Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Arkadaşım Kürt Talat  (Okunma sayısı 4547 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 01, 2011, 01:00:53 ös
  • Ziyaretçi

Değerli Form üyeleri,

Kürt mevzuunda nereden nerelere geldik. Kürt kardeşlerimizle birlikte yaşadığımız geçmişteki o güzel günleri hasretle arıyorum.
Bu konuda bir kitaptan aldığım gerçek hikâyeyi sunarken; çözümün hak, hukuk ve adalet içinde çözüme ulaştırılmasını diliyorum.

Saygılarımla,
HERKÜL.

 
ÇOCUKLUK ARKADAŞIM
KÜRT TALAT


   Hey gidi, birbirimiz için canımızı bile vereceğimiz, Türk, Kürt, Rum, Yahudi, Ermeni vs diye ayırım yapmadan birlikte yaşadığımız gerçek erkeklik, yüreklilik, eski dostluk ve arkadaşlıklar! Bugün ne yazık ki, adam öldürüp tabanca taşıyarak yürekliyiz diyenler; menfaat ilişkilerinde ikiyüzlü, yavşak, bencil, küstah ve korkaklar. İnsanlar düşman kutuplara ayrıldı.

   Arkadaşım Kürt Talat, benden üç yaş büyük, mahallemizde en çok sözü geçen çocuktu… Niçin ısrarla Kürt Talat olarak bahsettiğim merak konusu olabilir!.. Çünkü o zaman Türk-Kürt gibi uç noktalarda düşmanlık yaratacak ayırımlar yoktu. Mahallemizde bu sıfatlar sadece kimlik olarak kullanılır ve herkes gül gibi geçinip giderdi. Ayırım yapmak isteyenler ise ayıplanır ve tutunamazdı. Çocukluğumuz mahallenin bu atmosferinde büyük bir arkadaşlığa dönüştüğünden bütün gün ayrılmazdık. Gerçek dostluk ve arkadaşlık, yaşanacak en iyi duygulardan biriydi.

Talat’ların harap konağı

   Talat’ın ailesinin, bizim konağın önündeki büyük arsanın tam karşısında bir konağı vardı. Bu konağı oda oda kiraya vermişlerdi. Bu ayrı odalarda çeşitli aileler otururdu. Garson, sayacı, sıvacı, işçi, esnaf, sokak satıcısı ve güngörmüş fakat o günlerde yoksulluğa düşmüş ailelere varıncaya kadar, belki yirmi aile. Evlisi, bekârı, çocukları, kızları, kaynanaları, yaşlısı, genci bu konakta yaşardı. Oturanların toplamı ise belki 60 kişi civarındaydı.

   Bahçe duvarları kısmen yıkılmış ve bahçe kapısı da yok olmuştu. Ahşap konağın en alttaki büyük tahta kapısı, kırılıp yerinden çıktığından, iç kapı da yoktu. Oturanlar ve eve gelenler günün her saatinde, sabah akşam rahatça girip çıkabilirlerdi. Ancak bu düzensizliğin içinde kendini denetleyen garip bir düzen de vardı. Sadece ailelerin oturduğu iç odaların tahta kapıları vardı. Konak bu durumuyla artık kendi hüviyetini kaybetmiş, içine de sığamayarak değişim geçirmiş ve taşmaya başlamıştı. Evlerin kırık camlarına hamurlu gazete kâğıdı veya kumaş yapıştırılmıştı. Kırık dökük yerler de bu yöntemle veya paçavra, teneke ve tahta parçalarıyla kapatılmıştı.

   Her katta bir tuvalet ve büyük bir sofa vardı. Kiracılar her katın bu geniş orta bölümünü ve tuvaletini müşterek olarak kullanırlardı. Yemeklerini bu bölümde pişirirlerdi. Burası çamaşır yıkadıkları, mutfak olarak kullandıkları, sebzelerin ayıklandığı, orada oturanların müşterek sohbetler yaptıkları yerdi. Bazen de sofanın ve tek helânın kullanımının getirdiği sorunlar olur ve aileler kavga ederdi. O zaman Talat’ın annesi herkes tarafından sevilip sayılan Şefika teyze olaya müdahale eder ve hepsini bir güzel yönetirdi. Helâların içinde herkesin taharetlenebileceği su bidonları ve kovalar bulunurdu. Kapı önündeki tahta takunyalarla içeri girilirdi. El yıkamak için de, lavabonun kenarında, altına musluk takılmış bir kazan vardı.

