Evrim terimi, «üstesinden gelmek, bir şeyin altını üstüne getirmek» anlamlarına gelen «evirmek» mastarından türetilmiştir. Tekâmül kelimesi ise, «adım adım olgunlaşmak, kemale ermek» anlamını içermektedir. Batı dillerinde karşılığı olan «evolution» sözcüğünün kökü de yuvarlamak ve tomar haline koymak» anlamını taşıyan «wel» dir. Lâtince evolutio terimi, «tomar haline getirileni açmak» anlamına gelir.
Bir varlığın evrimi, değişerek gelişmesi, kendini aşması, içsel veya gizlide duran zenginliklerini açması demek oluyor. Her şeyin bir değişim içinde olduğu gözlemi, evrim düşüncesinin temelini oluşturmuş. O nedenle bunu ilk farkeden ilkçağ düşünürü Heraklit'i, evrim düşüncesinin babası sayabiliriz. Heraklit «Bir nehre iki kere girilemez» derken, hem nehir suyunun, hem de nehre girenin zaman içinde değişime uğradığını vurgular. Değişmenin her şeyi kuşatan evrensel niteliği daha sonra «Değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir» şeklinde formüle ederek diyalektik düşüncenin ilk yasası olur. Yine ilkçağ düşünürlerinden Empadokles, hayatın zamanla gelişen bir olaylar sürekliliği olduğunu ve yetkin olmayanların daha yetkine doğru geliştiğini sezmiş. Aristo ise felsefesini yetkinliğe doğru gelişme düşüncesi üzerine oturtmuş. Ona göre oluş, sürekli olarak alt yapılardan üst yapılara doğru gerçekleşir. Ve daha mükemmele doğru değişme her şeyin yapısında vardır. «Hayvanlar Üstüne Araştırmalar» kitabında Aristo, cansızdan canlıya doğru bir çıkış olduğunu; cansız maddenin canlı bitkiye dönüştüğünü, bitkiden hayvana, hayvandan da insana varıldığını söyler. Yunan atomcuları ise, kalıcı hayvan türlerinin çevreye uyum sağlayan türler olduğunu ileri sürerler. Çok sonraları Lamark, canlı varlıkların çevreye uymayla değiştiklerini ve çevre değişikliklerinin kalıtımla yeni kuşaklara geçtiğini açıklar. Darwin, evrimin «doğal ayıklama» yasasıyla gerçekleştiğini buna ekler.
Her şeyin değiştiği ve yetkinliğe doğru geliştiği gerçeği, ruh için de geçerli. Bedeni kullanan ama bedene tabi bulunmayan, beden yıpranıp gerilediği halde ilerlemekte ve olgunlaşmakta devam eden bir ruh yönümüz var. Nitekim zamanla birlikte olgunlaşır, yaşlandıkça daha tecrübeli ve akıllı oluruz. Ve bir önceki halimizi en başta kendimiz yetersiz ve eksikli buluruz. «Şimdi'ki aklımız olsaydı» öyle yapmazdık deriz. Demek ki, evrimleşiyor, daha iyiye doğru değişiyoruz. İçimizde bitmeyen bir yenilik arzusu olması da, yine sürekli değişerek geliştiğimizin bir göstergesi olmaktadır. İhtiyaç duyduğumuz ve istediğimiz bir şeye kavuşuyor, bir süre onunla oyalanıyor, ondan alacağımızı alıyor, sonra yeni bir şeye yöneliyoruz, Bu hep böyle sürüyor. Ve insan sürekli bir yeninin peşine düşerek daha iyiye ve ileriye doğru değişiyor. Yani evrimleşiyor.
Ayrıca, akıl ve mantığa göre, her davranışın bir anlamı ve amacı vardır. Psikoloji bilimi de, davranışların mutlaka bir ihtiyaçtan doğduğunu ve bir gayeye yöneldiğini kesin olarak belirtir. Yemek yiyen bir insan, açlık ihtiyacı ile yemeğe yönelmiştir ve gayesi karnını doyurmaktır. Öğrenmek ihtiyacı ile okula giden öğrencinin gayesi, bilgili becerili, işe yarar bir insan olmaktır. Bunun gibi ihtiyaçtan doğan her davranış kendine uygun bir gaye güder. Öyleyse bütün davranışların toplamı olan insan hayatının da, ciddi bir gayesi olması gerekir. İnsan doğumdan itibaren, bir sürü acı-tatlı olaylar zinciri içinde yoğrularak, çalışıp çabalayarak belli bir olgunluk kazandıktan sonra ölümle birden yok oluvermesi akla ve mantığa aykırı düşüyor.
Öyle de olsa, yeterli ve doyurucu bir yanıt olmuyor bu. Bir kere, bunca emekle kazanılan olgunluğun, şahısların kendileri için bir önemi kalmıyor. Ölümle yok oluyor çünkü. İkincisi, kazançların kalıtım ve kültür yoluyla diğer insanlara geçmesi, onlar da bir gün öleceklerine göre, yine anlamsız oluyor. Öyleyse öldükten sonra yaşamakta devam eden ruh yönümüzün olması ve kazandığımız olgunluğun böylece kaybolmaması akla daha uygun geliyor. Ruhsal olaylarla ilgili birçok gözlem ve deney de zaten bunu doğruluyor.
Diyalektik düşüncenin ikinci kuralı, evrimi «niceliksel değişimler, sıçramalı olarak niteliksel değişimlere yol açar» şeklinde tanımlar. Doğanın, insanın ve toplumun gelişimini bu yasayla açıklar. Örneğin; 1 derece soğutulan veya 99 derece ısıtılan su, bu ölçüler içinde hangi derecede olursa olsun yine sudur. Isıtma ve soğutmanın niceliksel değişimi onun niteliğini değiştirmez. Yani niteliği değişmez. Ne var ki suyun ısı derecesini 100'e çıkardığımızda veya sıfıra düşürdüğümüzde suyun niteliği birdenbire değişerek su olmaktan çıkar, buhara veya buza dönüşür. Yani suyun yapısında niteliksel bir değişiklik olur. Bunun gibi, insan tıp öğrencisi iken bilgi ve becerisinin yavaş yavaş artmasıyla, belli bir çizgiye eriştiğinde tıp öğrencisi birdenbire doktor olur.
Evrim ve devrim, gelişmenin nicelik ve nitelik yanını gösteren iki unsurdur. Evrim, adım adım gerçekleşen niceliksel bir gelişmedir. Devrimse, eskinin tümüyle yeniye dönüşümünü içeren, birdenbire sıçramalık bir şekilde gerçekleşen niteliksel bir gelişmedir. Ne var ki, karşıtların mücadelesi sonunda ortaya çıkan yeni, yerini aldığı eskinin sağlam ve kalıcı taraflarını da içerir. Su örneğini ele alırsak, 1 derece ile 99 derece arasındaki hali onun evrimidir. Sıfır derecede ani bir değişimle buza, 100 derecede buhara dönüşmesi ise devrimdir. Ancak su kendinden başka bir niteliğe bürünse bile, buz ve buharda yine su saklıdır. O nedenle devirme ve devrilme kelimelerini çağrıştıran devrim'den çok, bir şeyin başka bir şeye dönüşümünü belirten inkilâp kelimesi olayı daha doğru bir şekilde açıklamaktadır.
Tasavvufta gerçeğe yaklaşma birbirini izleyen üç derecede olur: İlm-el yakîn, Ayn-el yakîn ve Hak-el yakîn. Birincide, diyelim ki cesaret erdemine, onun bilgisini alarak yaklaşıyoruz, ikincide öyle birini görerek, o gerçeğe olan yakınlığımız daha da pekişiyor. Üçüncüde ise, cesareti tam benimseyerek, kendimiz öyle oluyoruz. Bu süreci «bilmek, bulmak ve olmak» şeklinde de özetleyebiliriz. Yine «3B» dediğimiz kuralı da aynı olayı açıklamada kullanabiliriz. Beğenme, benzeme ve bezenme. İnsan gördüğü bir değeri önce beğenir, sonra ona benzemeye çalışıyor. Üçüncü aşamada ise o değeri içine alıyor. Yani o değerle bezeniyor. Hani «özendim, bezendim» derler ya. İnsan beğendiği şeye özeniyor, ona benzemeye çalışıyor, onun gibi olmaya can atıyor. Sonunda da o değerle bezenerek, gerçekten öyle oluyor.
Spiritüalizmada ruhun tekâmülü, ruhun madde ile olan ilişkilerinin tekâmülü olarak değerlendirilir. Başlangıçta tecrübe, görgü ve bilgisi olmayan ruhun maddeye gömülmesi ve onun esaretine girmesiyle başlayan süreç, ruhun tecrübe, görgü ve bilgisini arttırarak gitgide maddeye hâkim olması ve madde üzerindeki etkinliğinin artması şeklinde oluşur. Ama bunun işleyiş mekanizması doğrusu pek açıklanamaz. İşte kitaplar dolusu bilginin açıklayamadığı ruhun yükseliş formülünü bir ruhsal celsede Beytî Dost «Ruh-tecrübe-akıl-ruh» diyerek dört kelimeyle özetler. Buna göre ruh, kendiliğinden hareket yeteneği olan bilinçli bir varlık olduğundan tecrübeyi doğuruyor. Tecrübe de aklı meydana getiriyor. Akıl ve onun çalışması demek olan düşünce de, edindiği bilgileri ruha benimseterek, onun eğitilip, yükselmesini sağlıyor. Yükselen ruh daha üst düzeyde yeni bir tecrübe yaparak aynı süreci devam ettiriyor. Böylece ruh, hem tecrübeyi doğuran, hem de bu tecrübeleri değerlendiren akıl sayesinde yükselen ve insanı dolduran bir mekanizma oluyor. Ruh tecrübe ve akıl halkaları gitgide büyüyor ve insan hep daha ileriye doğru gelişiyor.
Evrim daima daha üstün bir düzeyde gerçekleşen yukarıya doğru çıkan sarmal (helezonî) bir gelişim hareketidir. Aslında tüm varlıklar, daha iyiye, daha güzele, yani Tanrı'ya doğru bir tamamlanma ihtiyacı içinde yol alıyorlar. (ALINTIDIR.......)
IŞIK ve SEVGİ İLE KALIN.......