Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İngiliz Emperyalizmi ve Masonluk  (Okunma sayısı 1520 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 27, 2019, 11:59:39 ös
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Jessica Harland Jacobs ile Ekopolitik Gündem Dergisi, küreselleşme ve emperyalizm üzerine konuştu.
İngiliz Emperyalizminin Masonluk ile ilişkisini inceleyen “Builders of Empire” isimli kitabın yazarı olan Jacobs emperyalizm ve globalizasyon süreçlerine alışılmamış açılardan ışık tutuyor.

Küreselleşme ve emperyalizm arasında yakın bir ilişki bulunuyor. Hatta emperyalizm küreselleşmenin ardındaki birincil etken. Şüphesiz emperyal devletlerden başka, zaman içinde dünyayı birbirine daha bağımlı hale getirmiş “küreselleştiriciler” de gelip geçmiştir. Nayan Chanda bunları “tacirler, misyonerler, seyyahlar ve savaşçılar” olmak üzere dört sınıfa ayırıyor. Ancak bütün bu grupların çoğu da nihayetinde ya kendi imparatorluklarının temsilcisi ya da başka bir imparatorluğun tebaası sıfatıyla imparatorluklar bünyesinde faaliyet göstermişlerdir.

1. Sizce, soğuk savaş sonrasında ivme kazanan son küreselleşme süreci 20. Yüzyıl emperyalizmi ve kolonyalizminin bir devamı niteliğinde mi? Ya da birbirinden tamamen farklı süreçler ile mi karşı karşıyayız?

Öncelikle terimleri doğru tanımlamak gerekiyor. Ben küreselleşmeyi, dünyanın ücra köşelerinin zaman içerisinde birbiriyle gitgide daha yakın ilişkiler içine girmesini sağlayan bir süreç olarak görüyorum. Roland Robertson ve diğer teorisyenler gibi benim için de küreselleşme “dünyaya ilişkin farkındalığın“ topyekün yükselişi demek, ki Robertson bunun için “küresellik söylemi” terimini kullanıyor. Ticari ağlar, göçler, imparatorlukların kurulması, iletişim teknolojileri ve kültürel alışveriş gibi muhtelif faktörler dünyanın daha entegre bir hale gelmesi ve küreselleşmesinde rol oynamaktadır. Bu bağlamda ekonomik entegrasyonun rolü bilhassa önem arz etmektedir ki bu nedenle küreselleşme konusunda yapılan analizlerin çoğu işin ekonomik boyutlarına yoğunlaşır. Tabii küreselleşmenin kültürel boyutlarını da göz ardı etmememiz gerekiyor. Baştan şunu da belirteyim; küreselleşme batılılaşmayla eş değer görülmemeli, zira Batı’nın dışındaki yerler ve halklar da küreselleşme sürecinde önemli, hatta eşit aktörler olarak yer almaktadır.

Emperyalizm metropol bir gücün (metropolitan power), kendi coğrafi sınırları dışında yaşayan madun konumdaki bir dizi “çevre” (peripheral) toplum üzerinde kurduğu siyasî hakimiyet sistemi olarak tanımlanabilir. Böyle bir sistemde, metropol güç sömürgeleri üzerindeki hâkimiyetini doğrudan veyahut -siyasî, askerî, stratejik ve toplumsal sebeplerden ötürü- dolaylı yoldan sürdürür. “Kolonyalizm” (sömürgecilik) ve “emperyalizm” birbirinin yerine kullanılabilir terimler olsa da, bana göre kolonyalizm diğer sömürgeci faaliyetlere ek olarak yerleşimci-sömürgelerin (settler-colony) kurulmasını da ihtiva etmektedir.