   Konağın en üstünde, tek bir küçücük oda vardı. Bu oda harap ve küçük olduğu için kiraya verilmemişti. Bazen Talat’la bu odaya çıkardık. Cerrahpaşa tepe üzerine kurulu olduğundan bütün İstanbul buradan kuş bakışı harika görünürdü. Güneşin masmavi denizi ışıl ışıl parlattığını, karın bütün İstanbul’u bembeyaz örttüğünü görürdük. Şimdi hatırlamaya çalışıyorum da böylesine yeşil ve tenha, eşsiz güzellikteki İstanbul’u şimdiki beton yığınıyla kıyaslamama imkân yok.

Talat’ın ailesi

   Kürt Talat’ın ağabeyleri mahallenin kabadayılarıydı. Talat yürekliydi ama bu yönleriyle hiç onlara çekmemişti. Ağabeyleri ve onların bitirim arkadaşları, zaman zaman evin yan boşluğundaki ahşap tahtaların arasına zulaladıkları esrarı alırlar ve kuytu bir bahçe kenarına çekilip içerlerdi. Ancak bizi hiçbir zaman yanlarına sokmazlardı. Büyük ağabeyi “Asker Necati” ayrıca kumar da oynatıyordu. Asker Necati denmesinin sebebi, ileri yaşlara gelmiş olmasına rağmen, bir türlü askerliğini bitirememiş olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü kaç sefer yakalanıp askere götürülse, her defasında ya kendini jiletliyor, ya da çeşitli yollarla kaçıp geliyordu.

Hiç unutmam bir gün polisler eve baskın yapmaya kalktıklarında, ayni evde oturan bir arkadaşım, koşarak kendisine haber verdi. Biz o sırada konağın bahçesinde Talat’la oturuyorduk. Konağın üçüncü katının arka tarafından Asker Necati bahçeye atlayıp, ayağı kırıldığı halde kaçarak, polislerin elinden kurtulmuştu.

   Ortanca ağabeyi Kemal de çok bitirimdi. O da genelde kumar ve esrar yüzünden hep hapse girip çıkardı. Bu yüzden bahçede kendisine rastladığımız zaman, hapishanedeki gibi yere çöküp adeta tüner gibi, topukları üstünde otururdu. Çayı, sigarayı o şekilde içer ve böyle saatlerce oturmaktan hiç yorulmazdı.

   Talat’ın babası Kocamustafapaşa’da kahve işletirdi. Çok ağırbaşlı bir adamdı. Az konuşurdu. Sabah erkenden işe gider, geç vakit eve dönerdi. Talat’ın küçük ağabeyi Turgut ise tam bir çılgındı. Bu yüzden hapishanede yattığı gibi, birçok kere tımarhanede de yatmıştı. Talat’ın babasının, bir gün onu işlediği bir suçtan dolayı, mahallenin ortasında, bir kalas parçasıyla dövdüğünü, kalın kalasın da sırtında kırıldığını hiç unutmam. Buna rağmen gık dememişti.

   Bir gün de Talat’ların evinin yanındaki boş arsada, semtin belki on kişilik bir bitirim “gogocu” grubu toplanmış, bizleri etraflarından uzaklaştırmış, kimi sigaraya esrar sararak, kimi ellerinin üstüne koydukları tozu burunlarına çekerek, dumanlanıp âlem yapıyorlardı. Talat’ın annesi Şefika teyze, cama çıkıp hepsine öyle bir zılgıt çekti ki, hepsi anında toz oldular. Tüm bitirimlik ve serseriliklerine rağmen, bir yaşlı kadından çekinecek kadar bir saygıları vardı o zamanlar.

Arkadaşlık anıları

   Küçük bir sebepten, o zamanın külhan tabiri “hayatta ne fonksiyonun var senin, desturla gel karşıma” diye tersledim Talat’ı. Nede olsa erkekliği ve dayılık raconunu onun ağabeylerinden öğrenmiştik. Bir hiç yüzünden çıkan bu olayda “ilk yumruğu sen at” diye birbirimize uzun süre yalvardığımızı hiç ama hiç unutmadım. Sonra ayni anda kapıştık. Birbirimize attığımız yumrukların izi yüzlerimizden geçmeden barıştık.

