Günlerden beri Yoapert’in içi içini kemirip duruyordu.
Geceleri doğru dürüst uyuyamıyordu. Yattıktan sonra gecenin geç saatinde kalkıp dolanıyor, sonra yine yatıyor, yine uyuyamıyor, yine kalkıyordu.
Onu hiç böyle, bu düzeyde kaygılı görmemiş olan karısı çok üzülüyordu. Ne olduğunu da soramıyordu. Borsa söylemezdi ki zaten, biliyordu. Ona göre; Büyük Mimar Asta olmak Yoapert’e hiç yaramamıştı. Onun çok çalışmasına alışıktı ama bu işi aldı alalı bir tasa edinmiş ve bundan kurtulamadığı belliydi.
Sonunda dayanamadı; kocasına «Anlat be adam.» dedi, «İster bana anlat, ister başkasına. Kime anlatırsan anlat. Fakat mutlaka anlat da kurtul bu dertten. Biz de önceki huzurumuza kavuşalım ailecek.»
Doğru söylüyordu kadın… Onun bu işlere aklı ermezdi; ermesi de gerekmezdi ama doğru söylüyordu işte.
Anlatmalıydı. Kadının dedi gibi kurtulmak için değil, paylaşmak amacıyla. Zaten Adoniram da en doğrusuna onun, kendisinin karar vereceğini söylememiş miydi?
Üstelik kime anlatacağını, kiminle paylaşacağını da çok iyi biliyordu: Gareb. Onun kendisinden aşağı kalır bir yanı mı vardı. Bu gizi o da öğrenmeliydi. Birlikte saklamalıydılar.
Peki Gareb öğrendikten sonra başkasına anlatır mıydı?
Onu da artık o, kendisi bilmeliydi.
Gareb’i buldurdu. Çalışma odasında oturdular. Bir kısa giriş konuşmasından sonra Yoapert başladı öğrenmiş olduklarını anlatmaya…
Tapınağın yapımının hayli ilerlemiş olduğu, ancak daha bitimine çok zaman olan bir sırada, Mimar Hiram Usta, Kral Süleyman ve Zadok bir üçlü görüşme yapmışlar. Kral Süleyman’n kafasına takılmış olan bir sorun varmış. Bunu Zadıok da biliyormuş aslında ama ne olduğunu Hiram Usta’ya söylememişler. Kral Süleyman sadece Hiram Usta’dan ağızları sıkı, ölesiye işkence altında kalsa bile ser verip sır vermeyecek üç usta istemiş. Onlara özel bir araştırma görevi vereceğini söylemiş.
Hiram Usta üç kişilik bir ekip kurmuş. Kendilerinden kesin ağız sıkılığı sözü alındıktan sonra Kral Süleyman onlardan ne istediğini anlatmış.
Atalarından kendisine aktarılmış olan bir bilgiye göre, Kudüs yakınlarında bir yerde ama nerede olduğu belli değil, yer altında çok eskiden kalma bir yapı varmış. Yer üstünden görülemiyormuş. Fakat orası her neredeyse içine çok önemli bir bilgi saklanmış. Ancak Süleyman bunu da söylememiş. Sadece kentin yatkınlarında eski bir yıkıntı ya da bir yapıt olup olmadığını araştırmalarını, bir şey bulacak olurlarsa gelip doğrudan kendisine bilgi vermelerini istemiş. Bunun gerekçesi olarak da özellikle Siyon tepelerindeki eski kültürlerin kalıtlarının bulunup değerlendirilmesinin amaçlandığını göstermiş.
Üç usta bu işe şaşırmış, böyle bir görevin niçin onlara verildiğini de anlayamamış ama ses etmemişler. Arkeolojik araştırma ve kazılar yapmak üzere gerekli âlet ve malzemeleri yanlarına alıp tapınağın yapılmakta olduğu Moriah Dağı’ndan başlayarak Siyon tepeleri boyunca araştırmaya girişmişler.
Günlerce dolaşmış, çalışmışlar. Hiçbir iz bulamamışlar. Ancak umutlarını da yitirmemişler. Üstelik elleri boş dönüp Kral Süleyman’a hiçbir şey bulamamış olduklarını söylemeyi de kendilerine yedirememişler.
Nitekim bir gün, yüzeydeki eski yıkıntılar arasında pas kaplı bir demir halka dikkatlerini çekmiş.
Burası başlangıçta Kral Süleyman’ın tapınağı yaptırmayı düşünmüş olduğu ancak Zadok’un önerisiyle orada eskiden kalma yıkıntılar bulunduğundan ötürü caydığı yermiş. Ancak araştırma görevini üstlenmiş ustalar bunu da bilmiyormuş.
Meraklanarak paslı demir kalkanın çevresini açtıklarında, bunun kare biçiminde büyük bir taşa gömülü olduğunu görmüşler.
Merakları daha da artmış. Taşın çevresini iyice açarak yerinden oynattıklarında, bunun aslında bir kapak olduğunu anlamışlar. Bunun üzerine yanlarını boşaltıp, zorlayarak kaldırmışlar.
Taşın altında kubbe biçiminde yapılmış bir hücre bulunduğunu keşfetmişler.
Burada dikkati çekebilecek hiçbir şey yokmuş. Sadece taştan örülerek yapılmış dört duvar; üzerinde kubbe biçiminde bir tavan ve tam tepesine örten o kapak.
Hücrenin yanlarını kazmışlar acaba başka bir yere doğru bağlantısı, uzantısı var mı diye… Hiçbir şey görememişler. Neden sonra keşfettikleri hücrenin dört yanı zaten kapalı olduğuna göre, başka bir yere bağlantısının olamayacağını düşünmüşler. Burasının, tepesinden girilen ambar gibi bir yer olduğu kanısına varmışlar.
“Eğer öyleyse, çevrede başka yapıların da böyle yer altında kalıntıları olmalı. Tek bir ambar yapılmış olamaz ya!” diye düşünüp, iyice araştırmışlar. Gene hiçbir şey bulamayınca, o çevredeki araştırmalarını bırakıp, bir başka yere gitmişler.
Bir gün, Zadok bu üç ustaya rast gelmiş. Onlara çalışmalarının nasıl gittiğini, bir şey bulup bulamadıklarını soracağı tutmuş. O aşamaya kadar bulduklarını anlatmışlar. Kubbeli hücreden söz ettiklerinde Zadok’un yüreği güm güm atmaya başmalmış. Ancak onlara heyecanlandığını belli etmeksizin, bulmuş oldukları kubbeli hücrenin bir de dibine iyice saklamalını önermiş.
Üç usta yine aynı yere gitmiş. İçlerinden birini halatla aşağıya indirmişler. Aşağıya inen, tabandaki birikintileri kazıp kaldırınca orada kare biçiminde bir başka taş daha olduğunu görmüş. Bunun üzerine bir diğeri daha aşağıya inmiş. Bu daracık hücrenin içinde güçlükle çalışarak o taşı da yerinden kaldırmayı başarmışlar. İşte o zaman akılları başlarından gider gibi olmuş çünkü o taşın da daha alttaki bir diğer kubbenin tepesini kapatmak üzere yerleştirilmiş olduğunu anlamışlar.
Alttaki ikinci hücreye indiklerinde, zeminin daha temiz olduğunu görmüşler. Zeminde apaçık bir şekilde kare biçiminde bir taş daha duruyormuş. Güçlükle çalışarak onu da kaldırdıklarında, üçüncü kubbeyi bulmuşlar.
Bir süre için çalışmayı bırakmak zorunda kalmışlar. Üçüncü kubbenin altında gördükleri kapağı açmayı sonraya bırakmışlar çünkü içerisi sadece güneş tam tepedeyken görülebiliyormuş. Aşağıya inip çıkabilmek için sağlam ve uzun halatlara, çalışırken görebilmek için de ışığa gereksinmeleri varmış. İlk kubbenin üstünü güzelce örtüp gizleyerek ayrılmışlar.
