyler: “Yahudilerden emir almayız.” Bunun sonucunda 91 kişi öldü, 45 kişi yaralandı. Bunların arasında 15 Yahudi vardı. Irgun üyelerini astıkları için iki Britanya subayını astılar ve Britanyalıların faal olarak direnen çok sayıda Yahudi’yi tuttuğu Akkâ (Acco) hapishanesinden cüretli bir firar düzenlediler. Yüksek rütbeli bir Britanya subayı Yahudi direniş gruplarının etkilerini şöyle özetledi: “Britanya Ordusu trafik kazalarında, (Yahudi) yeraltı operasyonlarının toplamından daha fazla kayıp verdi. Ama imparatorluğun gurur ve prestijine vurulan darbeler hazmedilemezdi. Akkâ Hapishanesi firarı ve iki çavuşun asılması gururumuza vurulan darbelerdi. Hapishaneden firar Bastil’in düşüşü gibi simgesel bir anlam kazandı.” (To the Promised Land – Vaat Edilen Toprağa – Uri Dan, sh.120). Ne var ki Britanyalılar boyun eğmedi. 



 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
7 Yanıt
4780 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 04, 2014, 09:36:03 öö
Gönderen: ADAM