Bir Kardesimin cikardigi ozettir.
MEVLANA FELSEFESİ
Hanri BENAZUS
ÖNSÖZ“Çok insan gördüm, üzerinde elbisesi yok; çok elbise gördüm, içinde insan yok.”Mevlana
Mevlana’nın verdiği en önemli mesaj, dünya hayatının geçiciliği ve dünyasal, maddesel olan her şeyin insani ilişkilerin en bölücüsü, en yıkıcısı ve hatta en parçalayıcısı olduğudur.
Mevlana, dindar olmağa, şu veya bu Peygambere inanmaya değil, insan olmaya, insan gibi yaşamaya, insanca hareket etmeğe, her durumda insanları sevmeye çağırır bizleri...
Nedir Mevlana’yı bugünlere dek getiren, nedir tüm dünyanın bu 700 kusur yıllar ötesinden, sanki bugünü yaşarmış gibi, bir şairde, bir düşünürde, bir gönül adamında kendini buluşu? Dindarlığı mı? Evet, Mevlana Müslüman’dır. Fakat hiçbir zaman bir din adamı değildir ve olmamıştır. Tam aksine tüm dinlerin ötesinde, Camilerin, Kiliselerin, Havraların, Tapınakların ve tüm ibadethanelerin dışında, softaların, yobazların, din tacirlerinin karşısında olmuştur.
Yaşamı ve evreni devamlı bir gelişim, değişim ve yenileşim içinde gören ve hep; “Şu hem var, hem de yok olan dünyadan, azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar” diyen Mevlana, “Can tenceresinden kanlı köpükler saçmak, iki cihanın sözünü bir ağızdan, bir hamlede söylemek istiyorum” derken, aslında hep bu değişimi, gelişimi ve yenileşimi vurgulamaktadır.
Mevlana, ileri bir görüşle, insancıl bir duyuşla geleceği sezinler, hatta görür ve eserlerinde bizlere yansıtır. Bu bakımdan dünya çapında, gelip, geçmiş en büyük düşünür ve şairdir.
Hanri Benazus
GİRİŞBATI DÜNYASI VE MEVLANA“Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, Ama diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşırım.”
Mevlana için, insan ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, ister dinsiz, ister erkek, ister kadın, ister siyah, ister beyaz, ister sarı ırktan olsun, eğer ortak payda “İnsan” ise, herkes O’nun gözünde hep aynı bedenin damarlarıdır.
Kesin olarak söyleyebiliriz ki esas itici güç, her insanın doğasında bulunan kendini bilme arzusudur. Çünkü insanlar hep “Ben kimim?” sorusuna cevap aramakla meşguldür. Bu bakımdan bu arayış pek yeni bir şey de değildir.
Şüphesiz Batılı insanlar, manevi ve sevgi dolu bu kavramı Hıristiyan dininden de biliyor. Tek bir farkla ki, Hıristiyanlığın tanımına göre, bu sevgi dolu Tanrı’ya ancak Kiliselerinin dogma ve uygulamaları ile ulaşılabilir.
İşte bu noktadan itibaren doğruyu arayan Batılı insan Kiliselerin kimi zaman bağnazca uygulamalarından sıkılıp, kendi başına yeni yol üzerindeki hareketine devam ediyor. Mevlana, sevgi dolu Allah’tan öyle bireysel ve rahatlatıcı bir şekilde bahsediyor ki, insan bunu kolaylıkla kabul edebiliyor.
Mevlana’nın, Türkiye’nin yıllardan beri coğrafi ve kültürel açılardan benimsediği siyasi konumla aynı konumda olması enteresandır: “Doğu ve Batı arasındaki köprü.”
Mevlana ve Mevlevilik çoğu modern Türk insanının zannettiği gibi folklorik bir öğe değildir.
Yaklaşık sekiz asır önce “Gel! Ne olursan ol, yine gel” diyerek dünyaya sevgiyle seslenen Mevlana felsefesinin yansımaları bugün sinemadan, müzikten, sosyetenin yaşamına kadar birçok alanda görülmektedir...
Hangi din ve ırktan olursa olsun kendisiyle tanışan herkese bir yol gösterici olan Mevlana, Doğu ile Batı arasında da bir köprü niteliğini taşıyor. Mevlevilik bugün birçok ülkede çok sayıda gönüldaşa sahip. Türkiye’nin en büyük hoşgörü simgesi o. Mevlana’nın eseri olan Mesnevi dünyanın bütün dillerine çevrilmekte..
Zaten Konya’ya ister bir turistik seyahatle, ister özellikle Şeb-i Arus etkinliklerine gidenlerin birleştikleri tek nokta, “Mevlana bana gerçek kimliğimi, özümü gösterdi. Geri kalan her şeyin ancak bir görüntüden ibaret olduğunu anlamama yardımcı oldu.
Benim ne cinsiyetimle, ne ırkımla, ne de dinimle ilgili bir ayırıma tabi tutmadı.” şeklindeki görüşler olmaktadır ki, bu da tek başına Mevlana’nın evrene nasıl bir ışık yaydığının en güzel örneğidir.
MEVLANA’YI YÜCELTEN YAŞAMA BAKIŞ AÇISIMevlana Felsefesinde tasavvufun izlerine ve hatta esaslarına rastlamak her zaman mümkündür.