Ertesi gün, gerekli malzemeleri alarak yine gelmişler. Güçlükle dördüncü, sonra beşinci, daha sonra altıncı kubbeye varmışlar.
Alt alta yapılmış bu kubbelerin sonu gelmeyecek gibiymiş.
Aşağıda çalışırken meşale yakılması gerektiğinden hava ağırlaşıyor, daracık hücrenin içinde çalışmak çok zor oluyormuş. Hava iki kişiye yetmediği için çalışmayı tek bir kişinin yürütmesi gerekiyormuş.
Bu işin zorluğuna karşın direnmişler. Her ne olursa olsun sonuna kadar gitmeye sözleşmişler. Dinlene dinlene, aralarında değişe değişe çalışmayı sürdürmüşler.
Altıncı kubbenin dibindeki kapağın kaldırılması bile günlerce sürmüş.
Yedinci kubbeye vardıklarında, hava yetersizliğinden ötürü artık meşalenin de doğru dürüst yanmadığını görmüşler. Çalışmalarını çok kısa süreler için, güneş tam tepedeyken yürütebiliyorlarmış.
Sekizinci kubbeye varabilmek için birkaç gün uğraşmışlar.
Umutlarını yitirmeden ve yılmaksızın sürdürdükleri çalışmaların sonucunda dokuzuncu kubbeye varmışlar.
Burada karşılaştıkları durum öncekilerden çok farklıymış. El yordamıyla anlayabildikleri kadarıyla, burada üçgen prizma biçiminde iri bir kütle, bunun üzerinde küp biçiminde bir taş varmış.
Ne yapmaları gerektiğini düşünmüşler. Taşı çıkarmaya karar vermişler.
Bir sonraki gün sabah erkenden kütükler yüklenip getirmişler. Oluğun üzerine Bir kaldıraç kurmuşlar. Bir sapan yaparak taşı sıkıca bağlayıp yukarı çekmişler.
Bunun tam küp biçiminde kocaman bir akik taş olduğunu görmüşler. Taşın bir yüzünde delta biçiminde, altın olduğu izlenimi veren bir plâka gömülüymüş. Bir de yazı gibi bir şey varmış ama ne olduğu anlaşılmıyormuş.
Taşı kimse görmesin diye sarıp sarmalamışlar; keresteden yaptıkları bir kızak üzerine bağlayıp günün doğmasından sonraki üçüncü saatte doğruca Kral Süleyman’a götürmüşler.
Süleyman bu taşı gördüğünde çok şaşırmış. Plâkayı yerinden söktürmüş. Arkasına bakınca, orada da birtakım şekiller bulunduğunu görmüş. Ne olduğunu o da anlayamamış.
Bunun ne anlama gelebileceğini düşünmüş ama işin içinden çıkamayınca danışmak üzere Zadok’u çağırtmış.
Akik taşı ve üzerindeki altın plâkayı uzun uzun inceleyen Zadok, bunu getiren üç ustaya şunları anlatmış:
«Bulmuş olduğunuz o birbirinin altında yer alan dokuz kubbenin bundan çok yıllar önce kralımız Süleyman’ın atalarından Enoş tarafından yapılmış olduğu anlaşılıyor. Çünkü burada, bu taşın üzerindeki deltanın arkasında gizlenmiş şekiller, çok uzun zamandan beri artık kullanılmayan, Enoş’un yaşamış olduğu döneme özgü bir dilin harfleridir.»
Zadok, burada yan yana dört harf olduğunu, bunların kullanılan dildeki karşılıklarının belirtilebileceğini, ancak dil farklı olduğu için, ne yazılı olduğunun böyle anlaşılamayacağını söylemiş. Bunların birleşiminden oluşan sözcüğün ise nitelendirilemez bir kavramı yansıttığını eklemiş.
Kral Süleyman, sabırla direnerek sürdürdükleri özverili uğraşıları ve sonunda bu pek değerli akik küptaşı ortaya çıkarmış olmakta gösterdikleri başarıdan ötürü, bu üç ustayı ödüllendirmiş. Onları gönderdikten sonra Mimar Hiram Usta’yı çağırtarak akik küptaşı olan teslim etmiş. Tapınağın altında bir yere bir gizli bölme yaptırmasını, bu taşı da oraya gizlemesini buyurmuş.
Yoapert bunları anlattıktan sonra derin bir nefes aldı. Onu ağzı açık kalmış dinleyen Gareb, «O taş…» diye başladı ama sözünün sonrasını getirmedi.
«Evet, o taşmış.» dedi Yoapert.
Gareb, «Bir sakıncası yoksa… » diye başladı ve sordu: «Bu işi yapmış olan o üç usta kimmiş? Onları tanıyor muyuz?»
«Hayır.» diye yanıtladı Yoapert, «Kral Süleyman onlara bundan böyle her birinin dokuz kez yedi yaşında sayılacağını söylemiş ve onları yeni arayışlarda bulunmak üzere göndermiş. Ancak aradıklarını buldukları zaman dönmelerini söylemiş.»
«Onlar da yeni arayışlarda bulunmak üzere gitmiş ama bir daha hiç dönmemişler, öyle mi?»
«Evet, öyle.» diye yanıtladı Yoapert. İşte anlatılabilecek kişiye anlatmış, paylaşılabilecek kişiyle paylaşmış, rahatlamıştı.
Şimdi huzur içindeydi.
Gelişmek, olgunlaşmak, erdemler kazanmak, yetkinleşmeye doğru ilerlemek, gerçekleri aramak ve bulmak kolay değildir. Zordur ama olanaklıdır. Gerekli yeteneğe sahip olup bu yeteneklerini uyumluca kullanabilen kişiler, dirençle ve korkusuzca yollarından dönmeyecek olurlarsa, başarılı sonuçlar elde eder.
Bu ilerleyişin her aşaması, öncekine oranla pek fazla bir şey kazandırmamış olabilir. Fakat “boşuna” olarak nitelendirilmesi çok büyük bir yanılgıdır. Boş gibi görünerek insanı yanıltabilen her aşamanın bir sonrası, bir daha ilerisi, bir daha derini, bir daha değerlisi, amaca bir daha yakın olanı vardır. Her aşamada geçmişin değerlendirmesi yapılıp geleceğe nasıl yönelmek gerektiği tasarlanmalıdır.
Usanmadan, yılmadan, umutlarını yitirmeden, karamsarlık ve kötümserliğe kapılmadan, önderlerine ve kendilerine olan güveni sarsmadan, çıkmaza saplanmış oldukları gibi yanıltıcı ve umut kırıcı bir kanıya kapılmadan yollarına devam edenler, bir gün amaçlarını gerçekleştirmede başarıya ulaşır.
Tüm bunların sonucunda, elde edilen ya da ulaşılan, gene de yetersiz ya da anlamsız bulunabilir. Mutlaka bundan daha ilerisi de vardır.
Evrimsel doğrultuda ilerlerken, tutulmuş olan yolun şimdilik varılmış olan yerde geçici olarak sona erdiğini de kabullenmeyi yani yetinmeyi de bilmek, daha sonra yola yeniden çıkmaya hazırlanmak gereklidir.
Bu yolun sonu gelmeyecektir. Çünkü evrimin sonu sonsuzluktadır.
Bu yazı dizisini sabırla okumuş olan sevgili dostlara...
Gözünüz aydın, bitti.
Ancak sonrasını da merak edenler için bu forumun aynı bölümünde bir diğer yazı dizisiyle devam etmek isterim. Onun adı “BİR TAPINAK YIKILDI” olacak.
Korkmayın, izleyecek olan bu kadar uzun sürmeyecek. Ne de olsa yıkmak yapmaktan kolaydır.