   O zamanlar et kıtlığı vardı. Sabahın karanlığında, insanlar Et Kurumunun getireceği kıymadan alabilmek için, kuyruğa girip saatlerce beklerlerdi. Biz de Talat’la Aksaray’da böyle bir yerde et kuyruğuna girdik. Tesadüfen önümüzde de genç bir kız kuyrukta duruyordu. Yolun karşısında ise bir manav dükkânı vardı. Bu dükkânda, oranın iri yarı kabadayılarından biri, yan yan bize bakıyor ve elindeki koca bıçağı önündeki tahta masaya saplayıp duruyordu. Bizim kızla hiçbir ilgimiz olmamasına rağmen, meğerse manavın kızda gözü varmış. Sonunda beni gözüne kestirmiş olacak ki “ne bakıyorsun ulan?..” diye seslenerek bana bulaştı.

O zamanlar boksa başlamıştım. Kendimi dövüş sevmememe rağmen, her türlü kavgaya hazır, zımba gibi hissediyordum. Ancak ilk etapta olayı akıl yoluyla geçiştirebilmek için bir anlık duraklamamda, Talat fırladığı gibi, elinde bıçak olan kabadayıya yumruğu geçirip yere serdi. Semtin büyükleri ve kuyruktakiler kavgayı daha uzamadan ayırdılar. Tabii kabadayının da gözü korkmuştu. Ancak Talat arkadaşlığın fedakârlık ve yürekliliğini bana çoktan ispatlamıştı.    

Samatya, Davutpaşa, Sümbülefendi, Etyemez, Langa, Haseki ve diğer yakın semtler, vaktimiz oldukça, sokaklarını arşınladığımız yerlerdi. Buraların eski Arnavut kaldırımlı ve cumbalı sokaklarında dolaşırken dertleşir, hangi evde güzel kızlar olduğunu birbirimize söyler, ancak duygularımızı eyleme geçiremeden, hayaller dünyamıza yolculuklar yapardık.

   Bir gün bana “parmağını uzat” dedi, uzattım. Elindeki keskin bıçakla önce benim parmağımı, sonra da kendininkini kesti. İkimizin de parmaklarından müthiş kan fışkırdı. “Kanlarımızı birbirimizin yüzlerine sürerek kan kardeşi olalım” dedi. Öyle yaptık ve kan kardeşi olduk. Bu o zamanlar, erkeklik ve ölümüne arkadaşlık anlamını simgeleyen bir alegoriydi.

   Samatya’nın deniz kıyısında, tepesine zorlukla çıkılan bir sur vardı. Yazları oraya giderdik. Kalenin üstünde, taşlar arasından çıkan otlara sırt üstü uzanıp, elimizi başımızın altına koyarak gökyüzünü, bembeyaz bulutları, uçan kuşları seyrederek hayaller kurardık. Asırlar evvel Bizans askerlerinin dolaştığı bu sur tepesinde birbirimize semtimizdeki kızlardan, platonik aşklarımızdan bahsederdik. Orası bizim esin kaynağımız, adeta sığındığımız bir kaçış noktamızdı. Çünkü o zaman bu günkü sahil yolu yapılmamıştı. SSK İstanbul Hastanesinin yerinde yeller esiyordu. Orada kendimizi asırlar ötesine gitmiş gibi hissederdik. Adeta zamandan soyutlanırdık. Bazen de sura tırmanırken kendimizi bir anlık, Osmanlı Sancağını İstanbul’a diken Ulubatlı Hasan yerine koyardık.

   Deniz masmaviydi. Bazen karşı yakayı ve adaları, bazen de bahçeli ahşap evleriyle yeşil görüntüsü bozulmamış olan semtimiz Cerrahpaşa ve civarını seyrederdik. Denizin ve yosunların mis gibi iyot kukusu, sessizlik ve havanın oksijeni bizi rahatlatırdı. Gençlik heyecanının ümit ve hayallerini konuşur, paylaşırdık. Belki küçük ve basit ama sonsuzluk kadar derin ve romantik, bir o kadar da erkekçe, kahramanca ve dostane hayaller... Uçuşan martıların ve uzaktan geçen mavnaların “pat, pat” sesleri bize adeta ninni gibi gelir, hayallerimizi daha da derin dünyalara genişletirdi. Kendimizi martılar, bulutlar ve yıldızlar kadar hür sanırdık.

   Gökyüzündeki bulutlar da bir başkaydı. Nostalji değil gerçekten bir başkaydı. Şimdi pek sık göremediğim pamuk gibi küme küme bulutlar masmavi gökyüzüne beyaz köpükler gibi dalgalanarak dolaşırken, onları eski tarihi taşlar arasında bitmiş yabani otlara yatarak izlerdik. O zaman da kendimizi masallardaki “Zümrüt-ü Anka” kuşunun veya gene masallardaki “uçan halı” nın üzerinde gökyüzünde dolaşıyor sanırdık. Ne yazık ki bugün kirli hava fanus gibi şehrin üstünü kuşattı.

İkimiz de ayakkabılarımızı boyamaya çok meraklıydık. Her gün dakikalarca boya sürer, cilalar, fırçalar ve üstünü de kadife bezle gıcırdatarak parlatırdık. Sokağımız eski taşlardan ve Arnavut kaldırımlarından yapılmış olduğundan, ayakkabılarımız kirlenmesin diye, çamurun üstünde kalmış büyük taşlara basarak ve oradan oraya sıçrayıp sekerek yürürdük. Her gün defalarca gelip geçtiğimiz için o taşları ezberlemiştik. Bu arada, kızlara yakışıklı görünmek için berberden aldığımız, bu günkü jölenin çok kötüsü olan yağlı ve ilkel briyantini saçımıza sürmeyi de ihmal etmezdik.

Talat iyi bir kaleciydi. O zamanki birinci küme takımlarından Feriköy ve İstanbulspor takımlarında panter gibi kalecilik yaptı. Hele apandisit ameliyatı olduktan bir hafta sonra maça çıktığına herkes şaşmıştı.  Fakat kendine bakmıyordu. Belki ağabeyleri gibi serseri olmadı ama yavaş yavaş kendini harcadı.

Ayrılan yollar

   1961 de biz Cerrahpaşa’dan Kadıköy’e taşındık. Doğup büyüdüğüm semtten ayrılışım çok zor oldu. Aylarca hep orayı düşündüm. Talat da o sıralar kendini daha fazla dağıtmaya başladı.

   Randevu evinden bir kadınla evlendi. Ondan bir çocuğu da oldu. Ancak etrafın ve annesinin bu evliliği uygun bulmayıp hatta aşağılaması sebebiyle her ikisi de dayanamayıp ayrıldılar. Kadın evi terk etti ve eski hayatına döndü. Talat sinirinden eve kapandı. Günde birkaç paket sigara, belki ortalama elli bardak koyu çaydan ve birkaç lokma kuru ekmekten başka elini bir şeye sürmedi. Ben de taşındığımız Kadıköy’de uyum mücadelesi veriyordum. Bir yandan da Hukuk Fakültesine devam etmeye çalışıyordum. Daha sonra da Amerika’dan Türkiye’ye gelmiş olan Najla Ateş’le fırtınalı bir birlikteliğin içine girmiştim. Benim yaşamım da çeşitli sorunlarla doluydu. Uzun bir süre görüşemedik.

Sonunda Talat’ın verem olduğunu duydum. Heybeliada Sanatoryumunda uzun süre kaldı. Kendisini ziyarete gittiğimde bitmişti ve çok üzüntülüydü. Eski arkadaşımın sağlıklı, sporcu, yürekli dev gibi zamanını hatırlayıp, bu günkü durumunu görmek dayanılır gibi değildi. Bu defa ben onun karşısına sağlıklı çıkmış olmaktan adeta utanıyordum. Herhalde o da bozuk para gibi harcadığı hayatına ve giden sağlığına yanıyor, eski arkadaşlık günlerimizi hatırlıyor, bu günkü durumundan adeta utanıyordu. Her zamanki cömertliğiyle başucundaki dolaptan bir şeyler ikram etti. “Merak etme sana hastalığım geçmez” diyerek de sitemli bir hatırlatmada bulundu. Ben de “sen canavarsın, panter kalecisin, yakında iyileşecek ve güzel günler göreceksin” dedim. Ben de o da bu sözlerime inanamıyorduk. Acı acı güldü. Artık yaşama da kendine de güvenmiyor gibiydi. “Sen öyle san” dedi.

   Geçen yıllar hepimizi ayrı bir yaşama sokmuş, yollarımız ister istemez ayrılmıştı. Davetlerime ve aramalarıma da yanıt vermez olmuş, içine kapandıkça kapanmıştı. Durumunu hazmedemiyordu. En önemli gereksinmelerini dahi kimseden istemiyor, müdanaa etmez davranıp gurur meselesi yapıyor ve böylesine direnişi sanki onu daha çok tatmin ediyordu.

   Öldüğünü aylar sonra duydum. Böylesine bulunmaz ve delikanlı bir arkadaşlık artık benim hatıralarımda kalmıştı. Acılı haberini duyduğum o gün, arkadaşlık yıllarımızda geçirdiğimiz bunca zamana rağmen, ölümünde bile uzakta olmanın sonucu, yaşamın zorunlu kıldığı ayrılık ve belki de vefasızlığı hissettim. Evde ondan kalmış olabilecek bir iz ararken, şiir defterime eliyle yazdığı iki kıta satırlarını buldum. Bilmiyorum kendi şiirimiydi yoksa başka bir şairin miydi?

