Bu sorunun cevabını verebilmek için, İslami bir devletin gerekliliklerine bakalım: ‘İslami bir devletin üç temel bileşeni vardır. Müslüman bir topluluk yani ümmet, İslami hukuk yani şeriat ve ümmetin liderliği yani hilafet’1 Bu açıdan bakıldığında Osmanlı bir din devletidir. Ulusal duyguları unutturulmuş, ümmet haline sokulmuş bir halk topluluğu, kadıların yönettiği bir yargı sistemi ve aynı zamanda saltanatı da elinde bulunduran bir halife mevcuttur.
Ancak Osmanlı da katı bir teokratik yapının sürekliliğinden söz edemeyiz. Bu yüzden tarihinin belli dönemleri hariç, Osmanlı’nın koyu şeriat yasalarının uygulandığı, teokratik bir ülke olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.
Bunun başlıca nedeni, Türk kültürüdür.
Türkler Orta Asya’dan getirdikleri inançlarından ve kültürlerinden, İslamiyet sonrasında da tamamen vazgeçmemişlerdir. Hatta bu özelliklerini İslamiyet ile yoğurarak Anadolu Müslümanlığını, Arap Müslümanlığından ayırmışlardır. İkisi arasında her şeyden önce hoşgörü farkı vardır. Türkler, Arap Müslümanlığının, katı, hoşgörüsüz ve baskıcı yapısını hiçbir zaman benimsememişlerdir.
Bunun kaynağına değinmekte yarar var:
Ahmet Taner Kışlalı, İslamiyet öncesi, Orta Asya Türklerinin toplumsal yapısını şu şekilde özetliyor: ‘(…) Türkler arasında Şamanizm dini yaygındı. Şamanizm, örneğin İslam öncesi İranlıların dini olan Zerdüştlükten çok daha hoşgörülü ve eşitlikçiydi. Şamanizm kadını ‘kutsal’ sayarken, Zerdüştler kadını şeytanın yansıması gibi görüyorlardı. İslam öncesi Araplar’da, kadının bir deve kadar değeri yokken, Türk kadını erkeğe eşitti. ‘Emirname’ler, Hakan ve Hatun tarafından imzalanmadan yürürlüğe giremiyordu. Kadınlar elçi, kale muhafızı ve hatta devlet başkanı olabiliyordu. (…)
Eski Türklerde, kadınlarla erkeklerin giysilerinde bile ayrım yoktu. Sadece ata daha az bindiklerinden, çizmeleri daha kısaydı. Kızlar kendi eşlerini seçme hakkına sahiptiler. Kadınlarla erkekler birlikte eğlenirlerdi. Toplumda saygın bir yeri olan kadının örtünmesi için de bir nedeni yoktu. (…) Tek eşlilik egemendi. Çok kadınla evlenmeyi özendirmemek için, ikinci eş mirastan yoksun bırakılmıştı. Toplumsal yaşamda erkekle eşit konumda olan kadın, gerektiğinde savaşa da katılıyordu.
Oysa Türk kadını erkeğe eşitken, Arabistan’da ‘Cahiliye’ dönemi yaşanıyordu. Kadının insan sayılması bile tartışmalıydı. Bir düzine erkek, bir araya gelip tek bir kadın alabiliyorlardı. Erkekler eşlerini değiş tokuş yapabiliyorlardı. Eşlerini kiralayabiliyorlardı.(…)
Eski Türklerin kültüründe, demokrasinin temel öğelerinden olan ‘hoşgörü’ önemli bir yer tutuyordu. Türk tarihinin hiçbir döneminde bir ‘din savaşı’ var olmadı. Hatta boyların din adamları olan Şamanlar, Müslümanlığın yayılmaya başlamasından sonra, dualarına İslam’dan da bazı öğeler katmışlardı.’2
Böyle bir yapıdan gelen, toplumsal hayatlarının hiçbir döneminde dini bağnazlıkla tanışmamış olan Türkler Anadolu’da kendilerine aşılanmaya çalışılan Arap kültürüne de azimle direndiler. Ve İslamın farklı bir yorumu olan, içinde şiddet, tutuculuk ve baskı içermeyen Türk Müslümanlığı, Alevilik olarak Anadolu topraklarında yeşerdi. Ve halkın çoğunluğu tarafından kabul gördü.