Küreselleşme ve emperyalizm arasında yakın bir ilişki bulunuyor. Hatta emperyalizmin küreselleşmenin ardındaki birincil etken olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz emperyal devletlerden başka, zaman içinde dünyayı birbirine daha bağımlı hale getirmiş “küreselleştiriciler” de gelip geçmiştir. Nayan Chanda bunları “tacirler, misyonerler, seyyahlar ve savaşçılar” olmak üzere dört sınıfa ayırıyor. Ancak bütün bu grupların çoğu da nihayetinde ya kendi imparatorluklarının temsilcisi ya da başka bir imparatorluğun tebaası sıfatıyla imparatorluklar bünyesinde faaliyet göstermişlerdir.

Sizin sorunuza gelecek olursak, günümüzdeki küreselleşme dönemi çok eskilere giden bir sürecin son safhasını teşkil ediyor. Tarihçiler bunun başlangıcı konusunda değişik tarihler öne sürmekte ve küreselleşmenin tarihini değişik dönemlere ayırmaktadır. Kesin olan bir şey var ki bu da küreselleşmenin bizim çağımıza has bir olgu olmadığıdır. Buradan hareketle, günümüz küreselleşmesinin önceki safhaların bir devamı, hatta tabiri caizse “olgunlaşma dönemi” olduğu kanaatindeyim. Çünkü 17. veya 19. yüzyıllarda dünyanın kendi içinde entegrasyonunu sağlayan etkenler bugün de hala aktif. Bugünün Starbucks’ı 16. Yüzyıl Amsterdam’ı ve Londra’sındaki kahvehanelerden veya bugünün akıllı telefonları 19. yüzyıl telegrafından çok farklı değil nihayetinde.

Her ne kadar küreselleşmeyi mütemadi bir süreç olarak görsem de, çağımızdaki safhanın birtakım kendine has özelliklerinin olduğunu da kabul etmem gerekir. Örnek vermek gerekirse, küreselleşmenin emperyalizmle ilişkisi (en azından farklı bölgeler ve ülkeler arası münasebetler bakımından) ilk safhalarda olduğu kadar sıkı değil artık. Mal, fikir, bilgi ve insanın dolaşım hızı geçmişe kıyasla çok daha hızlı. David Held’in ifadesiyle, küresel ilişkiler çok daha yoğun ve çok daha yaygın. Bu nedenledir ki günümüz ile ilk dönem küreselleşme süreci arasındaki ilişkiyi sadece “devamlılık” değil aynı zamanda bir “olgunlaşma” olarak nitelendirmek daha uygun düşer.

2. 21. yüzyılda yaşadığımız post-emperyalizm sürecinin 19. ve 20. yüzyıldaki emperyalizm, kapitalizm ve küreselleşme süreci ile ne tür benzeşimleri var?

Soru baştan sömürge-sonrası (post-imperial) bir dönemde yaşadığımızı varsayıyor. Bu başlı başına bir tartışma konusu, bilhassa da emperyalizm, tanımı içerisinde gayriresmî bir emperyal gücün tatbik edilmesini de ihtiva ediyorsa… Dahası, post-koloniyel gibi post-emperyal terimi de resmî bir emperyalizm veya kolonyalizm sürecinin ardından ortaya çıkmış; ancak, hâlâ herhangi bir imparatorluğun parçası olma deneyiminin izlerini üzerinde taşıyan belli bir durumu veya koşulları ifade eder. Buradan hareketle “imparatorluklar çağı” (Hobsbawm) ile post-emperyal bir süreç teşkil eden 21. yüzyıl arasında pek çok benzerlik bulunduğunu söyleyebilirim. Bu benzerliklerden bazılarını şu şekilde sıraylayabiliriz:

- Genel manada kapitalizme olan bağlılık: Ancak 21. yüzyıl kapitalizmi ile önceki dönemlerdeki kapitalizm arasında farklılıkların bulunduğunu, bugünkü kapitalizmin farklı şekillerde (örn. sosyal refah kapitalizmi ve bireyci kapitalizm) tezahür ettiğini görmek gerekiyor.

- Ekonomik gücün çoğunlukla “büyük devletlerin” elinde toplanması. Küresel ekonominin yüzde 70’inden fazlası üç gücün elinde bulunuyor: ABD, AB ve Çin. Çin, çok hızlı bir şekilde ekonomik güç haline gelmesi ve (Tibet istisna olmak kaydıyla) 19. ve 20. yüzyılda imparatorluk inşa geçmişi olmaması itibariyle başlı başına ilginç bir durum teşkil ediyor. Her ne kadar Batı’nın ekonomik hâkimiyeti Çin ve Hindistan gibi ekonomik güçler tarafından tehdit ediliyor olsa da, bu ülkelerde kişi başına düşen GSYH, ABD ve AB’dekinin hâlâ kat be kat gerisinde. Esasında ne tür bir değişimin hangi boyutlarda yaşanmakta olduğuna dikkat etmek gerekiyor.

- Küresel ilişkilerin yoğunluğu ve kapsamında yaşanan artış.

- Dini ideolojilerin insanların dünyayı ve kendi uluslarının bu dünya içindeki rolünü algılama biçimini şekillendiriyor olması

3. İngiliz kolonyal İmparatorluk süreci ile ABD hegomonik süreci arasında bir benzerlik var mı?

Bu soruyu tarihsel açıdan değerlendirecek olursak, pek çok benzerliğin olduğunu söyleyebiliriz:

- her iki ulusun da sömürge imparatorlukları kurmuş olması

- kurdukları sömürge imparatorluklarının en güçlü olduğu dönemde, her iki ulusun da döneminin hakim ekonomik gücü haline gelmiş olması

- resmî ve gayriresmî emperyalizmden müteşekkil bir siyaset tatbik etmiş olmaları

- her iki ulusun da ekonomik, siyasî ve kültürel gücünü topyekün ve etkileyici bir şekilde kullanmış olması

Tabii temel farklılıklar da mevcut. Her şeyden önce Britanya resmî imparatorluğu coğrafi anlamda çok daha geniş bir alana yayılmış, çok daha uzun bir dönem varlığını korumuştu. 17. yüzyılın başlarında İrlanda ve Kuzey Amerika’da kurulan imparatorluk, sonraları daha da genişleyerek dünyanın dörtte birini hâkimiyeti altına aldı ve 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar da bu konumunu muhafaza etti. Hatta Cebelitarık, Bermuda ve Falkland Adaları gibi denizaşırı toprakların hala İngiliz yörüngesinde yer aldığı göz önüne alındığında, Britanya İmparatorluğu’nun bugün bile varlığını koruduğu savunulabilir. Buna karşılık, toprak hâkimiyetine dayalı ABD imparatorluğu ise İspanya-Amerika Savaşı’ndan sonra elde ettiği sömürgeleriyle sınırlı kalmıştır. (Doğu merkezli kurulan bu ulusun Kuzey Amerika’nın Batı kanadına doğru genişlemesi de bir çeşit emperyalizm olarak ele alınırsa, bu sürecin daha uzun olduğu sonucuna varılabilir, ancak öyle bile olsa imparatorluk ömrü bakımından Britanya İmparatorluğu’yla boy ölçüşemez.) Amerikan hâkimiyeti altındaki sömürgeler ya II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bağımsızlığını elde etmiş, ya da metropol ile bütünleşmiştir. (Hawai gibi bazı bölgelere eyalet statüsü verilirken, Porto Riko ve diğer bazı bölgeler eyalet olamadı belki ama hala ABD’nin bir parçası olarak görülüyor.)

Emperyal güçlerinin mahiyeti itibariyle de Britanya ve ABD arasında temel farklılıklar bulunuyor. Daha önce de belirtildiği gibi, İngilizler bilhassa Latin Amerika, Çin ve Ortadoğu’da olmak üzere hâkimiyeti altındaki topraklarda gayriresmî bir sömürge politikası uygulamıştır. Fakat İngilizlerin gayriresmî imparatorluğu resmî imparatorluk ile beraber varlığını korumuş, bir müddet sonra da genelde resmî hâkimiyet altına girmiştir. ABD’nin durumunda ise bir taraf daha ağır basıyor. Her ne kadar Britanya gibi Amerika da II. dünya savaşı öncesi dönemde, savaş sırasında ve savaştan sonraki süreçte resmî (Filipinler’de olduğu gibi) ve gayriresmî nüfuzunu (örn. Orta Amerika’da United Fruit şirketinin faaliyetleri) aynı anda kullanmış bir imparatorluk olsa da, “yumuşak güç” ve “askeri gövde gösterilerinden” oluşan gayriresmî bir güç kullanımı Amerikan emperyalizmiyle çok daha fazla özdeşleşmiş bulunuyor.

Bunun yanı sıra, İngilizcenin, kriket gibi sporların ve -şimdilerde Amerikan markasına dönüşmüş olsa da- Mars gibi İngiliz markalarının yaygınlığından da anlaşılacağı üzere İngiliz kültürel emperyalizmi geçmişten bugüne sürükleyiciliğini korumuş bulunuyor. Fakat bu alanda artık Amerika’nın da ciddi bir söz sahibi olduğu ortada. Amerikan markaları, müziği, konuşma tarzı ve modası dünya genelinde kabul görüyor, hatta deyim yerindeyse insanları sürüklüyor. Britanya’nın aksine Amerikan kültürünün denizaşırı bölgelere uzanıyor olmasında üç ana faktör öne çıkıyor: 1) 1945’ten bu yana Amerika’nın sürdürdüğü jeopolitik ve ekonomik hâkimiyet; 2) oldukça başarılı bir kalkınma ve (Mickey Mouse gibi mallar için) pazarlama imkânı sağlayan geniş çaplı bir ölçek ekonomisine sahip olması; 3) günümüz küreselleşmesinin temel bir vasfı haline gelen küresel ilişkilerin yoğunluğu ve yaygınlığı.

İngiliz tarihçi Berbard Porter ise, İngiliz ve Amerikan emperyalizmini karşılaştırdığı ilginç bir çalışmasında geçmişteki İngiliz İmparatorluğu ile bugünün Amerikan İmparatorluğu arasındaki farklardan birkaçını şöyle sıralar: Amerikan askerî gücünün emsali görülmemiş bir nitelikte olması; Britanya İmparatorluğu’nu idare eden sömürge yönetici sınıfının Amerikan emperyalizminde bulunmaması; Amerikan emperyalizminin Britanya’ya nazaran daha çok ideoloji merkezli hareket etmesi. Son tespite katılmıyor olsam da, ilk ikisinin dikkate şayan olduğunu düşünüyorum.

4. İngiliz imparatorluk dönemindeki yayılma ve kolonizasyon çerçevesinde incelediğiniz mason locaları ve kardeşliğinin etkisi ve inşa edici gücünün AB, Pasifik’teki bölgesel organizasyonlar ve Uzakdoğu’daki kuruluşları etkileyen önemli bir unsur olduğunu düşüyor musunuz?

Bu konu üzerinde araştırma yaptığımı söyleyemem. Masonluğun SEATO (Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü), AB veya diğer bölgesel kuruluşların oluşturulmasında resmî bir rol alıp almadığına ilişkin herhangi bir şey de okumadım bugüne dek. Tabii buradan, söz konusu örgütlerin oluşturulmasında yer almış kişiler arasında masonların-Avustralya Başbakanı Robert Menzies gibi- bulunmadığı anlaşılmasın. Fakat masonlar ile bu kuruluşlar arasında herhangi bir bağ kurabilmek için masonik ve diplomatik kaynakların gözden geçirilmesi gerekiyor.

Mason kardeşliğinin bugünün AB’si üzerinde ciddî bir nüfuzunun olup olmadığı sorusuna gelince, benim kanaatim olmadığı yönünde. Avrupa Komisyonu’nun başkanı iki kez Avrupa’daki mason kuruluşlarından bazılarının temsilcileriyle görüştü. Haziran 2009’da gerçekleşen ikinci görüşme sırasında Barosso ile bir araya gelen “din ikrarı yapmayan birkaç humanist örgüt” arasında sadece bir tek mason kuruluşu bulunuyordu. Öte yandan Fransız Büyük Doğu Mason Locası’nın bazı üyeleri laikliğin teşvik edilmesi maksadıyla Avrupa Komisyonu’ndaki siyasetçiler nezdinde lobi faaliyetleri yürütebilmek için Brüksel’de bir şube açmaya çalışıyor. Bu masonların şube açma ihtiy acını hissetmesi bana göre hâlihazırda herhangi bir güç veya nüfuzlarının olmadığının kanıtı.

5. Soğuk savaş sonrasında/küreselleşme çağında masonik yapılanmanın yeni işlevi sizce nedir? Küreselleşmiş dünyada masonik sistem nasıl faaliyet göstermektedir? Masonluğun işlevi bağlamında 21. ve 20. yüzyıl arasında herhangi bir fark veya benzerlik var mı?

Asırlar boyunca insanlar “daha iyi bir konum edinmek, ‘masonik ritüelleri öğrenmek, benimsemek ve ileriye taşımak,’ yardımlaşmak ve sosyal ağını genişletmek” gibi muhtelif sebeplerden dolayı mason camiasına katılmıştır. Masonluk esasında bir sosyal etkileşim aracı olarak ortaya çıkmış, Avrupa’nın dönüşümünü sağlayan ve 17. yüzyılın sonları ile 18. yüzyılda sivil toplumun doğuşuna vesile olan “cemiyetler çağında” kilit bir rol üstlenmiştir.

Masonluk bugün de hâlâ üyeleri açısından bu işlevleri görmektedir. Elektronik sosyal ağın patlama yaptığı asrımızda çoğu insan yüz yüze etkileşimleri ve insani yanı ağır basan faaliyetleri teşvik eden masonluk gibi kuruluşlara katılma ihtiyacını kendinde hissetmektedir. Masonluk diğer insanlarla bağlantıya geçme, ilişkiler kurma imkânı sunan bir forum görevi görmektedir.

Yine de bugünkü masonluk geçmiş dönemlerdekinden çok farklı; dolayısıyla cemiyetin işlevlerinde de az çok değişim yaşanmış durumda. Bu farklılıklardan bazıları şöyle:

- Geçmişteki masonik kurumlara kıyasla, bugünkü kurumların üyeleri arasında yaşlı kesim daha ağır basıyor; ABD’deki büyük locaların çoğu bu sorunu aşmaya çalışıyor; genç ve orta yaşlıların yer almadığı bir kardeşlik örgütünün ise genç ve orta yaşlıların yer aldığı bir örgütten farklı işlevler görmesi kaçınılmaz.

- Masonluk, güçlü liderlerin bir takım hedeflerini hayata geçirmek için “mason biraderliğinden” istifade ettiği eski dönemlere göre, bugün ABD ve İngiltere gibi yerlerde siyasî nüfuzunu kaybetmiş durumda; öte yandan bugünkü locaların çoğu küçük kaygılar peşinde koşuyor.

- Masonluk artık üyelerine çok fazla yardım sunamıyor; loca vakıfları daha geniş katılımlı masonik kuruluşlar bünyesinde oluşturuluyor.

- Fransa başta olmak üzere pek çok ülkede kadınların mason camiası içindeki varlığı büyürken, bu durum yeni kardeşlik anlayışları ve yeni işlevlerin kapısını aralamaktadır. Haliyle bu duruma karşı sürekli büyüyen bir muhalefet olduğunu da belirtmek gerekiyor.

- Masonluk bugün teknolojiye ayak uydurmaya çalışıyor; “Online localar kurulabilir mi?, Masonik belgelere erişim kolaylaştırılmalı mı?, Mason karşıtlığı internet sebebiyle mi artış gösterdi?” gibi sorular dolaşıyor akıllarda.

- Diğer kuruluşlar (Rotary International, Kiwanis ve diğer ticarî, meslekî kuruluşlar ile eğitim örgütleri) uluslararası münasebet ve etkileşimleri kolaylaştırma ve teşvik etme konusunda masonluk ile rekabet halinde.

6. 18. yüzyıldan önceki imparatorluk süreçlerinde Kutsal Roma, Germen, Osmanlı ve Asya imparatorlukları gibi bölgesel, hegemonik, ekonomik ve siyasal yapılar kurma açısından sizin modelinizde öngörülen “kardeşlik örgütü”nün fonksiyonlarını gören güç ve iktidar odaklarına yakın gruplar var mıydı?

Bu gerçekten çok ilginç bir soru. Öyle ki tam anlamıyla cevap verebilmek için üzerinde çokça düşünümek ve “karşılaştırmalı emperyalizm” üzerine çokça okuma yapmak gerekiyor. Tabii bu listeye İber imparatorluklarını da eklesek iyi olur. Kitabımda da belirttiğim gibi, masonluk İngiliz askerleri, tacirler, sömürge valileri ve sömürgecilerin istifade ettiği küresel loca ağları sayesinde Britanya emperyal gücünün yayılmasına yardımcı oldu. “Kardeşlik” anlayışı, masonluk sayesinde iktidarlar nezdinde kabul gören, ancak yeri geldiğinde emperyalizme karşı da kullanılabilen güçlü bir ideolojiye dönüştü. Bu anlayış sonraları İngiliz emperyal gücünün merasimlerinde de kendini hissettirmeye başladı. Son olarak ise, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında meydana gelen savaşlarda, locaların asker ve para desteği sağlaması, vatanperver gayretler sergilemesiyle birlikte masonluğun kaynakları iyiden iyiye imparatorluğun tasarrufu altına girdi.

Kutsal Roma, Osmanlı, Babür ve diğer son dönem imparatorluklarında benzer bir rol oynamış örgütlerin olup olmadığını bilmiyorum, nitekim daha önce de belirttiğim gibi bu konuda daha fazla araştırma yapmak gerekiyor. Ancak masonluk benim kanaatimce bu tarz bir işlev gören ilk örgüt. Fakat, masonların 18. ve 19. yüzyıl Britanya İmparatorluğu’nda oynadıkları rolün ışığında, dinî örgütlerin (Cizvitler, Mevleviler ve diğer tasavvufî tarikatlar gibi) son dönem imparatorluklarında nasıl bir rol üstlendiğini de incelemek bizi ilginç sonuçlara götürebilir.

7. Masonlar aydınlanma sürecinde nasıl bir rol oynadı? Post-modern dünya ile İbrahimî dinler arasında aydınlanma süreci de göz önüne alınarak nasıl bir uzlaşma tesis edilebilir?

Bu soru iki şekilde yorumlanabilir. Kastedilen eğer masonluğun Aydınlanma sürecindeki rolü ise, 18. yüzyıl Avrupa’sında sivil toplumun yaygınlaşmasında bu yapılanmanın önemli bir payının olduğunu söylemeliyim. Nitekim Profesör Margaret Jacob da mason localarının, yeni yönetim şekilleri ve vatandaşların yönetime katılımı konusunda insanların eğitilmesi için ortam sunduğunu belirtiyor. Yine James Melton locaları “halkın yükselişine” vesile olan kilit mekânlar olarak nitelendiriyor. Aydınlanma’yı büyük düşünürler (diğer bir ifadeyle filozoflar) ve temel fikirlerin şekillendirdiği “bütünsel bir olgu” olarak görmenin ötesine geçtiğinizde, esasında aydınlanmanın değişik vasıfları haiz, çok yaygın ve çok boyutlu bir nitelikte olduğunu görürsünüz. Masonluk orta ve üst sınıf Avrupalılara, Profesör Jacob’un tabiriyle, aydınlanmayı yaşama imkânı sunmuştur. Bu olgu kahvehaneler, okuma salonları, fikir dernekleri, tiyatrolar vb. yerlerde de kendini gösteriyordu belki ama masonluk bu anlamda en başarılı olanıydı.

Şayet kastedilen bireysel aydınlanma sürecinde insanın masonluktan nasıl istifade ettiği ise, başkalarını referans alarak bu soruya cevap verebiliriz, zira ben Mason değilim. Bu soruyu masonlara sorsanız, muhtemelen çoğu, “üyelere kardeşlik sevgisi, huzur ve hakikati aramaları telkin edildiği için masonluğun insanı sadece bireyi değil bütün toplumun terakkisine vesile olduğu” cevabını verirdi. Ancak işler burada biraz karışıyor, çünkü birinin “hakikat” olarak gördüğü genellikle bir başkası tarafından “küfür” olarak algılanabiliyor. Bu nedenden ötürü masonluk loca toplantılarında din tartışmalarına girmeyi yasaklamıştır. Bu kuralın tarihsel geçmişini de incelemekte fayda var. Masonluk; İngiltere, Galler, İskoçya ve İrlanda’da patlak veren siyasi ve dinî nitelikte yoğun bir iç savaşı müteakiben Britanya Adaları’nda doğdu. Kralın idamı ve Cromwell’in liderliğinde Püritan bir hükümetin kurulmasıyla sonuçlanan iç savaşın ardından yine dinî çatışmaların yoğun olarak yaşandığı bir Restorasyon dönemi başladı. [Bütün bu gelişmelerden sonra] 18. yüzyıl masonluğuna önderlik edenler haliyle üyelerin loca dâhilinde siyaset veya din tartışmasına girmemesi konusunda karar kıldılar. Nitekim [İngiltere Büyük Locası tarafından hazırlanan] 1723 tarihli Anderson Anayasası’nda da şöyle denilmektedir: “Din’e, uluslara veya devlet politikasına dair hiçbir tartışma Loca Kapısı’ndan içeriye sokulamaz.”

Birkaç nesil süren din savaşlarının ortasında dünyaya gözlerini açan masonlar, yeni tesis ettikleri kardeşliğin “normalde birbirlerinden ebediyen uzakta kalacak kişilerin arasında bir birlik merkezi, hakiki dostluğun kazandırılmasına bir vesile olmasını” temenni etmişlerdir. Her ne kadar masonluğun kurucuları dini farklılıklara karşı hoşgörüyü açıkça teşvik etseler de, aralarındaki kardeşliği seküler bir yapı olarak tanımlamamışlardır. Öyle ki üstün bir varlığa iman üyelik şartlarından biri olmakla beraber, masonlukta Allah’a itaat telkin edilmektedir. Temelde amaçları ise hassas bir [dünya-ahiret] dengesi kurabilmek.

Masonluk değişik dinlerden insanların bir araya gelip kardeş olabilmeleri için bir forum görevi görmektedir. Bunun tarihteki örneklerini kitabımda bulabilirsiniz. Fakat bazen dışlayıcı bir tavır benimseyebildiklerini de belirtmekte fayda var; bu durum tamamen locanın kendisini nasıl tanımladığına bağlı. Fransız Büyük Locası’nın ateistlerin üyeliği için cevaz verdiği 1870’lerden bu yana, inanmayanların masonluğa katılıp katılamayacağı konusu hâlâ çokça tartışılıyor. O dönemde patlak veren bu fikir ayrılığı bugün de hâlâ devam ediyor, muhtemelen hiçbir zaman da çözülmeyecek.

İbrahimî dinler ile aydınlanma arasında uzlaşmanın tesis edilebilmesi için farklılıklara karşı hoşgörülü davranmak gerekiyor. Ancak, her ne kadar “masonik aydınlanma” İbrahimî dinlere mensup üyelerinin kardeşler olarak bir araya gelmesine imkân verse de, dindar ve atesit insanlar için bu durumun geçerli olduğunu söylemek zor.

(Ekopolitik Gündem Dergisi, Röportaj: Ayşegül Eli Aslantepe, Mayıs-Haziran 2010)
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo