Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Nurullah Ataç  (Okunma sayısı 5081 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Eylül 16, 2011, 12:02:48 ös
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

“Dil, bir uygarlık olayıdır. Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır.” [1]

Nurullah Ataç, Dil Devrimiyle dilin yenileşeceğine inandığı gibi, dilin bir uygarlık olayı olduğuna da inanır. Bu inancı onu karşıdevrimcilerin hedefi yapar. Dile “müdahale” etmekle suçlananların başında gelir hep. Oysa Ataç, hiçbir dilin kendi kendine gelişemeyeceğine inanmaktadır:

“Dil kendi kendine gelişiyormuş, temizlenecekse temizleniyormuş, bırakmalıymışız kendi haline. Aklı başında bir kişinin söyleyeceği söz mü bu? Bir ulusun okuryazarları, aydınları, bilginleri dille uğraşmazlarsa dil kendi kendine ilerler, gelişir mi? Diyelim ki ben Fransızca bir kelimenin karşılığını arıyorum, Türkçede yok öyle bir kavram, ne yapacağım? O kelimeyi ben kurmaya, uydurmaya çalışmayacak mıyım?”[2]

Konu, gelip “uydurmak” eylemine dayanıyordu. Dil Devrimiyle kazanılan sözcükleri yadsıyanlar, aslında türetme eylemi yapmış “uydurukça” gibi bir sözcük türetmişlerdi. Dil Devriminin karşısavı olarak “yaşayan dil/ yaşayan Türkçe” tamlamalarını öne çıkarmaya başlamışlardı. Ataç bunu da sürekli eleştirmişti:

“Yaşayan dil! Yaşayan dil! Ağızlarında hep bu! Bir bakın o yaşayan dilcilerin yazdıklarına. Birinde gerçekten yaşayan, gerçekten canlı, düşüncenin, duygunun titremesini gösteren bir cümle bulamazsınız.”[3] “Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar. Söyleyim ben size; Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum. Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak.”[4]

Türkçeleştirme eyleminde “aşırılık”a gidildiği savı da devrim karşıtlığına bulunan başka bir kılıftır. Aşırılık, kişiden kişiye değişebilecek bir kavramdır: Sevginin, dürüstlüğün, doğruluğun da ölçüsü olabilir; değerbilmezliğin, yalanın, yanlışın da… Ataç gibi düşünenler, dil sevgisinde aşırılıktan hiç gocunmazlar; dahası Ataç, “Aşırılıktan çekinmek, düşüncelerimizin sonuna dek gitmekten çekinmek demektir. Düşüncelerinin sonuna dek gitmekten çekinen kişi ise, türlü düşünceleri, türlü görüşleri birbirine karıştırıyor, birini öteki ile köreltiyor demektir” diyerek “Aşırıyım ben!”[5] diye çekinmeden haykırır.

Devrimi ve Türkçeyi bu denli korkusuzca savunmasının kökeninde kuşkusuz ölçüsüz bir yurt ve dil sevgisi yatmaktadır. “Hiçbir çıkar düşünmeden, kimseden bir şey beklemeden, inandığı dava uğruna sonuna değin savaşmış, doğru bildiği yolda yılmadan yürümüş bir ülkü adamıdır. Kendisini ülküsüne böylesine veren, bilinçle işe koyulan, her türlü güçlüğe ve anlayışsızlığa göğüs geren”[6] Ataç, iyi yetişmiş bir aydındır, dil sevgisini bilgisiyle beslemiş bir düşünür olduğu kuşkusuzdur.

Nurullah Ataç, 21 Ağustos 1898’de, İstanbul’da doğdu. Hammer tarihini dilimize çeviren Ata Beyin oğludur. Asıl adı Nurullah Ata’dır. Yazılarında kendinden, yaradılışından söz eder; ama soyuna sopuna ilişkin pek bilgi vermez. Karala Defteri’nde ailesinin bir yanının Karadenizli, bir yanının Maraşlı olduğunu yazar. Savaş yıllarında radyoda uzun süre "Evin Saati" adlı programı hazırlayan Dr. Galip Ataç kardeşlerinden biridir. Bir kardeşi de Çanakkale Savaşında şehit olmuştur. Ataç, ilkokulu (iptidai) 1909’da bitirmiş, aynı yıl annesini yitirmiştir. On bir yaşında annesini yitirdiğini de Günce’sinden öğreniriz.  Daha sonra dört yıl Mekteb-i Sultanide (Galatasaray Lisesi) okumuş, okulda Burhan Asaf (Belge) ve Vedat Nedim (Tör) gibi sonradan yazar olacak arkadaşlar edinmiştir.

Birinci Dünya Savaşının başlamasından az önce eğitimini tamamlamak üzere, babasının isteğiyle Cenevre'ye gitmiş, burada kaldığı süre içinde Fransızcasını ilerleten Ataç, bu arada tiyatroya merak sarmış, arkadaşlarının sahnelediği Hamlet'te "balıkçı" rolünü oynamıştır. Tiyatro sevgisi onun yazarlığa tiyatro eleştirisi ile başlamasının başlıca nedenidir.

Ataç, Cenevre'de alışamadığı okulu yarım bırakmış, Mondros Mütarekesi sırasında İstanbul'a dönmüş, bir süre Darülfünunda edebiyat derslerini izlemiş, ardından sınavla Fransızca öğretmeni olmuştur. 1921- 1923 arasında Nişantaşı Lisesi, Vefa Sultanisi, İstanbul Sultanisi ile Üsküdar Lisesinde Fransızca, 1925’te Adana Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 

Ataç, Ticaret Bakanlığına bağlı Ticaret Müdüriyeti Umumiyesi Mütercimliğinde, aynı bakanlığın Mukavelatı Ticariye Tetkik Dairesi Heyet-i Tahririye Müdürlüğünde (1926) bulunmuş, sonra yeniden Milli Eğitim Bakanlığı'na geçmiştir. İlkin Talim ve Terbiye Dairesinde çevirmenlik yapmış, ilk Tedrisat Dairesi Şube Müdürlüğünde çalıştıktan sonra (Ekim 1926 - Eylül 1927) yeniden öğretmenliğe dönmüştür. Onun daha sonra Ankara, İstanbul liselerinde Türkçe, edebiyat, sanat tarihi ve Fransızca öğretmeni olarak görev yaptığını biliyoruz. İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu ile Gazi Eğitim Enstitüsünde Fransızca okutmanı olarak çalıştıktan sonra 1940’ta bu görevinden ayrılmıştır. Bir süre Basın Yayın Umum Müdürlüğünde Yayın Şefliği yapan Ataç, daha sonra Cumhurbaşkanlığı çevirmenliğine getirilmiş, bu görevden 1952’de emekli olmuştur. Bu tarihten sonra yalnızca yazmış ve TDK’deki işlerini yürütmüştür.

TDK’ye 1949’da üye olan, Yönetim Kuruluna 1951’de giren ve bu tarihten sonra ölümüne dek Yayın Kolu Başkanlığını ve Türk Dili dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenen Ataç’ın, bu dergiye yazdığı “Dergiler Arasında” başlıklı yazılarının dışında gazete ve dergilerde onlarca yazısı bulunmaktadır.

Yazı ve yapıtlarının bir kısmında takmaad kullanmıştır. MEB, Dünya Edebiyatından Tercümeler Serisinde Sabiha Yağızlar, Tan gazetesindeki yazılarında Ahfeş, Ulus gazetesindeki yazılarında da Süha Kavafoğlu.

Şeker hastası olan Ataç'a doktorlar sigarayı yasakladılar. Ataç’ın sigara tutkusu bilinmektedir. Çok sevdiği eşi Leman Hanımı 1955'te yitirdi. Bu ölüm Ataç'ı derinden sarmış, bozulan sağlığı gittikçe kötüleşmiştir. 1957 yılının 17 Mayıs günün Numune Hastanesinde 59 yaşında ölmüştür.

Tek çocuğu olan Meral Ataç, çalışma yaşamının çoğunu Türk Dil Kurumu’nun Derleme ve Tanıtma Kolunda geçirmiştir. Ataç’ın biri kız, öteki erkek iki torunu vardır. Kızı Meral Ataç, babasını anlatan kitaplar yazmaktadır.

Dil Devrimine inanan, Türkçeye emeği dağlar kadar olan Nurullah Ataç’ı saygıyla anıyor, genç kuşaklara bir an önce Ataç’ı okumalarını salık veriyoruz. Ataç’ı anlamak, bugün yalnız dil sorunlarının değil, başka sorunların çözümüne düşünce üretmekte de yol gösterici olacaktır.