İlki;
“Bir bakış, bir aşığı, aşkından emin eder,
Sevişenler daima, gözlerle yemin eder.”

Diğeri ise;
“Adım adım yaklaşmaktayım ölüm!
Ruhu uzaklaşmış bir ceset halinde,
Başladığı anın bittiği yerde;
Sinende doymaya geliyorum ölüm!...”

Kim bilir belki de o cesur kalbi, yaşam yükünü taşıyamayacak kadar hassas olup daha o yıllarda kendisini ölüm beklentisi içine sokmuştu!...

Artık Kürt Talat yoktu. Bir daha da ölümlü insanlar arasında görülmeyecekti.

Ne var ki; can ve kan kardeşim ve en iyi çocukluk arkadaşım Kürt Talat’ın aziz hatıralarını ve o zaman ayırım yapmadan yaşadığımız candan dostlukları şu satırlara dökmeye çalışırken, bugün geldiğimiz yerde Türk-Kürt sorununu yaratıp, Türkiye’mizdeki insanlarımızı birbirine düşürmeye sebep olanlara lanetler ettim!... 

(“Yaşadığım İstanbul-Özer Baysaling” Kitabından kısaltarak derleme. Arkeoloji-Mozaik Yayınları)
« Son Düzenleme: Ekim 02, 2011, 12:09:54 öö Gönderen: dogudan »


Ekim 01, 2011, 04:36:12 ös
Yanıtla #1
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 886
  • Cinsiyet: Bay

Benim de orta okulda kürt bir arkadaşım vardı.
Haylazlık yapar tuvalette sigara içerdik.

O da kapıda nöbet tutardı, her sigara içmeye gittiğimizde.
Kendisi içmezdi. Bütün tenefüslerini feda ederdi bizim için.
İyi mi yapardı, acaba yardımcı olmasa mıydı?

İyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi yok muydu?
Herşey nereden başlayacağımız ile ilgiliydi.
Nereden baktığımız ile ilgiliydi.

Eskinin üstüne ise yeni kurulamıyor. Yıkılması gerekir bazen.
Yıkmak gerekir yapmak için.
Her yıkım kötü değildir derken.

Rojhat vardı lisede dağa çıkan. Ölüm haberi gelmişti.
Yıkılmıştım. Yenilenmiştim.

Susmak lazım bazen, ölmek lazım bazen.
Bir gözüm ölmüştü, aklımın yarısı kendini kaybetmişti.
Ya hepsi gitmeliydi, ya da bir denge olmalıydı.

Hala merak ederim. Bu denge nerede ve kuklaların ipleri kimde...
« Son Düzenleme: Ekim 02, 2011, 12:10:09 öö Gönderen: dogudan »


Ekim 02, 2011, 01:30:59 ös
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

Güzel ve anlamlı bir açılım.

Katkınıza teşekkür ederim.

Saygılarımla,
HERKÜL


Ocak 10, 2012, 09:10:35 ös
Yanıtla #3
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3234
  • Cinsiyet: Bay

Kardeşim Hergül , yazını okudum beni geçmişe götürden. Öncelikle eline sağlık Kürt Talat' a da ALLAH gani  gani rahmet eylesin. Saygılarımı sunarım. :(
audi-vide-tace
    dinle-gör
        sus


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
13597 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 25, 2006, 10:54:34 öö
Gönderen: MASON
18 Yanıt
16607 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 01, 2007, 07:01:53 ös
Gönderen: Ittihatci
0 Yanıt
10704 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 13, 2007, 04:54:36 ös
Gönderen: naval
3 Yanıt
6560 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 16, 2009, 09:28:55 ös
Gönderen: Mozart
17 Yanıt
8822 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 25, 2009, 11:51:47 öö
Gönderen: Mozart
14 Yanıt
8785 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 01, 2011, 03:19:08 ös
Gönderen: agnusdei
1 Yanıt
4466 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 09, 2011, 10:11:41 ös
Gönderen: Alşah
31 Yanıt
15037 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 10, 2012, 09:46:26 ös
Gönderen: NOSAM33
0 Yanıt
3770 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 03, 2012, 08:55:26 ös
Gönderen: neumann
0 Yanıt
4066 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 26, 2015, 09:59:21 ös
Gönderen: Risus