Ancak sarayın yapısı, halktan farklıydı. Saray Arap Müslümanlığının Sünni kanadını benimsemiş ve tebaasına da bunu benimsetmek, toplumsal hayatı bu kurallar çerçevesinde kurmak gayretindeydi.
Katı Sünni inancın saraya fazlasıyla egemen olduğu dönemlerde, Osmanlı Devleti’nde de Ortaçağ Kilisesi benzeri uygulamalara gidildi. Örneğin Yavuz Sultan Selim döneminde Sünniliği kabul etmeyen, kendi kültüründe ve inanış biçimde direnen Alevilere korkunç bir zulüm uygulandı, binlerce kelle uçuruldu.3 Öte yandan, gittikçe güçlenen ve saraya karşı bir güç haline gelen başka mezheplerin de üzerine ‘din adına’ acımasızca gidildi. Yine örneğin Hurufiler, müftü fetvası ile diri diri ateşlerde yakıldılar.4
Burada altı çizilmesi gereken nokta; Osmanlı’da, dinciliğin halktan değil, saraydan gelmiş olması. Çok eşlilik de, örtünme de, halk değil saray kaynaklıydı. Sarayda ve çevresinde ortaya çıkmış halka dayattırılmış yahut yayılmıştı.
Osmanlı’daki dini örgütlenme şu şekildeydi: Saltanatı elinde bulunduran kişi yani padişah aynı zamanda tüm Müslümanların önderi olarak halife sıfatını da taşıyordu. Dinsel mekanizmanın en tepesinde halife-sultan bulunmaktaydı. Onu, kendi atadığı, dini meselelerden sorumlu Şeyhülislam ve Şeyhülislamın emrinde bulunan müderrisler ve kadılar takip ediyordu. Müderrisler medreselerde ders veren; kadılar ise mahkemelerde yargılama yetkisini elinde bulunduran ulema sınıfını oluşturuyordu.
Bu yapılanma da, görüldüğü gibi siyaset ve dinin merkezi aynı kişidir; halife-sultan. Bu sakat yapının sonuçlarını Kışlalı şöyle örnekliyor: ‘Osmanlı Devleti’nin yükselme döneminde, dinsel iktidar da siyasal iktidara –yani padişaha- bağlıydı. Ama ne zamanki durum tam tersine döndü ve siyasal iktidarın güç yitirmesinden yararlanan dinsel güçler etkisini artırdılar; din, toplumun çağa ayak uydurmasını engelleyen bir kurum görünümü kazandı.
Örneğin, Gutenberg’den birkaç yıl sonra Türkiye’de de ilk basımevi kurulduğu halde, bunun sadece Museviler ve Hıristiyanlar için kullanımına izin verildi. 1566 yılında, padişahın baş çevirmeni Ali Bey, Tevrat ve İncil’i ‘halk türkçesi’ne çevirdi ve basıldı. Ama Müslüman halkın Kuran’ı kendi dilinden okuyup anlayabilmesi, ancak 1930’lardan sonra –yani laik Türkiye’de- gerçekleşebildi. Müslüman Osmanlıların da basımevini kullanabilmeleri için, Şeyhülislam ancak Gutenberg’den 270 yıl sonra fetva verdi.
İlk gözlemevi, 1580 yılında –Şeyhülislamın fetvası ile- dine aykırı olduğu gerekçesiyle yıkıldı. Şeyhülislam Ebu İshak Efendi, kitaplıklardaki astronomi ve felsefe kitaplarını, aynı gerekçeyle attırdı. Felsefe Osmanlıda hep zararlı sayıldı. Astronomi ve tıbbın ‘yararlı bilim’ sayılabilmeleri için, 18. yüzyıla kadar beklemek gerekti.
Kopernic güneş sistemini 1543’te aydınlatmıştı. Dinsel güçlerin denetimine girmiş olan Osmanlı devletinde ise, 1800’lerde bile ‘dünya merkezli güneş sistemi’ okutuluyordu.
İstanbul’da Galata’yı İstiklal Caddesine bağlayan bir duraklık kısa metro, dünyanın ilk üç metrosundan biriydi. Ama Şeyhülislam ‘İnsanın ölmeden yeraltına girmesi günahtır’ dediği için, uzun yıllar sadece hayvan naklinde kullanıldı. Padişah 4. Mustafa zamanında, kadınların sokağa çıkmaları yasaklandı. (Devlet ve toplum yaşamında dinsel güçlerin etkisinin artması, ‘gerileme’yi hızlandırdı.’5
Siyasi gücün zamanla zayıflaması ve dinci fikrin devlet mekanizmasına hakim olmasının en son ve en tehlikeli sonucuna ise Metin Aydoğan dikkat çeker, dinin siyaset aracı olarak kullanılmasını kastederek: ‘Türkiye’de aynı işi, uzun yıllar Osmanlı Hanedanlığı yapmış; ancak ülkenin işgal edilmesinden sonra bu kullanımı, işbirlikçi konumuyla işgalcilerle birlikte gerçekleştirmişti. Padişah ve ona yakın dar çevre, ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için, dini vatana ihanet aracı olarak kullanmış, bu tutumlarıyla din-siyaset ilişkilerini, Batı’dan farklı olarak dış karışma aracı haline getirmişlerdi.’6
Evet, Osmanlı’daki dinci gericilik, dinin siyasete alet edilmesinin sonucu olarak toplumsal yapı üzerinde egemen olmuş ve imparatorluğu akıl, bilim ve adaletten uzaklaştırarak, çağının gerisinde, güçsüz ve cahil; daha önemlisi gelişime kapalı bir yapıya sokmuştu. Bu yapının kalıcılığını, uygulamaya konulmak istenen düzeltmeler, reformlar dahi yok edememişti. Ve Osmanlı bu hali ile yıllardır kendisini kabullenemeyen Avrupa devletleri ve Rusya’nın gözünde hedef konumuna düşmekten kaçamadı.
Dini hükümleri akıl ve adaletin önüne koyan Osmanlı, artık ‘hasta adam’dı.
Önce Balkan ve ardından Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan imparatorluk, pazarlık masasında pay edildi. Ancak o masada olmadığı halde pay derdinde olan birileri daha vardı; Halife ve çevresi!
Aydoğan’ın dikkat çektiği durum tam da bu noktada gerçekleşti. Anadolu insanı, bağımsızlığı, onuru, namusu ve geleceği için bir kurtuluş savaşına kalkışmıştı. Başında Mustafa Kemal, tam karşısında ise İngiliz işbirlikçisi halife ve çevresi yer alıyordu.
Osmanlı yöneticileri işgalcilerle menfaate dayalı kirli ilişkilere girmekten çekinmediler. Ve yine dini kullandılar.
Burası çok ama çok önemli; aslında din-siyaset birlikteliğine belki de en iyi örnek: Eğer, antilaik Osmanlı halifesinin, Türk halkı üzerinde sözü geçseydi, bugün din adına esaret altında yaşıyor olurduk. Bir bağımsızlık savaşı vermemiş, özgürlüğümüzü kazanmamış olurduk. O hain ki, İngilizle kolkola girip, Şeyhülislamından fetvalar alıp, din aracılığıyla Türk halkının bağımsızlık mücadelesini hançerlemeye çalışmadı mı? Evet, çalıştı!
Aşağıdaki satırları dikkatle okuyunuz, dinci siyasetin emperyalizm işbirlikçiliği sonucu ortaya çıkmış bu utanç fetvası, bağımsızlığı için savaşan Türk halkını dinsel sömürü ile kandırmak ve esir etmek için Anadolu’ya yayılmıştır:
‘Dünya düzenini sağlayan İslam halifesinin yönetimi altında bulunan İslam ülkelerinde, hak tanımayan bazı kimseler birleşip kendilerine başkanlar seçmiş, sultanın sadık tebaasını yalan ve dolan ile aldatıp kandırarak, padişahın buyruğu olmaksızın halktan asker toplamaya kalkışmışlardır. Görünüşte askeri yedirip içirmek ve giydirmek bahanesiyle, gerçekte ise mal toplamak sevdasıyla şeriata ve padişah emirlerine aykırı olarak bir takım vergiler ve borç para toplamakta, türlü baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyasını zorla almaktadırlar. Böylece halka eziyet etmeyi alışkanlık haline getirip cürüm işlemeye kalkışmış, bazı köylere ve beldelere saldırarak harap edip toprak haline getirmişler ve tebaadan nice kişiyi katletmiş, pek çok kan akıtmışlardır. Padişah tarafından atanmış olan bazı bilim adamı ya da asker sivil görevlileri kendiliklerinden işbaşından uzaklaştırıp kendi yandaşlarını atamışlardır. Başkent ile ülke arasındaki yolculuğu, ulaşımı ve haberleşmeyi keserek, devletçe verilen emirlerin ulaşmasını engelleyerek başkenti ülkeden soyutlamışlardır. Halifeliğin yüceliğini küçültüp etkisini azaltmaya yönelerek, yüce imamlık makamına ihanet etmekle ‘imam’a itaat etmenin dışına çıkıp Osmanlı devletinin yasalarını ve düzenini ve ülkenin asayişini bozmak için yalan dolanla dolu haberler yayarak halkı karışıklıklara sürüklemişlerdir.(…)
Ülkede fitne yaratmaya çalıştıkları meydana çıkan ve gerçeklik kazanan söz konusu yöneticiler ile onlara yardım edenler, baği(asi) olup dağılmaları hakkında yayımlanan padişah buyruğundan sonra da inat ve fesatlarında ısrar ederlerse, onların kötülüklerinden ülkeyi temizlemek ve halkı onların zararlarından kurtarmak gerekli olup, katlolunmaları şeriata uygun ve zorunlu (meşru ve farz) olur mu?
Cevap- ‘Her şeyi bilen Yüce Allahtır’, Olur’!’7
Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, bu fetvasıyla, Anadolu kurtuluş hareketi öncüsü Mustafa Kemal ve onunla beraber hareket eden arkadaşlarının idamının dinen meşru ve farz olduğunu halka yayıyordu ve halkı din aracılığıyla, özgürlük savaşından vazgeçirmeye çalışıyordu. Neden? İngiltere öyle emrettiği için! Peki cahil halk, kendisini yöneten bu insanların, aslında kendisini değil şahsi menfaatlerini düşündüklerini ve bunun için kutsal olan dini kullandıklarını ayırt edebilir miydi? Onun için din en kutsal olandı ve o en kutsalın emrinin Kurtuluş Savaşı önderlerinin idam edilmesi olduğu kendisine söyleniyordu. Ve bu fetva etkisiz de kalmadı; ardından yer yer Anadolu hareketi karşısında eylemler de ortaya kondu.
Ama neyse ki, sonunda idam edilen Mustafa Kemal ve O’nun yürüttüğü bağımsızlık savaşı değil; dini siyasete alet eden, halkın dinsel duygularını kendi çıkarı için kullanmaktan çekinmeyen, kendi geleceği için halkının özgürlüğünü hem de dini kullanarak yok etmeye çalışan halife ve işbirlikçilerinin zihniyeti oldu.
Artık bu gibileri, kendilerine başka sahne aramak zorundaydı!
Kaynakça:
1. Mümtaz’er Türköne, Siyaset, Lotus Yayınevi, 1. Basım, İstanbul, 2003, s: 545
2. Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, 7. Baskı, 2001, s: 165, 166
3. Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, 1. Basım, 2006, s: 27
4. Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, s: 58
5. Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, 7. Baskı, 2001, s:163, 164
6. Aydoğan, Atatürk ve Türk Devrimi, s: 389
7. Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, İmge Kitabevi, 3. Baskı, 2001, s: 170, 171