O, Ödünsüz Bir Dilseverdi

Dilseverliğini kendisi şöyle anlatıyor:

“Dil işine sonradan giriştim. Daha önce başlasaydım, Dil Devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim ne iyi olurdu! Erken olsun geç olsun, giriştim dil işine. Gençler arasında bana uyanlar çok oldu. Yaşlılardan da var. Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem bir çıkar kaygısıyla değildir de onun için. Alıklar, benim şu buyurdu, bu buyurdu diye, şuna buna yaranmak için öz Türkçeye özendiğimi sanırlar. Oysaki ben, öz Türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum.”[7]

Dil Devriminin başlamasının, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunun 20. yılında yazdığı yazısında ise devrime ve Türkçeye inancını yansıtan yapıtlarından yalnızca biridir:[8]

YİRMİNCİ YIL

Yirmi yıl geçmiş birinci Dil Kurultayından beri. Yirmi birinci bayramı kutladık. Neler olmadı bu yirmi yıl içinde! Devrime karşı koymak isteyenler, “Dilimizi bozuyorsunuz, yoksullaştırıyorsunuz!” diye bağıranlar, Arapça, Farsça sözlere sımsıkı sarılanlar günden güne yenildi. Bilmiyorlar, kavramıyorlar yenildiklerini. Kendilerine sorarsanız, yenmiş, kazanmış olduklarını, devrimi durdurduklarını söylerler belki. Bir de yazılarını okuyun onların, çektikleri söylevleri dinleyin, bundan yirmi yıl önce yazdıkları, söyledikleriyle karşılaştırın. Görürsünüz dillerinin ne denli değiştiğini. Biri olsun “lisan” diyebiliyor mu artık? Demeye özeniyorlar, gene de unutuyorlar kendilerini, “dil” deyiveriyorlar. Artık “dil” diye düşünüyorlar da onun için. Oysaki: “Dil başka, lisan başka!” diye neler, neler uydurmamışlardı. “Birbirinin yerini tutamaz!” diye yukarıdan atıp gürültü etmişlerdi. “Önem” ile daha birtakım yeni Türkçe sözlerle eğlenmişler, alay etmişlerdi. Şimdi hepsini kullanıyorlar onların, alışıyorlar hepsine, alıştılar, yeni olduklarını unuttular. İşte budur yenilmek. İlk çıktığı günlerde istemedikleri sözleri şimdi kendileri yazıyorlar.

Bunu söylerken inan olsun, onları kınamak istemiyorum. Dilediğim, olanı görüp göstermek, başka değil. Yenilmemek ellerinde miydi? Dil devrimini, dil değişmesini onlar da bizim gibi istemiyorlar mıydı? Şöyle bir düşünsünler, eski dilin, büğün (bugün) Osmanlıca dediğimiz dilin, şu Osmanlı Türkçesinin kalması, sürmesi olabilir miydi? Onun eksiklerini, yetersizliklerini, elverişsizliklerini kendileri de görmüyorlar mıydı? Ondan kendileri de sıkılmıyorlar mıydı? Kullanabiliyorlar mıydı o dili? Eski ozanlarımızın yırlarını (şiirlerini), daha otuz kırk yıl önceki yazarlarımızın betiklerini açınca, “Böyle dil olmaz, çoğunluk, kamu anlayamaz bunu, biz böyle yazmayız artık” demiyorlar mıydı? Bizim gibi onların da istemedikleri, beğenmedikleri, günün isterlerine uygun bulmadıkları bir dil yaşayabilir miydi? Yalnız bize yüklemesinler suçu; o eski dili, büğün özlemini çektikleri Arapçalı Farsçalı Türkçeyi yalnız biz öldürmedik, yalnız biz gömmedik, o dil öldürüldüyse, gömüldüyse bu işi birlikte yaptık. Onun öldürülmesi, gömülmesi bir suçsa bu suça bizim gibi onların da eli bulaştı. Şunu da söyleyeyim: Biz bunu bir suç saymıyoruz. Yaşayamazdı o dil. Yargıyı giymişti. Batıdan aldığı düşünceleri, batıdan öğrendiklerini söylemek isteyen Türk aydınına yetmiyordu, yaşamasını bitirmişti, yerini yeni dile, günün isterlerine daha uygun bir Türkçeye bırakmak gücümünde idi.

Eski dil öldü, kalktı artık. Dilediklerince gürültü etsinler, diriltemezler onu. Halit Fahri Ozansoy aruz ölçüsüne “Şahane geldiğin gibi şahane git gene” demişti. Osmanlıcaya da söyleyebiliriz bunu: Görkemle geldi, görkemle gitsin. O öldü, yerini tutacak yeni dil kuruldu mu? Bir dilin kurulmasını kolay bir iş mi sanıyorsunuz siz?  Yirmi yılda, elli yılda kurulabilir mi o? Bize, “Sizin yazdığınız dil eski dilimiz gibi güzel değil, onun gibi uyumlu değil, ondan çok yoksul” diyorlar.  Doğru da bu dedikleri. Yalnız bunu söylerken şunu unutuyorlar, onların savundukları dil, yüzyıllar boyunca işlenmiştir, birçok ozanlar, yazarlar gelip onu donatmıştırlar, bezemişler. Fuzuli’nin dediğini bir düşünsünler: “Şol sebepten Farisî lâfziyle çoktur Nazm kim/ Nazm-i nâzük Türk lafziyle iğen düşvâr olur/ Bende Tevfîk olsa ol düşvârı âsân eylerim/ Nevbahâr olgaç dikenden berk-i gül izhâr olur.” Fuzuli beklediği yardımı görmüş, ondan sonra gelen ozanlar da Türkçeyi güzelleştirmeye çalışmışlar. Güzelliklerini, üstünlüklerini söyleye söyleye bitiremedikleri Osmanlıca ile işte böyle uzun emeklerle kurulmuş. Bizim daha yirmi yaşındaki, otuz yaşındaki dilimiz onunla karşılaştırılır mı? Onun güzelliğini, inceliğini yadsımaya kalkmıyoruz, ancak şunu söylüyoruz; yetmiyor o dil bize, büğünkü düşüncelerimizi bildirmeye elverişli değil. Doğu düşünüşüne, doğu görüşüne, doğu uygarlığına göre kurulmuş, büğün işimize yaramıyor. Bunu yanıtlamıyorlar. Biliyor dediğimizin doğru olduğunu, kendileri de bizim gibi düşünüyorlar da onun için yanıtlamıyorlar, bizi başka bir yönden vurmaya kalkıyorlar. Attıkları taşlar, kurşunlar değmiyor bize, değemez, bizim dediğimizle bir ilişiği yok da onun için. Evet, güzeldir onların savundukları dil, bizim büğün yazdığımız dilden çok daha işlenmiştir, ne yapalım, yetmiyor bize, onlara da yetmediği gibi.

Bizim öne sürdüğümüz düşünceleri çürütemiyorlar, yanıtlayamıyorlar. Gene de susturmak, ezmek istiyorlar bizi. Bize türlü suçlar, küçüklükler yüklemeye kalkıyorlar. Yok, biz çıkarımızı arıyormuşuz, biz şuna buna yaranmak istiyormuşuz, daha böyle saçma sapan sözler. Bir düşünceyi yıkamıyor muyuz, onu savunanı devirmeye bakın… Savunanı devirdiniz, gene düşünceyi yıkamazsınız ki! Dimdik durur ortada, devrilenin yerine bir başkası gelir, savunur onu. Diyelim ki biz çıkarımızı arıyoruz, şuna buna yaranmaya çalışıyoruz. Bir çıkar uğruna savunulan bir düşüncenin, bir kimseye yaranmak için savunulan bir düşüncenin tellim (daima) yanlış olması mı gerekir? Diyelim ki siz iki kez ikinin dört ettiğini korkunuzdan söylüyorsunuz, ne çıkar bundan? Siz korkunuzdan iki kez iki dört etti dediniz diye iki kez iki dört etmeyecek mi?

Bir de şunu soralım: Kime yaranmak istemişiz biz? Atatürk’ün sağlığında Atatürk’e yaranmak istedik. Peki, öldü Atatürk, bir beklediğimiz kalmadı ondan. Biz ne diye direndik dil işinde? Doğrusu Atatürk’ten önce Dil Devriminin gerekliliğini hepimiz kavramamıştık. Kendim için söyleyeyim: Ben de önce Dil Devrimine dayatmaya kalkmıştım: “Olmaz bu iş, alıştığımız sözleri bırakamayız, bırakırsak dilimizi yoksullaştırırız” diyordum. Sonra anladım yanlış düşündüğümü. Dil Devrimi üzerine söylenenleri dinledim de öyle anladım. Bir kimseye yaranmak mıdır bu? Ben öz Türkçe yazmaya başladığımda Atatürk öleli yıllar olmuştu, öz Türkçe yazmanın bana bir çıkar sağladığı da yoktu. Neden günden güne saplandım öz Türkçeye? Bana “Öz Türkçe yazma” diyen oldu, “Öz Türkçe yaz” diyen olmadı. Niçin direndim ben? İnandım öz Türkçeye de onun için direndim, eski dilin yetersizliğini, kullanışsızlığını, büğünün isterlerine uymadığını, elverişsizliğini günden güne gördüm, anlarım da onun için direndim. Siz buna inanmıyorsunuz; bir kişi ne yaparsa yapsın, bir çıkar arkasından koşuyordur diyorsunuz. Yoksa gördüğünüz, duyduğunuz bütün kişilerin kendiniz gibi olduklarını mı sanıyorsunuz? Siz yalnız çıkarınızı arıyorsunuz, bir kimseye yaranmak istiyorsunuz da onun için mi bizim de ancak çıkarımızı aradığımızı, bir kimseye yaranmaya çalıştığımızı söylüyorsunuz? Kendiniz için konuşun. Bakın, ben size büğünün kişilerine yaranmak için böyle konuşuyorsunuz demiyorum, işin içine kişiliğinizi karıştırmadan dediklerinizi yanıtlamaya bakıyorum. Söyleyen değil, söylenen söz beni ilgilendiriyor. Sizin ereğiniz ne olursa olsun, karışmam ben ona.

Kendim için söyledim bunları. Ancak biliyorum ki büğün Dil Devrimini savunanların, dilin değişmesi gerektiğini söyleyenlerin çoğu benim gibi, hepsi benim gibi. Bir çıkar arkasından koşmuyorlar. İnançlarını yaymaya çalışıyorlar. Çıkar arkasından koşsalardı çoktan bırakırlardı bu işi. Vardı aramızda sizin dediğiniz gibi kişiler, Dil Devrimini savunurken bizden çok coşuyorlardı, odlu sözler söylüyorlardı. Şimdi onlar sizin içinizde. Size yaranmaya çalışıyorlar. Biz de onlar gibi olsaydık, ayrılmazdık arkalarından, sizin yana gelirdik.

 
ALINTI
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


Eylül 16, 2011, 02:19:49 ös
Yanıtla #1
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

DİLİMİZ ÜZERİNE

Dilimiz, konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille, dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme, bir bakıyorsunuz hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor.

Türkçe'de, yazı dilimizden Arap dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız, en ünlü yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! "Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz... Dilimiz çirkinleşir..." dediler:

Genç Kalemciler'e ters baktılar, saldırdılar. Genç Kalemciler'e yenildi, bozuldu, ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi!

O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş. Doğrusu, biz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar.

Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de, o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha doğrusu isteyerek, ötedenberi istediklerini sanarak kullanacaklar.

Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle, buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir.

Nurullah Ataç


ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


Eylül 16, 2011, 02:27:15 ös
Yanıtla #2
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay


Nurullah Ataç bugün yaşasaydı

Nurullah Atâ, “Bugün Fransa’da temâşâ edebiyatının ne kadar âdi olduğunu izaha hacet yok...” dedikten sonra ilâve eder:
“’Zina tiyatrosu’tesmiye edilen tarz bütün tiyatrolarda hükümran.”
Yıl 1921’dir.
Nurullah Atâ, bildiğimiz Nurullah Ataç (1898-1957)’tır.
Dili de ağdalıdır. Zamanının Türkçesine göre çok daha fazla Arapça, Farsça terkiplere yer vermiştir. Dergâh yazarları içinde en ağdalı dil kullananlardan biridir Nurullah Atâ (Ataç).
Nurullah Ataç sonra öyle bir dönecek ki, “uydurukça” nın ağababası olacak, ne kadar Arapçadan, Farsçadan girmiş kelime varsa silip atmak isteyecek, yerlerine uysa da uymasa da uydurduğu pek çok kelime ikame edecektir. Türkçeden atılınca “Türkçe” kalmayacak kelimeleri atmaktaki maksadı “İslâmiyet” le olan bağı zayıflatmak ve hatta kesmektir.
Mustafa Kemal, bir ara “arı Türkçe”yi denemiş ama, pragmatik zekâsıyla ortada “Türkçe” kalmadığını görünce hemen vazgeçmiştir. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, Türkçede ayıklamalar hızla devam etmiştir. Nurullah Ataç, yazar olarak bunda öncü olduğu gibi Türk Dil Kurumunda fiilen de çalışmıştır.
Mektep arkadaşım Nurettin Satkın, Ataç’ı ve felsefesini inceleyerek bir yüksek lisans ortaya koymuştur. Önemli tespitlerini bana da göndermiş, ama ele alma fırsatım olmamıştı. Diyebilirim ki, Cumhuriyetin materyalist bir yüzü Nurullah Ataç’ın felsefesidir.
Bu felsefe benim kabullenmediğim, Türkiye’de fikrî sancıların kaynağı gördüğüm felsefedir. Bu felsefeye şimdi girmeyeceğim; ileride kitapta ayrıntılı vereceğim.

 ***
 
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Nurullah Ataç için kitap çıkarıyormuş, birçok yazar ve araştırıcıdan yazı almış.
Bu kitapta Nurullah Ataç’ı “her yönüyle” görebilecek miyiz? Sanmıyorum. Nurullah Ataç’ı yazabilmek mantık ve yürek ister. İdeolojik körlük mantığı ve cesareti yok eder. O bir gaye için mücadele etmişti. (Kızı Meral Tolluoğlu’nun “Babam Nurullah Ataç” kitabında onun mücadelesinin ipuçları verilmiştir.) Kuru övgüleri Nurullah Ataç da istemezdi; felsefesinin üstü örtülmesi onu muhakkak üzerdi. Bakanlığın kitabı çıksın, göreceğiz.

 ***
 
Asıl vermek istediğim Nurullah Ataç’ın “Nurullah Atâ” imzasıyla yazdığı yazıda temas ettiği “zina tiyatrosu” dur. O dönemlerde sinema başlangıçtır, televizyon zaten yoktur, seyirlik alan “tiyatro” dur, bütün yazılanlar da tiyatro üzerinedir.
Ataç’ın “âdi” bulduğu oyunlardaki “zevç-zevce-dost” üçgenidir. Erkek, karısı ve birinin veya her ikisinin sevgilileri arasında yaşanan olaylar.
“Zevç-zevce-dost” üçgeninde yazılan oyunlar “zina tiyatrosu” diye adlandırılıyormuş. (Yoksa Nurullah Ataç kendisi mi bu ismi verdi?!)

 ***
 
Ataç bugün yaşasaydı herhâlde “zina tiyatrosu” tabirini daha hafif bulur, yeni bir isim arayışına girerdi.
20. yüzyılın başlarında karı-koca ve ikisinin sevgilileri bile rahatsız edici iken, bugün, üçlü-dörtlü ilişkilerden beşli-altılı ilişkilere geçilmiş, partnerler daha yakından aranmaya başlanmıştır.
Mesele iki kızkardeşin bir adama sevdalanmalarını bırakın ilişkiye geçmeleri, anne-kızın aynı adamla biri sabah, diğeri akşam yatağa girmesi... Hangisini sayayım neler var neler... Karı-koca-sevgili üçgeni zamanımızın oyunlarında çok masum ilişki!

 ***
 
Senaristlerimiz çok üretken maşallah... Konu bulmakta hiç zorluk çekmiyorlar. Birbirinden kopyaladıkları konuları takdim tehir ederek seyirciye yutturuyorlar!
Öyle bir kopyalama ki, isimleri bile aynı... Bir bakıyorsunuz “Toprak” ismi furyası var, bir bakıyorsunuz “Yaman” ismi her dizide... “Eylül” vazgeçilmez bir isim!
Dizilerde holdinglerden geçilmiyor. Hemen her dizide bir holding binasını görürüz.
Bir diziyi seyret diğer diziyi anlarsın.
Biz şimdi “kimin eli kimin cebinde” belli olmayan bu dizilere bir “edebî” ad bulalım!


Ataç hakkındaki bu seriyi yazma gerekçem okuduğum bir kitaptı.Kitapta ataçın türkçeyi bir dil olarak kabul etmediği türkiyede latince alfabe ile konuşulup yazılması gerektiğini söyleniyor.

Dil konusuda önemli olduğu için görüşlerinizi bekliyorum
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo