Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: ROMA’DA 1-3 YÜZYILDA HIRİSTİYANLARIN DURUMU  (Okunma sayısı 5072 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Aralık 19, 2009, 11:30:56 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



TRAJANUS

Vespasianus’un ardından 79 yılında tahta geçen oğlu Titus döneminde yaşanmış iki önemli olay, Yahudi ve Hıristiyan kıyımının yenilenmesine neden oldu. Bunlardan biri, Vezüv yanardağının patlayarak Pompei ve Herculanum kentlerini tarihten silmesi, diğeri ise tüm Roma’yı kasıp kavuran veba salgınıydı. Kuşkusuz her iki olay da Hıristiyanlara yıkıldı. Bir diğer deyişle, Hıristiyanlar, art arda gelen bu iki felâketin sorumlusu tutuldu.

Domitianus’un imparatorluk dönemi, Yahudiler ile Hıristiyanlar kadar senatörler, düşünürler ve İmparatorun yakın çevresi için tam bir terör dönemi oldu.

Domitianus’u izleyen Nerva, ardından Trajanus dönemlerinde ise Roma, 21 yıl boyunca sessizliğe boğuldu. Bu dönemin toleranslı ortamına bir örnek vermiş olmak için, İmparator Trajanus’un, yeğeni genç Plinius’un yazmış olduğu bir mektuba şöyle bir göz atalım. Ancak bunun için imparatorun böyle bir mektubu yazma gerekçesini de bilmek gerek.

111-112 yıllarında yüksek rütbeli bir memur ya da vali olarak Bithynia ve Pontus eyaletlerine gelen, Trajanus’un yeğeni Küçük (Genç) Plinius, imparatora yolladığı bir raporda, İsa’ya tıpkı bir Tanrı’ya olduğu gibi, büyücülükle ilgili birtakım şarkılar söyleyerek tapınan Hıristiyanların varlığını anlatmıştı. Ardından da onlara elinden geldiğince iyi davranmaya çalıştığını, ancak Roma yasalarında bu konuyla ilgili hükümlere rastlayamadığı için de uygulamada zorlukla karşılaştığını, ne yapacağını bilemediğini yazmış, yardım dileğinde bulunmuştu.

İmparatorun yanıtı şöyle:

“Sevgili Plinius; Hıristiyan olmakla suçlanan kimselerin davalarının incelenmesinde doğru yolu seçmişsiniz. Çünkü böyle bir duruma genel bir kural koymak olanaksızdır. Bu insanlar peşlerine düşülerek aranmamalıdır; huzurunuza getirildiklerinde, suçlama kanıtlansa bile ceza görmemelidirler. Ancak Hıristiyan olduğunu yadsıyan ve bunu tanrılarımıza dualar ederek belirleyen bir kimse, geçmişi ne kadar kuşkulu olsa da pişmanlığından ötürü bağışlanmalıdır. Gizli yazılan listeler de suçlamalarda hiç rol oynamamalıdır. Bunlar çok kötü örnek olurlar; çağımızın ruhu ile hiçbir şekilde bağdaşmazlar.”

HADRIANUS

Trajanus’un ardılı İmparator Hadrianus’un hükümdarlığı sırasında, 132 yılında başlayarak 3 yıl süren Bar-Kohba Yahudi isyanı yaşandı.

İsyanı kanlı bir biçimde bastıran Roma lejyonları, Yahudilerin tümünü ülkelerinden çıkarttı ve Avrupa’nın dört bir yanına göçe zorladı.

İmparator Hadrianus, Küdüs’teki Siyon Tepesi çevresinde yeni bir kent kurulmasını emretti ve kentin adını da değiştirip “Aelia Capitolina” yaptı. Kentin korunmasını bir Roma garnizonu üstlendi. Yahudilerin kente girmesi yasaklandı.

Bu tarihten başlayarak, Kudüs tam anlamıyla pagan nitelikli bir Roma kentine dönüştü.

ANTONIUS

Hadrianus’un Hıristiyanlar açısından sakin geçen dönemini, Sofu Antoninus’un 138-161 yılları arasındaki sakin dönemi izler.

Sofu Antoninus, Antik Doğu inançlarına hayli meraklı bir imparatordu. Hükümdarlığı sırasında Kybele ve Attis kültleri Roma’da önemli boyutta yandaş kazandı. Bu inançların ayinleri, İmparator tarafından da dikkatle izlenirdi.

Tarihsel bakımdan Marcus Aurelius’a dek Hıristiyanlar ile ilgili kovuşturmaların nedeni daha çok sosyo-kültürel bir motife, halkın karşıtlık edişine dayandırılabilir. İmparatorluk kendini güçlü gördüğü sürece devlet de daha yumuşak ve daha toleranslı davranmış, art arda büyük ekonomik, siyasî ve askerî krizlerin yaşandığı 3. yüzyılda ise tüm felâket ve yıkımların suçunu doğrudan Hıristiyanlara yüklemeye kalkışmıştır. Devleti yıkımdan kurtarmak isteyen imparatorların, aynı zamanda en amansız kovuşturucular olması boşuna değildir.

Roma’nın bu kovuşturmalarındaki asal neden, Hıristiyanlığın devlet içinde devlet haline gelerek imparatorluğa siyasal bir rakip olarak ortaya çıkmasıdır.

MARCUS AURELIUS

Ünlü bir Roma Stoacı düşünürü de olan İmparator Marcus Aurelius, Hıristiyanlara karşı yürütülen zulümleri yeniden başlatan kişidir. Hükümdarlığı süresince önce 163 yılında Roma kentinde Hıristiyan kıyımı yaşanır ve Aziz Justinus şehit olur. Ardından, 177 yılında Lyon kentinde yaşanan kıyımda da Aziz Ponthinus şehit edilir.

Seneca, Yaşlı ve Genç Plinius, köle Epiktetos ve İmparator Marcus Aurelius gibi Stoacı düşünürler, yetiştikleri yüzyılı adları ile onurlandırmış, yapıtları ve düşünceleriyle de insan yapısının saygınlığını yükseltmişlerdir. Gerek dış gerekse iç âlemlerinde yerlerini ve kişiliklerini doldurmuş, saydırmışlardır. Yüksek nitelikli düşünce yetileri, felsefî çalışma ve araştırmalarıyla daha da yetkinleşmiştir. Felsefe, onların ruhunu boş inancın ön yargılarından kurtarmıştır. Günlerini, gerçeğin izlenmesi ve erdemin uygulanmasıyla geçirmişlerdir.

Bununla birlikte bu akıllı insanlar, yetkin olduğu ileri sürülen Hıristiyan öğretisini ya savsaklamış ya da yadsımışlardır. Bu konudaki sözleri ya da suskunlukları, Roma İmparatorluğu’nda o sırada yayılmakta olan yeni din için ne denli nefret duyduklarını göstermektedir. Bunlardan, Hıristiyanlar ile ilgili sözler söylemek gereğini duyanlar; bu yeni dinin inananlarını, aklı başında ve bilgili bir kimseyi inandırmaya elverişli tek bir kanıt gösteremeden gizemli dogmalarına tam bir boyun eğme isteyen inatçı ve bozuk ruhlu düşkünler olarak görmüşlerdir.

AZİZ TERTILLIANUS’UN DEYİŞLERİ

Düşünce tarihinin bu belirgin saptamalarına karşın, Aziz Tertullianus’un “Apologia” (Savunma) başlıklı kitabında, iki imparatorun toleranslı tutumuyla bağlantılı olarak, çok garip ve çok kuşkulu iki örnek vardır. Bunlar, Tiberius ile Marcus Aurelius’un olduğu ileri sürülen buyruklardır. Sırf Hıristiyanların suçsuzluğunu kanıtlamak için değil, Hıristiyan inancının gerçekliğini tanıtlayan mucizeleri de bildirip öğütlemek için uydurulmuşlardır.

Bunların ilkinde, Pontius Pilatus’un İmparator Tiberius’a bir mektup yazarak, suçsuz ve görünüşe göre tanrısal yapıda bir kimseye karşı haksız yere ölüm cezası verdiği söylenmektedir. Ayrıca Tertullianus; her türlü dine karşı duyduğu nefretle tanınan Tiberius’un, Yahudilerin mesihini Roma tanrıları arasına koyma niyetini sezen senatonun karşı çıkması sonucu niyetinden caymak zorunda kaldığını söylemektedir. Bu olaya ilişkin belgelere devlet arşivlerinde rastlanması, bunların Helen ve Romalı tarihçilerin araştırmalarında göze çarpmış olması gerekirdi. Bu durumda, Tiberius’un ölümünden yüz altmış yıl sonra “Apologia”yı yazmış Afrikalı bir Hıristiyan olan Tertullianus’un böyle bir şeyi bildiğine inanmak pek de akla yatkın düşmemektedir.

Tertullianus’un ileri sürdüğü ikinci sava gelince: İmparator Marcus Aurelius’un yönetimindeki Roma lejyonları, Markomanlar Savaşı’nda bozguna uğramaktan âdeta mucizevî bir biçimde kurtulur. Lejyonların acıklı hali, tam o sırada yağan yağmur, dolu, şimşekler ve yıldırım, barbarlar karşısında yaşanan korku ve bozgunun her an gelme olasılığı, Hıristiyan olmayan birçok yazarın güzel anlatımlı yazılarıyla canlandırılmıştır.

Tertullianus’un iddiasına göre, İmparator Aurelius bu mucizevî kurtuluşun ardından, duyduğu hayranlık ve minnet duygusuyla bir buyrultu çıkararak, bu olayı mesihin yardımına bağlamış. Tüm olumsuz koşulların yaşandığı bu hengâmede birbiri ardına yaşanan mucizeler sonucunda barbarlar yenilgiye uğratılmış. Bu mucizelerin nedeni de mesihin katkısı imiş.

Oysa tarihsel belgeler, Markomanlar Savaşı’nda ordu içinde Hıristiyan askerleri bulunmadığını belirtiyor. Savaş utkusunun ardından yaptırılan tunç ve mermer anıtlar, imparator madalyaları ve Antonius dikili taşı, ne hükümdarın ne de askerlerin böyle bir yardımdan yararlanmadığını; kurtuluşlarının, Merkür’ün araya girmesi ile Jupiter’in bağışlamasından ileri geldiğine inandıklarını gösteriyor. Tertullianus’un öne sürdüğünün aksine, Marcus Aurelius, tüm saltanatı süresince bir düşünür olarak Hıristiyanlardan nefret etti ve hükümdar olarak da onları cezalandırdı. Aziz Tertullianus gibi çoğu Hıristiyan aziz ve yazarları da tarihsel gerçekleri saptırarak, Hıristiyan dininin mucizeleri ile bağlantılı dogmalarını bilgisiz halk kesimlerine sunmayı görev edindiler.

Bu tür saptırmalar sadece Orta Çağ’da kalmadı. Rönesans ve Yani Çağ’da da sürdürüldü. Neden sonra, Aydınlanma Çağı ile başlayan bilimsel araştırmalar, Hıristiyan edebiyatının ve Kutsal Kitap saptırmalarının iç yüzünü gözler önüne serdi.

Hayrettir ama erdemli bir hükümdar olan Marcus Aurelius döneminde yaşanan zulümler, zâlimliğiyle tarihe geçen oğlu Commodos’un imparatorluk döneminde yaşanmadı. Nikâhsız karıları arasında ilk sırayı alan ünlü Marcia, ezilen Hıristiyanlar için özel bir acıma duygusu taşıyordu. İşlediği günahlarla İncil’in temel kurallarını bağdaştırma olasılığı yoksa da, kendisini “Hıristiyanların dişi patronu” ilân ederek kadınlığının ve eylemlerindeki hafifliklerin kefaretini ödeyebileceğini sanıyordu. Hıristiyanlar, onun koruması altında politik çekişmeler nedeniyle yaşanan bu 12 yıllık kıyım dönemini güvenlik içerisinde geçirdi.

SEPTIMUS SEVERUS VE ARDILLARI

Commodos’un bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine tahta çıkan Septimus Severus’un döneminde Hıristiyanlar saray ile daha yakın bağlar kurdu. Tehlikeli bir hastalık sırasında, imparatorun gerek bedensel gerekse ruh sağlığı bakımdan yararını görmüş olduğu bir ilacın Hıristiyanlığı seçmiş olan kölelerden biri tarafından hazırlandığı söylendi. O da buna inandı. Hıristiyanlara belki de sırf bundan ötürü özel bir ilgi ve yakınlık gösterdi.

Severus’un saltanatı sırasında, halkın Hıristiyanlara karşı duyduğu öfkenin söndürülmesine çalışıldı ve eski yasaların sert hükümlerinin uygulanması bir süre için askıya alındı. Eyalet valileri, yetki alanları içindeki kiliselerin, gösterilen ılımlılığın bedeli ya da ödülü olarak kendilerine verdikleri hediyelerle uzun süre oyalandı. Bir süre sonra Hıristiyan inancını seçen Romalıların sayısı artmaya başlayıp, bu durum Severus’un dikkatini çekince, Kilise’nin bu huzurlu dönemi de sona erdi.

Severus, Hıristiyanlığın yayılmasını durdurmak için 202 yılında bir buyruk yayınladı. Amacı, Hıristiyanlığa girenlerin önünü kesmekti ama bu amaca ulaşmak için gereken uygulama, dinin yayıcılarına ve uğrunda büyük çaba göstermekte olanlara dokunmadan yapılamazdı. Daha önce yaşananlara oranla daha yumuşak sayılabilecek bu zulüm döneminde, atalarının dinsel törenlerini uygulayarak özür dileyenlerin dilekleri kabul edildi.

Severus’un buyruğunun uygulanması sırasında, Kilise’nin önde gelenlerinden Azize Perpetua ile Azize Felicitas şehit edildi. Severus, Suriye kökenli ve de Güneş Kültü’ne inanan bir kişiydi. Onun bu inancı taşıması aynı anda Roma tanrılarına ve tanrı-imparatora inanmasını engellemediği gibi, Hıristiyanlara karşı daha toleranslı davranmasının da bir nedeni olabilir.

Severus’un ardından tahta çıkan Caracalla da Doğu kökenli tanrılara inanmayı sürdürüyordu. Süt annesi ve lalasının Hıristiyan oluşu nedeniyle olsa gerek, bu genç imparator Hıristiyanlara pek ilişmedi. Buna karşılık, kardeş katili olmakla tarihe geçti. Kardeşi Geta’nın ardından 20 bin kadar yandaşını da kılıçtan geçirtti. Hıristiyanlar ise, sıra kendilerine gelmediği sevinmişti. Mutlulukları bundan sonraki üç imparator boyunca da devam etti. Bu otuz üç yıllık huzurdan büyük oranda yarar gördüler. O zamana dek dinsel toplantılarını özel evlerde, uzak ve tenha yerlerde yapıyorlardı. Artık tapınmak üzere uygun yapılar kurmalarına göz yumuldu hatta izin verildi.

İşte bu dönemde, Roma’da bile Hıristiyan topluluğunun yararlanmasına ayrılmış mülk edinmesine, papazlarını serbestçe atamalarına olanak tanındı. Hıristiyanlar, bu atamalarda o denli düzgün ve örnek alınacak davranışlar sergiledi ki, bu durum paganların bile beğenisini kazandı. Bu uzun dinlenme evresinde, Kilise saygınlık da elde etti.

Kökenlerini Asya eyaletlerinden alan bu imparatorların saltanatları, Hıristiyanlar için çok elverişli olmuştur. Dinin önde gelen kişileri, bir kölenin ya da hükümdarın nikâhsız karısının korumasını yalvararak sağlamak yerine, yüksek dereceli papaz ve filozofların onurlu sıfatlarıyla saraya kabul olundu. Halk arasında yaygın hale gelmiş olan inançlar, yavaş yavaş imparatorların da merakını çekmeye başladı.

ALEXANDER SEVERUS

İmparator Alexander Severus’un annesi Mamme, Antakya’ya gittiğinde, din bakımından tüm Doğu’nun niteliğini ve bilgisini övdüğü Origenes ile görüşmek istedi. Origenes, bu onur verici çağrıya uydu. Kurnaz ve tutkulu bu kadını Hıristiyan yapabileceğini düşünmediyse de yaptığı özendirmeler ile onun dikkatini bu yeni inancın üzerine çekmesini bildi.

Alexander Severus annesiyle özdeş duyguları paylaştığından, Hıristiyan dini için akıllıca ve farklı bir uygulamaya girişti. İnsanlara, yüce ve evrensel bir Tanrı’ya saygı duymalarını öğreten akıllı varlıkların en değerlileri olarak gördüğü Hz. İbrahim’in, Orpheus’un, Apollonius’un ve İsa’nın heykellerini kendi aile tapınağına koydurdu. Neredeyse tüm inançlar ve dinler sarayda açıkça dile getirildi ve uygulandı. Roma imparatorluk sarayında belki de ilk kez yüksek dereceli papazlar görüldü.

KATLEDİLEN İMPARATORLAR

Alexander Severus’u öldürerek tahta el koyan Trakyalı köylü Maximinus, kendisine büyük iyilikleri dokunmuş olan önceki imparatorun hizmetkârlarına ve yakınlarına zulmetmeye kalkıştığında, her sınıftan, kadın-erkek, çok sayıda Hıristiyan da bu gürültülü genel kıyımın kapsamında kaldı. Bu nedenle, çok yanlış olarak, buna “Hıristiyanlara karşı kıyım” dendi. Gerçi Maximinus Hıristiyanlardan nefret ederdi ama sadece onlara karşı bir kıyıma girişmemişti. Egemenliğini sağlama alabilmek için başlattığı dehşet sırasında Hıristiyanlar da dolaylı olarak güme gitmişti; hepsi bu...

Maximinus’un Hıristiyanlara karşı duyduğu nefretin etkileri pek dar bir çerçeve içerisinde kaldı ve kısa bir süreyi aşmadı. Ardından İmparatorluk, kısa bir süre için Gordianus ailesinin idaresine geçti ve tarihte örneklerine sık rastlanacak bir biçimde, 3. Gordianus’u öldürten Filistin kökenli Marcus Julius Philippus’un egemenlik dönemi başladı.

Roma hükümdarlarınca her an katledilecek bir kurban gözü ile bakılan Aziz Origenes, kendisini, İncil’in gerçeğini imparatorların kulağına ulaştırmakla görevli kılmıştı. Philippus’a, karısına ve annesine ayrı ayrı olmak üzere Hıristiyan dinini açıklayan çok sayıda mektup yazdı. Suriye’de, Şam yakınlarında bir yerde doğmuş olan bu hükümdarın yeni dine inananlardan yana olması ve Kilise papazlarına gösterdiği saygı, sonradan Kilise tarihçileri tarafından onun Hıristiyanlığı kabul etmiş olduğu tarzında bir yoruma bağlandı. Hiçbir günahı olmadığı halde İmparator 3. Gordianus’u katletmesinin kefareti olarak, itiraf ve tövbelerle günahlarından arındırıldığı, nitekim salt bu nedenle Hıristiyanlığı seçtiğine ilişkin bir öykü uyduruldu.

3. yüzyılın tam ortasında İmparator Decius dönemindeki kısa dönem şiddet eylemlerine bakıldığında, Philippus’un ölümünün ardından ve ta Domitianus zamanından beri sınırlı düzeyde bir serbestlik ortamı içinde olan Hıristiyanlar için, bu kez aşırı baskılı yepyeni günlerin başladığı görülür.

Decius’un, savaşarak öldürdüğü önceki imparatorun korumuş olduğu Hıristiyanlara karşı, hıncını onlardan çıkarma duyguları ile hareket ettiğini düşünmek yanlış olur. Akla en uygun düşen olasılık şöyle: Philippus ve ondan hemen önceki imparatorların çoğu doğuluydu; Decius ise batılı. Eskiden kalma asıl Roma geleneklerini yeniden yerleştirmek, İmparatorluğu doğudan gelen bu yeni inanç sisteminden kurtarmak istemiş olabilir.

AZİZ CYPRIANUS

Decius’un başlattığı kıyım sırasında büyük illerin piskoposları, cemaatleriyle birlikte sürgüne gönderilmek ya da öldürülmek yoluyla ortadan kaldırıldı. İşte bu zulüm ve işkence döneminde; gayretli, güzel konuşma yeteneği olan, bir o kadar da dinine bağlılık bakımından hırslı bir papaz vardı: Aziz Cyprianus.

Aziz Cyprianus, Carthagine (Kartaca) başta olmak üzere tüm Afrika Kilisesi’ni yönetiyordu. İnananlardan gördüğü saygının karşısında, putatapar yöneticilerin kuşku ve hıncını uyandırabilecek nitelikler taşıyordu. Karakteri ve yürüttüğü görev, Roma yöneticilerinin eline düşmesi gereken bir kurban olmasını gerektiriyordu.

Bununla birlikte, yaşam öyküsü, yüksek dereceli bu Hıristiyan papazının içinde bulunduğu tehlikeli durumun oldukça abartıldığını göstermektedir. Şayet Aziz Cyprianus bir tehlikeyle yüz yüze gelmişse, bunun asıl nedeni, hırs ve tutkularının tutsağı olarak dünya nimetlerinin peşinde koşmuş olmasında aranmalıdır. Onun Kilise kurullarını yönettiği on yıllık sürede, dört Roma imparatoru, aileleri, dostları ve yandaşlarıyla birlikte öldürüldü. Decius’un sert buyrukları, yüksek dereceli devlet görevlilerinin baskısı, halk yığınlarının suçlamaları, Cyprianus’un Kilise yönetimindeki üçüncü yılına rastlar. Roma halkı onu Hıristiyanların başı olarak tanıdığı için, aslanlara parçalattırılması için bağırıp çağırıyordu. Bu durumda Cyprianus’un önlem alması, bir süre için gözlerden uzak kalması gerekiyordu. Nitekim o da öyle yaptı. Kimsenin görmeyeceği bir köşeye çekilmekle birlikte Kilise ile, Carthagineli Hıristiyanlar ile haberleşmeyi gizlice sürdürdü. Zulüm fırtınası geçinceye kadar saklandı. Ününü ve gücünü yitirmeksizin yaşadı. Ancak tüm bu önlemlere karşın, kişisel düşmanlarının olduğu kadar Hıristiyanların da bu tutumu kınamalarından kaçınamadı. Kutsal ödevlerini canice bir kaçışla ve alçakça bırakmış olmakla suçlandı.

Cyprianus, kendini haklı göstermek için, birçok piskoposu örnek aldığını, Kilise’nin gelecekteki gereksinmelerini göz önünde tuttuğunu ve tanrısal bildirilere uygun davrandığını ileri sürdü. Ancak en yetkin savunması, sekiz yıl sonra, din davasını savunurken uğradığı ölüm acısıdır. Onun şehitliğinin öyküsü, az rastlanan bir içtenlik ve tarafsızlıkla yazılmıştır.

Bu olay, Romalıların Hıristiyanlara uyguladığı işkencenin gerek biçimi gerekse özüne ilişkin çok iyi bir fikir verebilir. Bunu en ilginç yönlerini alarak, doğrudan Hıristiyan tarihçilerin ağzından çıkmış olduğu gibi Edward Gibbon’un kitabından alıntılarla aktaralım:

“Valerianus 3. ve Galienus de 4. kez konsulus iken Aziz Cyprianus’e Afrika Prokonsulu Paterinus’un özel konseyine gelmesi buyuruldu. Bu devlet adamı, bir imparatorluk buyrultusu aldığını ve buyrultuda Roma dinini bırakmış olanların atalarının dinsel âyinlerine dönmelerinin emrolunduğunu Cyprianus’e bildirmekteydi. Aziz Cyprianus verdiği yanıtta Hıristiyan ve piskopos olduğunu, gerçek ve tek Tanrı’nın dinine bağlı kalacağını ve kendisinin yasal hükümdarları olan iki imparatorun güvenliği ve gönenci için her gün dua ettiğini bildirdi. Prokonsulus’un kendisine yönelttiği öfkelendirici ve yasadışı birtakım soruları, vatandaşlık hukukuna dayanarak, yanıtlamayı reddetti. Bu nedenle itaatsizlik suçuyla sürgün cezasına çarptırıldı. Kartaca’ya kırk mil uzaklıktaki verimli bir arazide kurulu Zeugitane’nin serbest kıyı kenti olan Kurubis’e  götürüldü... Ünü tüm Afrika’ya ve İtalya’ya yayılmıştı. Hıristiyanlığın gelişmesi için onunla ilişki kurulması her yana bildirildi ve sürgündeki yaşamı Hıristiyanların mektupları, ziyaretleri kutlamalarıyla dolup taştı. Eyalete yeni bir prokonsulusun atanması üzerine, bir süre için durum daha da elverişli oldu. Sürgünden geri çağırıldı, önce Kartaca’da oturmasına izin verilmediyse de, kent dolay-larında sahibi bulunduğu bahçelerde oturması için izin verildi.

Sürgün tarihinden tam bir yıl sonra Aziz Cyprianus ilk kez yargıç önüne çıkarıldı. Afrika prokonsulusu olan Galerius Maksimianus, Hıristiyan dinini vaaz edenlerin ölüm cezasıyla yargılanmalarını isteyen bir imparatorluk buyrultusu almıştı. Kartaca Piskoposu kendisinin kurban edileceğini bilmesine karşın, insan doğasına uygun bir davranışta bulunarak kaçıp canını kurtarmak yerine davası için şehit olmayı yeğledi... Metin olmanın daha uygun düşeceğine karar vererek bahçelerine döndü ve ölüm yargıçlarını orada sabırla bekledi. Bu işle görevlendirilmiş olan iki yüksek rütbeli subay, Aziz Cyprianus’u bir arabaya koyarak aralarına oturttular. Onu hapishaneye değil, subaylardan birinin Kartaca’daki evine götürdüler. Piskoposa güzel bir yemek verildi ve dostlarıyla bir kez daha görüşmesi sağlandı. O sırada, ruhanî pederlerinin yakın sonundan kaygılanmış ve yerinde duramaz olmuş Hıristiyanlar, büyük kalabalıklar halinde sokakları doldurmuş bulunuyordu.

Sabahleyin mahkemeye çıkarılarak kimlik saptaması yapıldıktan sonra Roma tanrılarına kurban kesmesi buyuruldu ve buyrukları dinlememenin sonuçlarının ne olacağı anımsatıldı. Cyprianus’un reddi kesin ve açık oldu. Yargıç, konseyin de düşüncesini alınca, nefret edercesine olsa da, ölüm kararını okudu. Karar şöyleydi: «Thassius Cyprianus’un, Roma tanrılarının düşmanı ve çok kutsal imparatorlar Valerianus ve Gallienus’un yasalarına aykırı bir direniş içerisine sürüklediği bir topluluğun başı olarak boynunun vurulmasına...»

Verilen ölüm cezası,  büyük bir cinayetle suçlanan kimseye uygulanacak olan işkenceler yanında daha yumuşak ve daha az acı vericiydi. Kartaca Piskoposu’nun, ilkelerinden vazgeçmesi ve suç ortaklarını bildirmesi için de olsa işkence uygulanmadı...

…….. Sarayın kapıları önünde yığınlar halinde toplanmış olan Hıristiyanlar, karar okunup bildirilince, hep bir ağızdan, «biz de onunla birlikte öleceğiz», diye haykırdılar. Coşku ve sevgilerinin içtenlikli taşkınlığı, kötü bir tepkiyle karşılaşmamakla birlikte Aziz Cyprianus’a bir yarar da sağlamadı. Halkın ve subayların arasında, direnç göstermeksizin, herhangi bir tacize uğramadan, kentin yakınında, çok sayıda izleyicinin doldurduğu geniş ve ağaçsız bir alana götürüldü. Diyakozlara ve papazlara, aziz piskoposlarına eşlik etmeleri için izin verilmişti. Diyakozlar, giysisinin üst bölümünü çıkarmakta ona yardım ettiler ve kanının değerli damlalarını edinebilmek için yere örtüler serdiler. Cellada yirmi altın verilmesini isteyen şehit, elleriyle yüzünü kapadı ve tek bir vuruşla, başı bedeninden ayrıldı. Vücudu, kâfirlerin meraklı bakışları karşısında, birkaç saat öylece kaldı. Geceleyin onu kaldırdılar, törenle ve parlak ışıklar arasında, Hıristiyan mezarlığına götürdüler. Aziz Cyprianus’un cenaze töreni, resmî makamlardan hiçbir engelleme olmadan, halk tarafından yapıldı. Onun kişiliğine ve anısına saygı görevini yapan Hıristiyanlar ne kovuşturuldu ne de cezalandırıldı.”
(Edward gibbon’un kitabından alıntı.)

Aziz Cyprianus, ya şehit olarak ölecek ya da dinden dönmüş olarak yaşayacaktı. Başka seçeneği yoktu. İkinci seçeneği yeğleseydi, onursuzluk ve alçaklık ile damgalanacaktı. Tarafsız tarihçiler, onun Hıristiyan dinini, tutkuları uğruna bir sömürü aracı olarak kullandığını söylüyor. Bununla birlikte, böylesine gözüpek olmasaydı, bir yanda Hıristiyan din kardeşlerinin korku dolu bakışları altında, diğer yanda putatapar dünyasının kınaması karşısında yaşamını büyük tinsel acılar içinde sürdürmesi olanaklıydı. Vaaz ettiği dogmaların gerçek olduğuna kendisi de temelli bir kanıyla inandığı içindir ki, “şehitlik tacı”nı giymeyi isteklerinin amacı olarak gördü.

İmparator Decius’un kıyım döneminde yaşandığı söylenen bir olay, yaklaşık olarak 200 yıl sonra İmparator Genç Teodosius zamanında Kilise söylenceleri arasında yer aldı. Bu da Hıristiyanlık tarihine ünlü “Yedi Uyurlar” adlı efsane ile geçmiştir.



Ancak bir kerede bu kadar yeter; çok bile... Onun için şimdi burada duracak o efsaneyi sonraki bölüme bırakacağım.
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
4 Yanıt
4809 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 19, 2012, 02:57:50 ös
Gönderen: Tij
3 Yanıt
6668 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 18, 2009, 09:15:11 öö
Gönderen: concordia
0 Yanıt
6899 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 22, 2009, 01:36:59 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
4773 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 03, 2010, 05:27:21 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
12177 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 11, 2010, 11:07:13 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
5166 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 12, 2010, 03:52:53 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
8074 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2010, 08:13:44 ös
Gönderen: ozak1977
0 Yanıt
8373 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 14, 2010, 10:55:29 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
9060 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 18, 2010, 06:08:59 ös
Gönderen: ADAM
8 Yanıt
11458 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 18, 2011, 10:22:28 ös
Gönderen: Escalation