Yaradan’ın görüntü vermesi, ortaya çıkması çoğu insanın anladığımız manada bir kalıp içinde boy göstermesi değildir. Nasıl ki güneşin ısıtmak ve aydınlatmak, suyun yaşatmak, ıslatmak ve hatta boğmak, sahip oldukları özellikler ise, Yaradan da bu ve buna benzer tüm vasıfların varoluşa yansımasıdır.
Yine Mevlana Felsefesine göre:
“Yaradan bir deniz, varlıklar da onun dalgalarıdır.”
“Allah, göklerin, yıldızların, insanlarla şeytanların, cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır.”
“Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı O’dur. Ülkesinin sınırı yoktur, kendisinin benzeri bulunamaz.”
Mevlana’ya göre felsefe, yalnız akla dayandığı sürece hem sakat ve hem de eksiklikler doludur. Çünkü akıl, çevreyle insanın, beş duyusu ile sarmalanmış ve şartlanmıştır. Yine Mevlana’ya göre yalnız geleneklere dayanan ahlak, kusursuz demek değildir. Hele hele düşüncesini özgürce kullanan insanlar, eleştiriye her zaman açık olmak durumundadır.
Tasavvufa genel bakışına göre insan, varlığın hem gayesi, hem de sonudur. Mutlak varlıktan güç alemine, oradan doğa alemine ve ardından da maddeye geçiş yapmıştır.
Mevlana Felsefesi, hiçbir zaman tek başına sözle, akıl ile, bilimle anlaşılamaz. Mevlana aynı zamanda sadece bir düşünür, bir şair, bir tasavvuf ehli de değildir. Doğaldır ki bunların her biri onun birer sıfatıdır.
Mevlana, bir düşünce ve ahlak sistemidir, bir hayat düzenidir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, algılaması, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğreten dünün, bugünün ve yarının büyük bir onur anıtıdır.
Mevlana, herhangi bir düşüncesini, bir duygusunu, bir anlayışını anlatırken mantıksal tahlillere, bilinen felsefi kalıplara, tasavvufun katı kurallarına başvurmaz. Tasavvuf terimlerini çok az kullanır.
Mevlana’ya göre irşat, yani aydınlatma yolu ile doğru yolu gösterme çabası yalnız, olgunlaşmış, tekamül etmiş insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili mesnevinin birinci cildindeki sözleri önemlidir.
Mevlana’nın tasavvufunda gaye, kulluk ve yokluktur. Yine Mevlana’nın tasavvufunda yaratılışın, hayatın manası aşktır. Aşk ise kimseye niyazı, ihtiyacı olmayan Allah’ın en belirgin vasıflarındandır.
Mevlana’ya göre, insan kendi eksik aklıyla ve şahsi görüşleriyle gerçek bilgi sahibi olamaz. Herkesin görüş açısı ve derinliği farklıdır. Mevlana bu konuyu açıklamak için şu hikayeyi anlatır:
“Hindistan’dan bir fil getirip, karanlık bir yere koyarlar. Getirilen bu fili seyretmek isteyen halk oraya gelince, karanlıkta göremez ve ona dokunmaya başlarlar. Filin hortumunu tutan onu bir oluğa, kulağını tutan yelpazeye, ayağını tutan da direğe benzetir. Özetle herkes filin neresine dokunduysa, kendi zannınca bir hüküm verir. Fakat herkesin elinde bir mum olsaydı, halk fili bütün halinde görüp, onun neye benzediği konusunda yanılmayacak, görüş ayrılıkları kalkacak, herkes gerçek bilgi sahibi olacaktı.”
Mevlana bu örnekle düşünürlerin yalnızca kendi dar görüşlerine itibar etmelerini tenkit eder. Herkesin kendine has bir görüşü olduğu ve tek olan gerçeğe farklı yönlerden baktığı için, gerçeği bir bütün halinde göremeyip, yanılmaya mahkum olduklarını belirtir.
Esasen Mevlana’ya göre bilgi gaye değil, ancak kişinin dünyada kendisine ve başkalarına faydalı olabilmesi için bir araçtır. Dolayısıyla yalnızca gözlem ve bireysel tespitlere dayanan bilgi ve bu bilgiyi temel edinen felsefe, aşktan yoksun olduğu için yaratılış sırrından habersizdir.
Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insanın doğasına karşıt yöntemlere başvurulmamalıdır.
Mevlana’ya göre, zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir. Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir.
MEVLANA FELSEFESİNDE AŞKA BAKIŞ VE TANRISAL AŞKTarih içinde, özellikle Anadolu’nun düşün dünyasında aşk, bir yerde Allah’a duyulan aşk, duygularının en güzel örnekliklerini sergiler. Burada aşk’ın en ideal boyutu olarak görülen bu “Tanrısal Aşk”, bir taraftan Dinsel sunumlarla, gerçekçi inançlarla bir taraftan tasavvufun ruhsal öğretileri ile, bir taraftan da insanın içsel zenginliğinin dışa yansımaları ile yerini pekiştirmekten de geri kalmamaktadır.
Mevlana aşka bakış açısını şu sözlerle dile getirir ve der ki:
“Şeytan bile aşık olsa topu çeler;
Bir Cebrail kesilir, şeytanlığı ölür.
Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır.
Ondan başkasına aşık olmak, geçici bir hevestir.
Çünkü dünyasal aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir.”
Mevlana, sahip olduğu aşk potansiyeli, yüklenip geldiği Kutsal görevi gereği bir köşeye çekilip kapanacak, kaderine razı olacak, kendi “Aşk”ı ile yetinecek, kendine yapay cennetler sağlamaya çalışacak bir insan değildir. Mevlana’ya göre ne kesin bir iyilik olmadığı gibi, kesin bir kötülük de yoktur. Her iki görüş de kişiye göre değişir ve değerlendirmeye tutulur. Her şey insandan insana faydalı ya da zararlı, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olarak görülür ve değerlendirilir.
Şöyle der: “Aşka düşmeyen kişi kanatsız kuşa benzer.”
Böyle bir aşk, insanı insan kılan, bireyi her türlü hırstan, hınçtan, kibirden, katılıktan, hoşgörüsüzlükten uzak tutabilecek tek ilaçtır. Egosal dürtülerin yenilgi noktası, bireyin gerçeği ile buluşmasıdır.
Mevlana en güzel anlatımı ile bir “Aşk Piri”dir. Zaten o hep aşk’la bilinir, aşk’la tanınır. Yoksa yalnız akıl ile, yalnız mantık ile değil. Bir yerde aşk’la yanmış, aşk’ta yok olmuştur. Aşk konusunda aklın, düşüncenin ve hatta mantığın çok ötesine geçmiştir. Bu konuda en veciz sözü de şu olmuştur: “Hamdım, piştim, yandım!...”
Hatta bundan daha ileri giderek Mesnevisinde şöyle demiştir:
“Ben yandım, kav isteyen var mı?
Benden alsın da çerçöp nevinden şeylere ateş versin!...”
Her türlü olgunluğa erişi aşk’ta gören Mevlana’nın neredeyse tüm eserleri aşk’a dairdir. Zira aşk hayatın, varoluşun aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi dahi aşk’tır.
Mevlana’ya göre, yalnız akıl ile insan Allah’a ulaşamaz; yarı yolda kalır. Bu görüşünü şöyle anlatır:
“İnsan ile Allah arası bir deniz mesafesi ise;
Akıl bu denizde bir yüzücü, aşk ise bir gemidir.
Yüzmek güzeldir ama uzun bir yolculuk için yeterli değildir.
İnsan yüzerken yorulabilir, boğulabilir.
Ama gemiye binen hedefine ulaşır.”
“Ne kadar bilirsen bil söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” Mevlana
MEVLANA FELSEFESİNDE İNSANIN AYRICALIKLI KONUMU VE TOPLUMYapay olarak oluşmuş, bu yapaylıklarla sarmalanmış kişiliksiz bireylerin tek bir amacı vardır, o da; önlerindeki pastadan kendilerine ve yakın çevrelerine daha fazla pay kapmak için toplumu tam bir uydu haline getirmek.
Bunlar yetmezmiş gibi tüm istekleri, her şeyi, her olayı ve her yaptıklarını onların gözü ile görmemiz, anlar gibi düşünmemiz ve onların bu yaptıklarını alkışlamamız olmaktadır.
İnsanlar adeta “Bildiklerinin esiri, bilmediklerinin efendisi” durumuna düşmektedir. Bu durum ise, insanın bildiklerini yorumlamaktan, yargılamaktan ve kendisini yaşamın ürküntülükleri içine atmaktan başka bir şey üretmez. İşte o zaman, insan ömrünü böyle bir ikilem içinde geçirir. Şöyle ki; hep “Bildiğini mi söyleyecek, yoksa söylediğini mi bilecek?”
Mevlana’ya göre insanların içlerinde kendilerinin dahi farkında olmadıkları öyle bir güç, öyle bir potansiyel, öyle bir enerji vardır ki, o puslarla kaplı ortamın perdesinin bir an evvel açılması gerekmektedir. Der ki:
“İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar.
Perde yandı mı, insan Hızır hikayelerini de tamamen anlar.”
Biz insanların en büyük sıkıntılarından biri de, karşımızdakini kendi istediğimiz şekilde görmeye ve değerlendirmeye çalışmamamızdır.
Doğaldır ki, bu dünya üzerinde yaşayan herkes yaşamları süresince hep birbirlerini etkilerler.
Her olayda, her olanda hepimizin izini görmek mümkündür. Eğer dünyanın herhangi bir köşesinde bir çocuk ölüyorsa, o çocuğun ölümünden hepimiz ayrı ayrı pay sahibi ve sorumluyuz demektir. Eğer dünyanın bir köşesinde bir insan açlıktan ölüyorsa, kötü hayat şartlarından yok oluyorsa, sorumluları da yine hep bizleriz. Bir yerde ölen de, öldüren de, yok olan da, yok edilen de hep biziz. Çünkü her olayın sayısız nedeni ve o olayları oluşturan sayısız etki alanları vardır. Bunların hiçbirini “Kader” deyip, savuşturamayız. Bu dünyada, herkes, her şeyden kısmen de olsa sorumludur.
Unutmamak gerekir ki; her insanın varlığı, yaratılışının ve yaşantısının bir müşterek eseridir.
Ancak; “İyilik aradı mı, insanda kötülük kalmaz.” diyerek, tüm insanları, tüm insanlığı iyilik, güzellik, doğruluk yolunda yürümeye ve böylece sahip olduğu olumsuzluklarını törpülemeye davet eder.
Mevlana’ya göre insan, ne olduğunu bilmek için, öncelikle nereden geldiğini anlamak zorundadır. Yine Mevlana’ya göre böyle bir anlayış Allah’ın bir parçası, “O”nun bir yansıması olduğunun bilincinde olan insanın nasibidir.
“And olsun ki biz insanoğlunu üstün kıldık...” ayetiyle Yüce Allah; insanın diğer bütün varlıklardan üstünlüğünü, şan ve şerefini ilan etmiştir. Mevlana; tüm eserlerinde insanı, bu üstünlüğünü vurgulayarak ele alır. Düşüncesini şöyle özetler: “Alemden maksat insandır”
Diğer bir eserinde ise şunları demektedir:
“İnsanın bir soluğu, bir cana değer;
Ondan düşen bir kıl, bir madene değer.”
Mevlana yaratılanları üçe ayırır ve şöyle sıralar:
1. Birincisi meleklerdir. Bunlar yalnızca akıldır. İbadet ve kulluk onların yaradılışında mevcuttur.
2. İkinci bölüm hayvanlardır. Bunlar da yalnız şehvet vardır, kendilerini kötülüklerden alıkoyan akılları yoktur.
3. Üçüncü grup ise insanlardır.
İnsan akıl ve şehvetin karışımından oluşur. İbadet ve kulluk sorumluluğunu taşır. İnsanın yarısı melek, yarısı hayvan, ya da yarısı balık, yarısı yılandır. Her iki unsur insanı kendi tarafına çekmeğe uğraşır. Balık yönü onu suya, yılan tarafı toprağa sürükler.
Diğer taraftan akıl veya şehvet, hangi unsur galip gelirse, insan o gruba dahil olur. Bu sebepledir ki, Peygamberler bilgi ve akıl sayesinde meleklerden üstün varlıklar olmuştur.
Yine Mevlana’ya göre, insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasıftan kurtulmalıdır. İnsanın yaşamında devamlı birer ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir.
Şöyle der:
“Tavus kuşu gibi azametli,
Kaz gibi hırslı,
Horoz gibi şehvete düşkün olmak ve
Karga gibi olmayacak ümitlere düşüp, Uzun ömre tamah etmek..”
Mevlana’nın deyişiyle “Aklın Çarmıhı” olan bu huylar insanın yükselmesine ve yücelmesine manidir.
Mevlana’ya göre ise, insanın değeri dış kalıbına verdiği değer değil, özünden kaynaklanan ve içinde Allah’ın nurunun yansıdığı özüdür. İçindeki bu cevherin farkında olmayanlar, boşa çaba sarf ederler. Bu konuda şöyle demektedir:
“Kese ve dağarcığın değeri altına bağlıdır.
İçinde altın olmasa beş para etmezler.”
İnsanların pek çoğu da, hiçbir şeyin farkında olmadan ya da böylesi daha kolay diye adeta rüzgarın estiği yöne doğru kendini bırakmış pupa yelken gitmekle meşgul. Mevlana ise bu düşünce tarzına da karşıdır ve aşağıdaki sözleri söyler:
“Hiçbir testici su konmasın diye, testi yapmaz.
Alemi boşa mı yaratıldı sanırsın.”
“Gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde sırları görürsün.”
“İnsan görüntüde dünyanın parçasıdır. Fakat sen sıfat bakımından insanı, cihanın aslı olarak bil.”
MEVLANA FELSEFESİNDE ALLAH’A VE İNANCA BAKIŞ AÇISI“Hangi renk camdan bakarsan güneşi o renkte görürsün. Camı kır ki nur görünsün.”Mevlana
Allah, her kuluna tüm yaşamı boyunca, “Şah Damarından Daha Yakın” bir konumda ve devamlı bir şekilde yardım elini uzatmaktan da asla geri kalmaz.
Eğer biz insanlar, bir şey yapma iddiasında, bir tavır takınma durumunda isek, bir karar verme noktasına geldiysek, bunları bir “Allah Korkusu” ile yapmak değil, bir “Allah Sevgisi”ni rehber edinerek yapmak en doğru seçim olacaktır.
Aslında dinler arasında ana teması itibarı ile pek fazla bir fark yoktur. Her bir din, Allah’ın aynı esastaki emirlerini, yasaklarını, isteklerini, yönlendirmelerini, bilgilendirmelerini, ödüllendirmelerini, cezalandırmalarını, müjdelerini, vaat ve düzenlemelerini kapsayan küçük farklılıklarla insanları günün şartları ve imkanları içinde doğru yola yönlendirmeye çalışan bir bütündür.
Allah her canlıya yaşamını düzenli bir şekilde sürdürebilmesi için gereken her şeyi vermiştir. Örneğin: “Kuşa kanat, kediye pençe, ata güçlü bacaklar, insana akıl, vicdan ve algılama gücü.”
Nedense hepimizde ayrı ayrı bir Allah kavramı oluşmuştur. Çevremizdeki iyi niyetli, fakat eksik ve yanlış düşüncelere sahip insanların kafamıza yerleştirmeğe çalıştıkları Allah olgusu, öfkesi, gazabı bol bir modeldir.
Doğaldır ki, bu katı ve bağnaz yetiştirme tarzının dışında kalan, içi gerçekten büyük bir “Allah Sevgisi” ile dolu (dikkat edin Allah Korkusu ile değil), Allah’ın cezacı değil rahman ve ödüllendirici olduğunu, “O”nu anlamanın, “O”nu duyumsamanın yaşama renk ve huzur vereceği düşüncesi ile yetiştirilen nadir kişileri de göz ardı etmemek gerekir.
Mevlana’ya göre her insan içinde coşan “Allah Aşkı”nın rehberliğinde “Yaradan”ı da, “Yaratılan”ı da bulma şansına sahiptir.
İnsan olmanın bilincinde olmak, sorumluluğunu bilmek ve bu sorumluluk içinde yaşamak, varoluş sebebimizin borcunu ödemek gibi bir şeydir.
İman, göremediklerimize inanmaktır. Bunun ödülü olarak da, inandıklarımızı görmektir. Fakat Mevlana’nın imanı, bundan da yücedir. Bu inanışta tam manası ile bir gerçekçilik ve yol göstericilik yatmaktadır.
Mevlana’ya göre gerçek iman sahibi kişi karşısındaki başka din mensuplarına dahi gıpta ile bakar.
Biz insanlar gerçekten garip yaratıklarız. Herkesin düşüncelerini, yorumlarını bize söylemelerinde bir sakınca görmez ve hatta bunun gerekliliğine inanırız da, aynı zamanda bu düşüncelerinin, yorumlarının bizim düşüncelerimiz ve yorumlarımızla uyumlu olmaları konusunda da ısrarlı oluruz.
Mevlana’ya göre inanç, kendi başına bir bilgilenme ya da bir algılama olayı değildir. Yahut da şuna, buna iman etmek de değildir.
İnanç henüz kanıtlanmamış olan bir şeyin doğruluğuna inanma halidir. Yani bir olasılığın, bir olabilirliğin kabullenilmesi olayıdır. Kısacası İnanç kesin olmayanın kesinliğidir. İnanç gelecek hakkında kehanette bulunmak da değildir. Tam aksine, geleceğe köprü kuran “Bugün” ile ilgili olarak, her türlü aksi düşünceye rağmen “Bugün”ün varoluşunu kabullenmektir.
İnanç bir yerde “Gördüklerimize inanmak ve bunun mükafatı olarak inandığımızı görmektir.” Bunu, tüm insanlara en iyi anlatan Mevlana olmuştur.
İnanç, insanın doğumu ile birlikte aynında getirdiği bir şey değildir. İnanç, mantıkla, mantık ise akılla gelişir.
MEVLANA FELSEFESİNDE AKIL VE ZEKANIN SINIRLARIŞunu peşinen kabul etmek durumundayız ki, toplumun peşin bir yargıyla ortaya attığı bir yığın fikirler, dogmalar toplumsal ahlakın oluşmasında ve yaşam tarzlarının belirlenmesinde çok büyük rol oynarlar.
Bakın Mevlana hep eskilere, törelere, geleneklere bağlı bir yetişme tarzının ardındaki akıl için neler demektedir?
“Aklın deveciye benzer, sense devesin;
Seni emrine bağlar; ister-istemez,
Dilediği yere çeker, götürür.”
Mevlana der ki:
“Cahilin sonradan göreceği şeyi
Akıllı kişiler önceden görür.”
Yaşamımız süresince şunu asla unutmamamız gerekir ki; Akıl ve zeka bir takım kör inançların ya da kalıplaşmış geleneklerin değil, yaşanan deneyimlerin değerlendirmecisidir.
Hiçbir şey, hiçbir önyargı, hiçbir dogma aklın yerine geçemez.
Akıl ve zeka, yaradılışımızın, varoluşumuzun, kendimizi arayış ve buluşumuzun anahtarıdır. Akıl beş duyunun herhangi biri ile değil yalnız algılama ve gönül gözü ile sezinlenebilir. Ancak dikkatli bir gözlem, aklımızın ve hatta zekamızın; hali hazır durumu ile bir alışkanlıklar ve tutkular birikimi olduğunu göstermektedir. Ama alışkanlıklar değiştirilebilir, tutkuların putları kırılabilir. Yani, kısacası; aklımız istediğimiz şekilde düşünce üretebileceğimiz en önemli varoluş aracımızdır.
Mevlana’ya göre, akıl genel olarak ikiye ayrılmaktadır. Birincisi “Bireysel Akıl”, diğeri de “Yaratıcı Gücün Aklı”dır.
“Bireysel akıl”da insan düşüncesi ile güncel ve bireysel sonuçlar üretmekle meşguldür.
“Yaratıcı gücün Aklı” ise yaratıcı kudretin algılanmasına ve onda yansımasını bulmasına yaramaktadır. Bu akıl aynı zamanda her şeyi ortaya koyan, bulan ve meydana getirendir.
Mevlana’ya göre, mademki akıl ve zeka, ölçüsü herkese göre değişen oransal bir kavramdır ve birden çok akıl bir araya gelince üstünlük kazanır. İşte Mevlana’nın aklı ikinci derece açıklayan deyişleri:
“Akıl, başka bir akılla kuvvet bulur.”
“İnsanın aklı, kolu kanadı gibidir.
Aklı olmayan başka bir aklı rehber edinmelidir.”
MEVLANA FELSEFESİNDE“İNSAN YAŞAMINDA BİLGİNİN YERİ VE KONUMU”“Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin.”Mevlana
İster okumak, ister dinlemek ve isterse de öğrenmekle edinilen dışsal bilgiler, içtenlikli görüşler ve sezgilerle birleştirilememişse, kaynaştırılamamışsa, zenginleştirilememişse, güçlendirilmemişse insan tam manası ile “Ham Sofu” olur, çıkar.
İnsan okuyup, öğrenilen bu dışsal bilgiler yanında “Bilmediğini anlamağa, nefsini eğitmeye, gerektiğinde çile çekmeye tahammül” gösterip kendini bulma noktasına gelebilirse, işte o insan, o zaman, gerçeğe varışın, kendini bilmenin ya da en azından bu yolda olduğunun farkındalığını yaşamaya başlar.
“Pişmek, Olgunlaşmak” ya da kendine varış olarak adlandırılan bu çabayı, Mevlana’nın ön gördüğü ve kayda geçirdiği her satırında, her sözünde görmek olasıdır. Şöyle der:
“Soru da bilgiden doğar, cevap da;
Diken de toprakla sudan biter, gül de.
Sapıklık da bilgiden olur, doğru yolu buluş da;
Acı da rutubetten hasıl olur, tatlı da.”
Bilgi, insana her zaman sorumluluk yükler. Eğer herhangi bir konuda bir bilgiye sahipseniz, o konunun sorumluluğunu da taşımak durumunda kalırsınız. Kuşkusuz, o konuda bilgi arttıkça da, sorumluluğu da bir o kadar artacaktır.
Şunu asla unutmamamız gerekir ki; bilgisiz insan tehlikeli olabilir. Ancak, bilgisini kötüye kullanan insan her zaman bir facia yaratmaya yatkındır. Ancak şunu da hatırdan asla çıkarmamak gerekir ki; bir insan ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, yaşam tarzı, insani ilişkileri, toplumdaki yeri sahip olduğu bilgisine yaraşır bir biçimde değilse, tavır ve hareketlerini buna göre ayarlamazsa, sıradan cahil bireyden hiçbir farkı kalmaz.
Bilgisizlik, anlayışsızlık, kabullenicilik karanlıktır, ışıktan yoksunluktur. Onlarla savaşmak, ancak onlara ışık tutmakla mümkün olur. Bu ışık da, sahip olduğumuz bilgi potansiyeli paralelinde olumlu yolda düşünce üretmek, yorumlamak, tartışmak ve ardından eylem koymaktır. Bunun altında da mutlaka aydınlık bir kararlılık bulunmalıdır. Bu çaba insanı huzurlu, yarınlarına güvenli, doyumlu ve başarılı kılar.
Mevlana’ya göre bilgi, faydalı bilgi oldukça değerlidir. Çünkü faydasız bilgi olsa olsa sahibine bir yük olmaktan ileri gidemez. Bu konuda anlattığı bir öykü gerçekten insanı çok düşündürmektedir. Şöyle der:
“Bedevi’nin biri eşeğine vurduğu hurcun bir gözüne kum, diğer gözüne buğday yüklemiştir.
Yolda bir filozofa rastlar. Filozof işi anlayınca “Nasılsın?” der ve “Neden buğdayı iki bölüme ayırıp gözlere koymadın? Hem eşeğin yükü hafiflerdi, hem de çabuk giderdi.”
Bedevi bu akla hayran olur ve şöyle der:
“Sen Padişah mısın? Vezir misin? Yoksa dükkanın, malın, mülkün mü var?”
Filozof cevap verir:
“İşte gördüğün gibi yarı çıplak bir adamım”
Bedevi biraz düşündükten sonra şöyle der:
“Çekil yanımdan. Bırak, ben yine hurcun bir gözüne buğday yükleyeyim, öbür gözüne kum!... Sana bir faydası olmayan aklın, bana hiç faydası olmaz.”
MEVLANA FELSEFESİNDE: “ÖLÜME BAKIŞ AÇISI: DÜĞÜN GECESİ (Şeb-i Arus)”İnsanların en müşterek, en değişmeyen, en eski ve hatta en yeni duygusu, “Ölüm Korkusu”dur. İnsanoğlu, Dinleri, bilimleri, sanatı sanki “Ölüm Korkusu”nu yenmek için yaratmıştır.
Onun şiirlerinde, Mesnevisinde, sohbetlerinde bir coşkunluk içinde “Ölüm,” korkunçluğunu adeta kaybetmiştir. Çünkü Mevlana’ya göre “Ölüm,” bir son, bir ayrılık değil, bir kavuşmadır ve insan “öldüğü” zaman Tanrıdan bir parça, bir yansıma olmağa devam edecektir.
Şunu da unutmamak gerekir ki; “Şuur altındaki ölüm korkusu, cenneti hak etme düşüncesi ile istismar edilirse “Softa”lık başlar.”
Gerçek şudur ki; “Önemli olan “İnsan” olarak doğmak değil, “İnsan” olarak ölmesini bilmektir.”
Mevlana’nın ölüme bakışında, ölümü sıradan bir geçiş süreci, bir kuşun kafesinden kurtulup azat olması gibi bir şey olarak görür. O halde:
“Hepimiz nasıl olsa öleceğiz, bari öleceğimize değecek bir hayat sürelim.”
Unutmamak gerekir ki; “Ölüm zenginini de, fakirini de, güçlüsünü de, güçsüzünü de, akıllısını da, aptalını da aynı kaderin sonsuzluğa doğru yol alan trenine bindirir.”
Mevlana der ki:
“Ölmedikçe can çekişme bitmez.
Merdivenler bitmeden dama çıkılmaz.”
O halde sormak durumundayım ki; “Ölümden ders almak zordur. Çünkü bir defa gelir. Peki, ya yaşamdan...”
Gerçekte ölüm, yaşam için ödünç alınan zamanın tükenmesidir. Aslında, yaşamı tümüyle dolu dolu yaşamak için insanı yönlendiren en büyük etken, ölümden peşinen onurlu bir şekilde haberdar olması ve onu kaçınılmaz bir geçiş noktası olarak görmesidir.
İşin özüne inildiğinde aslında hiçbir şeyin doğmadığını, hiçbir şeyin ölmediğini, hiçbir şeyin devamlılığının dahi olmadığını, her şeyin aslından ebediyen var olduğunu, bizim ölçütlerimize yansıyan görüntüleri ve bizim bakış açımız ile kendimizce bir değerlendirmelere tabi tutmakla, bireysel yansımaları ve yakınmaları ortaya koymaktan başka bir şey yapmadığımızı anlamak durumundayız.
Çünkü her türlü değerlendirme ve yorum insanın sahip olduğu bilincinden kaynaklanır.
İnsan hayatı; doğumla başlayan süreçte, önümüze bir hedef, bir varış noktası olarak konulan “Ölüm”e karşı bir direnme olayıdır. Dikkat edilecek olunursa, bu sebepten dolayıdır ki; hayat bir eylemden çok bir akışa geçiş olayıdır.
Ölen birey, ne gömüldüğü toprakta, ne de toplumda unutulmuyorsa, sürdürdüğü ömrün hesabını hem bu dünyada, hem de öbür dünyada kolaylıkla verebiliyor demektir.
Mevlana’nın onu ziyaretine gelenlere yaptığı bir sesleniş vardır ki, bir nevi yaşam mesajını içermektedir. İşte o seslenişlerden bir demet:
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız? Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.”
Ruhlar arasında kadın-erkek ayırımı yok.
“Kadınlar yüksek mertebeye erme konusunda erkeklerden daha şanslı, zira fiziksel olarak daha zayıf olduklarından Yaratan’a sığınma yönünde daha çok zikir edebiliyorlar.”
“Ruhlar düşünce hızı ile hareket edebildiklerinden, kainatta her an her yerde olabiliyorlar.”
Tasavvuf düşüncesinde ise, ölüm iki türlüdür: İradi ölüm ve zorunlu ölüm. Zorunlu ölüm; insanın bedensel ölümü, yani ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradi ölüm ise; “Ölmeden önce ölünüz” prensibiyle Allah’a erişmek, dünya hazlarından uzaklaşarak benliği öldürüp Allah’ın varlığında yok olmaktır.
Mevlana; doğal ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedi bir hayata ulaşma olarak niteler. O’na göre insan genel anlamda iki unsurdan oluşmuştur. Ruh ve beden. Ruh bağımsızdır. Zamana ve mekana bağlı değildir. Bu itibarla ölümsüzdür.
Ruh bu ayrıcalığını Allah’tan almıştır. Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Allah ile insan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olmaz, var ise yok olmaz; ancak bir halden diğer bir hale geçer. Dolayısı ile ölünce beden kafesinden çıkan ruh, aslına döner. Mevlana’nın bu konuda düşüncelerinin eserlerindeki yansımaları şöyledir:
“Ölürsem ben, öldü demeyin.
Çünkü ölüydüm, dirildim;
Dost aldı, götürdü beni.”
Bu düşünceleri sebebiyle Mevlana, kendisinin bu alemden bu dünyadan ayrıldığı geceye de “Şeb-i Arus” (düğün gecesi) denilmiştir.
MEVLANA FELSEFESİNDE “İNSAN YAŞAMINDA KUŞKU, KORKU ve ÜMİT”Biz insanlar, bir başkasının kusurlarını aramakta, bulmakta çok ustayızdır. Ancak gerçek insan, bir başkasının kusurunu bulurken, terazinin diğer kefesine de kendi kusurlarını koyup tartabilen insandır. Çünkü, insanın kendi kusurunu bilmesi ve onu en azından gözlemlemekten kaçınmaması her zaman için bir bireysel cesaret işidir.
Mevlana diyor ki: “Korkmayın sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir; ve bu yemek, tam onlara layıktır.”
Her insan hayatı süresince, kuşku/korku/umut düşüncesinin etkinliği oranında sorumludur. Herkes kendi düşüncesinin yorumlarında atılımlarını yapar. Yaptığı iyi, ya da kötü işler, düşüncesinin birer yansıyışı olarak, yerine göre cennetini de, cehennemini de oluşturur.
Umut, çoğu zaman daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve daha büyük düşüncelerle varılan değişim arzusudur. Umut, ne dilek ve ne de istektir. Umut, gelecek demektir. Dün ve bugün ile ilintili değildir.
Şöyle der:
“Ümit ve korku; herkes, bu perdenin ardında beslenip yetişsin diye perde ardına girmiştir.”
Aslında, unutmamak gerekir ki; “İnsan anıları ile geçmişi, umutları ile geleceği kucaklar.”
Umut, çoğu zaman inanç içinde yatar.
İnsanın yaşamında düşünce her zaman eylemden önce gelir. Yani insanın bir eylem içine girebilmesi için, önce o eylemi yaptıran düşüncenin olgunluğuna erişmesi gerekir.
İnsanlar düşünceleri ile hayatlarını şekillendirirler. Eğer düşünceleri ile ürettikleri; hep kızgınlık, kin, nefret, hınç, intikam, kavga, kırgınlık, hoşgörüsüzlük ve korku ise yaşamının şekillenmesinde bu etkenler hep ön planda olacaktır.
Dikkat edilirse; tüm dertler, hüzünler, ıstıraplar, olumsuzluklar, kızgınlıklar, kuşkular, korkular ve hatta umutlar, hep insan düşüncesinin sonuçlarıdır.
“Eksikler, hatalar, yanlışlar hep düzeltilmek içindir. Ancak, başkaları tarafından değil, kendimiz tarafından düzeltilmelidir.”
Çok iyi bilmek durumundayız ki; “Arzu, maddeye değer veren, ruhun ona duyduğu bağımlılıktır.”
Unutmamak gerekir ki, yaşamda hiçbir şey önündeki engelleri yıkmadan elde edilemez.
Oysa arzuları da, korkuları da kendi hallerine bırakmak; geldikleri gibi gidebileceklerini bilmek, bireyin dikkatini kendi varoluşunun nedenine odaklamak, olumsuzlukları, ıstırapları ve arzuları aşmada en büyük ve etkili tavırdır.
Unutmayalım ki; ıstırapları ve korkuları yaşamaya başlamadan önce biz vardık. Istıraplar ve korkular geçtikten sonra da biz yine olacağız.
O halde, gelip geçici olan bizler değil, o anı her nerede ise bize her gün karartan düşüncenin ürettiği ıstırap ve korkulardan başka bir şey değildir. İyisi mi, siz yine de çektiğimiz ıstırapların ve korkuların tutsaklığına değil, sonuçta kalacak olan temel özgürlüğünüze sarılın.
Mevlana der ki:
“Kötülük yaptın mı kork, çünkü o bir tohumdur. Allah yeşertir karşına çıkartır”
MEVLANA FELSEFESİNDE DİN, DUA VE İBADET ÜÇGENİBütün dünyaya, ne Din farkı ne de mezhep farkı gözetmeksizin hitap eden Mevlana, tüm insanlardan da bu görüşü, bu duyuşu, bu cesareti ister. Şöyle diyor:
“Bir dinin diğerine üstünlüğü yok.
Tüm insanlar dünyaya eşit olarak geliyorlar.
Buna Budizm, hinduizm, Taoizm gibi felsefeler ve hatta
Tanrıya inanmayanlar da dahil.”
Mevlana’ya göre, Dinler, insanlık tarihini yönlendiren en büyük inanç sunumudur. Dinlerin en büyük özelliğinden ve en güçlü tarafından birisi de, yaşamın her anında ahlak anlayışında, örf ve adetlerde yaşamaya devam etmesidir. Böylelikle o toplumun yaşam çerçevesini çizer.
İnsan, yapısı gereği hep istek ve beklenti içindedir. Durmadan, yorulmadan, bıkmadan hep ister ve bekler. Aslında her istek kendi başına bir duadır ve öyle, ya da böyle karşılığını bulacaktır.
Dua, her insanın o gün içinde bulunduğu ruhsal yapısına göre şekil gösterir. Bu sebepledir ki yapılan her duanın karşılığı, hemen görülecek ya da olacak diye bir olay da yoktur.
Şöyle diyor: “Dua; içinden geldiği şekilde, anlayarak, hissedilerek ediliyor. Anlamını bilmeden, ezbere, konsantre olmadan edilen duanın hiçbir faydası yok.”
Hiçbir insan yaptığı duası ile kendini yüceltme gücünde değildir. Yeter ki, yeri ve zamanı gelmiş bir şeyin talebinde bulunduğu bir duayı yapmış olsun.
Dua, bir yerde de Tanrı yasalarına ve İlahi iradeye gönüllüce, riyasız bir şekilde uymak anlamını da taşır.
Mevlana’ya göre, gerçek duada yalvarma değil, şükretmek ve hak ettiğimize inandığımızı istemek vardır.
Toplumun açık yerlerinde, ulu orta ve herkes görsün diye yapılan dualar değil, insanın içsel mabedinde yaptığı dualar en geçerli olan dua şeklidir..
Bakın bu konuda Mevlana neler diyor?
“Ahiret; ne el bağlayanın, ne diz bükenindir,
ahiret gönülden Allah’ın diyenindir,
El bağlamak, diz bükmek bedenin selameti,
Gönlünü Allah’ına açmak canının selametidir.”
İbadet ancak insanın içinden ve gönlünden geldiği gibi yapılırsa en makbul ve geçerli halini alır. Yoksa ibadet, insanların aslını idrak etmeden yaptığı bir gösteri hareketi değildir.
İbadet tek başına namaz, niyaz, oruç da değildir. İbadet bir yerde uçan kuş, koklanan çiçek, okşadığın çocuk, dindirdiğin gözyaşı, doyurduğun bir mide, giydirdiğin bir çıplak beden, verdiğin huzur, aldığını coşkudur da.