Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: DİN DEĞİŞTİREN YAPILAR 3  (Okunma sayısı 3799 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 24, 2011, 05:54:26 ös
  • Ziyaretçi

Bu konuyla ilgili olarak forumda yayınlanan 2. yazımın sonunda, yeni bölümde Yahudi isyanlarına ve Herodes Mabedinin yıkımına değineceğimi söylemiştim. Ancak Herodes Mabedinin yapımı konusunu biraz kısa kestiğim için olacak üye arkadaşlardan gelen katkı ve sorular Herodes Mabedi hakkında biraz daha bilgi vermemi zorunlu kıldı.

Öncelikle şu konunun altını çizmem gerekiyor. İlk Mabed olan Süleyman Mabedi ve İkinci Mabed olan Zorobabael Mabedi konusunda elde ciddi arkeolojik ve tarihsel belge yok. Eldeki tarihsel belgeler İkinci Mabed'in son olarak Romalılar tarafından yağmalanmasına ilişkin...Yapımına ilişkin ayrıntılar ortada yok...

Ama iş 3. Mabed olan ve İkinci Mabedin onarımı gibi gösterilen Herodes Mabedine gelince durum değişiyor. Zira bu döneme ilişkin bir dolu tarihsel belge söz konusu. Özellikle Yahudi dininden dönerek pagan inancını seçen ve adını bile Romalılaştıran Josephus adlı bir Yahudi tarihçinin yazdığı ve kopyalanarak günümüze kadar iletilen kitaplar var. Yahudi kökenli Josephus pagan inancına dönmese idi elbette yazdıkları günümüze değin ulaşamazdı...

Bu tapınakla ilgili olarak arkeolojik araştırmalar günümüzde de sürdürülmektedir. Nitekim 7 Mayıs 2007'de, Kudüs'teki İbrani Üniversitesi arkeologlarından Prof. Ehud Netzer'in başkanlığındaki bir arkeolog grubu, bu tapınağı bulduğunu iddia etmiştir.

3. Mabed söz konusu olduğunda söz dönüp dolaşıp ister istemez o dönemin ünlü ismi Herodes'e geliyor. Gerçi ikinci bölümde bu kişi hakkında biraz bilgi vermiştim ama yazımı bir kez daha gözden geçirince biraz daha ayrıntılara girmek gerektiğine karar verdim.

M.Ö. 37 den M:Ö 4 yılına kadar süren ve Judaea ile aynı zamanda başka daha birçok yerin hakimi olan Herodes'un saltanatı Hıristiyanlar kadar Yahudi tarihçilerinin de anlamakta zorluk çektikleri bir olaydır. Herodes aynı zamanda hem Musevi dinine dönmüş bir kişiydi, hem de Yahudilere karşıydı. Helen-Roma uygarlığının hem velinimeti ve destekleyicisiydi, aynı zamanda en büyük vahşeti uygulayabilecek kadar da barbar bir doğuluydu. Parlak zekalı bir politikacı ve uzağı gören, cömert, yapıcı ve azami derecede becerikli bir devlet adamıydı; fakat aynı zamanda saf, batıl inançlara sahip, kendi isteklerine gülünç derecede düşkün, çılgınlık derecesinde (bazen de sınırı aşan) kararsız bir adamdı. 

Romalılar tarafından Judea eyaletinin imparator vekili olarak atanan İdumeala'lı Antipater'in küçük oğlu olan Herodes, henüz 25 yaşındayken babası tarafından Galile valisi olarak atandı. 43 yılında babasının zehirlenerek öldürülmesi üzerine onun görevini üstlendi.

Ancak bu sırada Kudüs'te işler bir hayli karıştı. M.Ö. 40'ta yeğeni Antigonus'un liderliğindeki  rakip bir grup, Kudüs'ü ele geçirdi. Kudüs Valisi ve Herodes'un kardeşi olan Phasael tutuklandı ve hapiste intihar etti.

Duruma müdahele etmeye çalışan Herodes Herodes canını zar zor kurtararak Roma'ya gitti ve durumunu Senato'ya anlattı. Senatörler ona 'rex socius et amicus populi Romani' yani "Müttefik kral ve Roma halkının dostu" unvanını vererek onu “oyuncak kral” yaptılar. 30.000 piyadenin ye 6.000 atlının yer aldığı bir Roma ordusunun başında tekrar doğuya giderek Kudüs'ü tekrar ele geçirdi ve yepyeni bir rejim kurdu.

Siyasi ve diplomatik yeteneklerini kullanarak, Roma'daki iktidarın desteğini sağladı. Marcus Antonius’un güçlü devrinde Herodes onun arkadaşı ve müttefiğiydi; Marcus Antonius düşünce, Herodes hemen Octavius Caesar'la barış imzaladı. Augustian imparatorluğu döneminde Roma'nın en sadık ve güvenilir doğulu uydu-kralı oldu.
Korsanların ve haydutların eylemlerini olağanüstü bir beceri ile bastırarak, Roma'nın bütün savaşlarına ve kavgalarına destek veriyordu. Karşılık olarak en değerli ödülleri aldığından krallığı Hasmon sınırlarına kadar, hatta sınırların ötesine kadar genişleterek çok daha güvenli olarak yönetmeye devam etti ve Yahudi tarihine "Büyük Herodes" sanıyla yerleşti.

Yahudi tarihinde hem yaptığı kaleler, kentler, su kemerleri ile hem de katliamlarıyla yer aldı. Kayınvalidesini, karısını, iki oğlunu gözünün kırpmadan öldürten Herodes bir yandan tüccar Yahudilerden hayli yüksek vergiler alıyor, öte yandan Kıbrıs bakır madenlerini imparator Augustus'tan kiralıyordu. Geniş bir bölgenin vergilerini Roma ile paylaşmasını da biliyordu. Devlet düşmanı olarak ilan ettiği kimi zengin ailelerin mal varlığını da devletin -bir bakıma kendisinin- hazinesine aktarıyordu.

Herodes, dünyaya Yahudilerin çok kabiliyetli ve uygar bir halk olduğunu ve bu halkın yeni kurulmakta olan ve yayılan Akdeniz'deki dünya uygarlığına büyük katkıları olabileceğini göstermek istiyordu. Sinagoglar, kütüphaneler, hamamlar ve hayır kurumlarına mali yardımda bulunduğu gibi, herkesin katkıda bulunması için etrafını teşvik ediyordu.

Helen kültürüne hizmet veren bütün kuruluşları ve özellikle gymnasionları  destekleyerek mali yardımda bulunuyordu. Atina'ya, Likya'ya, Bergama'ya ve Sparta'ya kamusal ve kültürel amaçlarda harcanmak üzere büyük meblağlar bağışladı. Apollo'nun Rodos'taki Tapınağını yeniden inşa ettirdi. Byblos'un duvarlarını yeniden yaptırdı, Tyre'de ve Beyrut'ta birer mahkeme inşa ettirdi, Laodicea'ya bir su kemeri yaptırdı, Sidon'da ve Şam'da tiyatrolar inşa ettirdi, Ptolomais ve Tripoli'ye spor salonları yaptırdı ve Ascalon'a çeşme ile hamamlar temin etti.

O zaman Yakın Doğunun en büyük kenti olan Antakya'nın 2.5 mil uzunluğundaki ana caddesinin kaldırımlarını yaptırınca, vatandaşlarının yağmurdan korunması için yol boyunca üstü kapalı sütunlar diktirdi ve bu muazzam eseri cilalı mermerle bitirdi. Bütün bu yerlerde yaşayan yoğun Yahudi nüfusu cömert - Yahudi ağabeylerinin ününün yansıdığı bu konforun tadını çıkarıyorlardı.

Kıyıda Straton Kulesi’nin bulunduğu yerde Caesarea adında heybetli bir kent kurdu. Josephus'a göre bu durum 'Yunanistan'daki Pire'ninkinden daha büyük' yapay bir limanın tasarımını gerektiriyordu. Herodes'un mühendisleri bu amaçla 20 kulaç (yaklaşık 34 metre) derinliğindeki suya yaklaşık 15 metre uzunluğunda, 3 metre eninde ve 2,70 metre derinliğinde, bazen de daha büyük boyutlardaki taş bloklarını yerleştirdiler. Bu, 60 metre eninde dev bir dalgakıranın temeliydi. Kentin tiyatrosu, pazar yeri ve hükümet konağı kireçtaşındandı. Güzel anfiteatrda, her dört yılda bir muhteşem oyunlar düzenliyordu.

Herodes'un kaleleri ve saraylarının ünü tüm Filistin'de yayılmıştı. Bunların arasında Kudüs'te, Hasmonlular'un Baris kalesinin tepesinde, Jonathan Maccabee tarafından inşa edlen Antonia (kale) ver alıyordu; fakat gerçek Herodes usulüne uygun olarak yeni kale daha büyük, daha sağlam ve daha ihtişamlıydı. Diğerleri, Herodium. Annesinin ismini verdiği Jericho'ya yakın Cypros, Ölü Denizin doğusundaki Machaerus ve muhteşem doğa manzarasına sahip Masada 'kayanın içine oyulmuş kale-villası yer alıyordu.

Herodes sürgünden dönen Yahudilerin yerli olanlardan ve Flistinlilerden daha aydın olduklarını, Yunan ve Roma görüşlerine daha açık olduklarını ve bugünkü modern dünya ile daha uyumlu bir ibadet tarzını Kudüs'e yerleştirebileceklerini düşünüyordu.
Bu amaçşa sürgün sonrası Yahudilerini başkentin kamu görevlerine atadı ve oraya düzenli olarak gelmeleri için diğer sürgün sonrası Yahudilerini teşvik etti.

Yasaya göre Mabedin yılda üç defa, Fısıh Bayramında, Haftalar Bayramında ve Gül Bayramında ziyaret edilmesi zorunluydu. Kudüs'ü modern bir Roma-Helen kentinin konforu ile donatarak ve Mabedi yeniden inşa ederek gelip görülmeye değer bir anıt şekline dönüştürmek suretiyle Herodes bu ziyaret geleneğini özellikle sürgün sonrası Yahudiler arasında geliştirmeye karar verdi. Herodes sadece tanınmış bir hayırsever olmakla kalmıyordu, aynı zamanda, çok yetenekli bir propagandacı ve şovmendi.

Daha sonra, M.Ö. 22'de ulusal bir toplantı düzenleyerek, hayatının eseri olacak planını ilan etti: Ünü Solomon'unkini aşacak kadar muhteşem ölçüde Mabedin yeniden inşa edilmesi... Bunu izleyen iki yıl içinde 10.000 kişilik bir işgücü ile yasal alanlarda inşaatçı ve esnaf olarak çalışacak 1.000 kişilik bir rahip grubunun toplanması ve eğitilmesiyle geçti. Bu özenli hazırlıklar, eski Mabedin yıkılmasının sadece yeni ve daha mükemmel bir Mabedin inşa edilmesinin ilk adımları olduğunu Kudüs'teki Yahudilere bildirerek, rahatlamalarını sağladı.

Herodes, endişeli tutucuları gücendirmemek için azami dikkat sarfetti. Mesela sunak yerinin ve rampasının yapımında yontulmamış, dolayısıyla demir değmemiş taşlar (madenlerden arındırılmış) kullanıldı. İşlevsel bir kurban yeri olarak Mabedin inşaatı 18 ay sürdü ve bu süre içinde kutsal yerin imansız bakışlara hedef olmaması için geniş çapta özenli bir perdeleme yapıldı.

Ancak, bu muazzam inşaatın tamamlanması için kırk altı yıl gerekiyordu, şöyle ki 70 yılında Romalıların her şeyi yıkarak taş üstünde taş bırakmadıkları tarihten az önce, zenaatkarlar hâlâ süslemeleri bitirmeye çalışıyorlardı.

Herodes'un Mabedinin muhtelif tarifleri Josephus'un 'Yahudilerin Antik Varlıkları' ile 'Yahudi Savaşlarında, ayrıca da 'Middot, Tamid' ve 'Yoma' isimli Talmud bildirilerinde yer almaktadır. Çağdaş arkeoloji bunlara bazı ilaveler yapmıştır. Arzu ettiği ihtişamlı görüntünün tam olması için, Herodes Mabet Tepesinin alanının sağlam istinat duvarları inşa ettirerek çukurları molozla doldurttu. Bu şekilde oluşturulan ön avlunun etrafına revaklar dikerek, hepsini köprülerle üst kente bağladı. Platformun bir ucunda yer alan kutsal bölüm, Solomon'unkinden daha yüksek ve daha genişti (60 geze karşın 100 gez). “1 Gez yaklaşık 65 cm”

Fakat, Herodes bir rahip ailesine mensup olmadığından, dolayısıyla iç avluya dahi girmesine imkan olmadığından, iç taraflar için fazla bir harcama yapmayı gereksiz bulmuştu ve Kutsalların Kutsalı altınla kaplı olmasına rağmen boştu. Bunun yerine dışarısı için büyük harcamalar yapıldı; giriş kapıları, donanım ve süslemeler altın ve gümüş kaplıydı. Josephus'a göre 'taş olağanüstü beyazdı' ve taşla altının parıltısı güneşte millerce öteden görüldüğünden, Mabedi ilk defa uzaktan gören seyyahlar şaşırıyorlardı.

35 acre “yaklaşık 140 bin metre kare” alanı ve bir mil (1600 metre) çapı olan o kocaman platform, bugün vadinin dibinden görülenin iki katından fazlaydı, zira o muazzam taş blokların alt tarafları günümüze gelene değin yüzyılların döküntüleri ile örtülmüştür. Josephus bu taş bloklarından bazısının uzunluğunun yaklaşık 30 metre, yüksekliğinin 6,5 metre, eninin de 4 metre olduğunu söylüyor. İş, dışarıdan getirilen zenaatkarlar tarafından alışılmışın dışında yüksek bir standartla tamamlanmıştı.

Platformun 12 metre aşağısında kemerli koridorlar yer alıyordu ve tepelerinde, platformun üzerinde, çok kalın ve 8 metre yüksekliğinde yüzlerce Korint sütunu yer alıyordu: Josephus, kollarını açmış üç erkeğin bile onları kucaklamaya yetmediğini söylüyordu. Bina o kadar yüksekmiş ki, manastırlardan aşağı bakınca insanların baı dönüyormuş.

Kutsal ziyaret amacıyla Filistin'in her köşesinden gelen, keza sürgün sonrası toplumu büyük bayramlarda kentte yüzer kişilik gruplar halinde gezerken, geniş bir merdivenden ve ana köprüden platforma çıkabiliyorlardı. Duvarların arkasındaki dış avlu herkese açıktı ve kapılarda para bozanlar, Mabedin giriş ücretini ödemek için gereken 'Kutsal Şekeller için dünyanın her yerinden gelen paraları trampa ediyorlardı. "Bu davranış İsa'yı son derece öfkelendirdi"

Kurbanlık güvercinler satılıyordu. Taşın içine oyulmuş Yunanca ve Latince uyarılar taşıyan kapıda ve duvarda, cezası idam olduğundan, Yahudi olmayanların daha ileriye gitmemeleri yazılıydı.

Binlerce rahip, Levit, yazıcı ve dindar Yahudi Mabedin içinde ve etrafında çalışıyordu. Rahipler ayinlerden ve törenlerden sorumluydular, Levitler ise, koro üyesi, müzisyen, temizlikçi ve mühendistiler. Yirmi dört nöbete veya vardiyaya bölünmüşlerdi ve büyük bayramlarla gelen olağanüstü faaliyeti göğüsleyebilmeleri için Filistin'in her yerinden rahip soyundan veya doğuştan Levit erkeklerle ve sürgün sonrası halkla takviye ediliyorlardı.

Normal kurban uygulamaları vardı: Her gün seher vakti iki tane, güneş batarken de iki tane kuzu, herbiri için de on üç tane rahip. Sıradan Yahudi erkeklerinin kutsal yere girmeleri yasaktı, fakat töreni izleyebilmeleri için kapılar açık tutuluyordu. Her ayin, şarabın içilmesiyle, kutsal yazıların okunmasıyla ve ilahilerin söylenmesiyle sona eriyordu. Çift kavalla, on iki telli harpla, on telli çenkle ve bronz zillerle, orkestra koroya eşlik ediyordu, o arada da gümüş borazan törenin yerini belirleyici sesler çıkarıyordu. Konuklar bu ananeleri egzotik ve çarpıcı, hatta barbarca buluyorlardı, çünkü yabancıların çoğu bayram zamanı kurban kesiminin yoğun olduğu zaman geliyorlardı.

Böyle zamanlarda, ayinlerin törensel feryatlarına ve şarkılarına karışan ürkmüş hayvanların homurtuları ve bağırmaları, boru ve borazanların güçlü sesleri ve her yerden fışkıran kanlar Mabedi bir dehşet yerine çeviriyordu. Bir hacı olarak bu törenlere katılan, Aristeas'ın Mektubu'nun yazarı olan İskenderiyeli bir Yahudi, 700 rahibin sessizlik içinde çalışarak kurbanları keserek, o ağır gövdeleri uzmanca bir beceri ile mihrapta tam gerektiği yere koyduklarını gördüğünü söylüyor.

Hayvan sayısı yüksek olduğundan, kesim, kanın akıtılması ve gövdelerin parçalanması işlemi çok çabuk yapılmalıydı. Çok bol miktardaki kanın yok edilmesi amacıyla, platform düz değil, oyuktu: devasa bir temizlik sistemi oluşturulmuştu. İki milyondan fazla galon alabilen 34 sarnıcı vardı. Kışın orada yağmur suyu depolanıyordu, yazın ise fazla miktardaki kumanya Siloan'ın Havuzundan güneye götürülüyordu. Sayısız borular suyu bir yandan platformun yüzeyine sevkederken, diğer taraftan binlerce kanaldan kan dereleri gidiyordu. Aristeas şunları yazıyordu:

“Kurban kesimini yapanlardan başkasının göremeyeceği, sunağın temelinde bir sürü su deliği var, böylece büyük miktardaki kan toplanarak göz açıp kapayıncaya kadar yıkanıp temizleniyor”'..

Bayram zamanı Mabet, bir sürü insanın itiştiği bir yer halini alıyordu, bunun için kapılar gece yarısından itibaren açılıyordu. Sadece başrahip yılda bir defa Af Dileme Gününde Kutsalların Kutsalına girebiliyordu, fakat bayramlarda kutsal yerin kapılarından içeriye bakan Yahudi erkek hacıların içeriyi görebilmeleri için, perde kaldırılıyordu ve kutsal kaplar incelenmek üzere getiriliyordu.

Hacıların her biri şahsi olarak en az bir kurban sunuyordu -hayvan sayısının fazlalığının nedeni- ve bu ayrıcalık Yahudi olmayanlara da tanınıyordu. Josephus'a göre Herodes'un Mabedi çok saygın ve dünyaca ünlüydü: Yahudi olmayan önemli kişiler de hem dinsel nedenlerle hem de Yahudi görüşüne uyum sağlamak maksadıyla kurbanlar sunuyorlardı. Örneğin M.Ö. 15'te Herod'un arkadaşı Marcus Agrippa büyük bir jest yaparak 100 kurbanlık verdi.

Mabedin varlığı inanılmaz bir düzeye ulaşmıştı. İmparator Augustus'un devlet adamları, hazine odalarında korunan büyük miktarda altın kaplar hediye ettiler. Sürgün sonrası bütün Yahudiler, şimdi İsrail'e katkıda bulundukları gibi, para akıtıyorlardı. Josephus'a göre orası 'Bütün Yahudi refahının genel hazinesi olmuştu. Örneğin, vergi toplayan zengin Tobiad ailesinin başkanı 'evlerinin bütün varlığını oraya teslim etti.' Fakat, en önemli ve düzenli vergi geliri, yirmi yaşın üstündeki bütün Yahudi erkek çocuklarının ödemekle yükümlü oldukları yarım Şekellik vergi idi.

Herodes Mabede karşı istisnai derecede cömertti ve inşaat harcamalarına büyük miktarlarda katkılarda bulunuyordu.

Herodes aşırı tutucu Farisilerle ilişkilerini makul bir çerçeve içinde sürdürdüğünden, kural olarak Mabetle hükümet arasında herhangi bir tartışmadan kaçınıyordu. Fakat son aylarında bu ittifak çöktü. Hem de çok basit bir süsleme yüzünden ...


Süsleme planının bir parçası gereğince Mabedin ana giriş kapısının üstüne altından bir kartal yerleştirtti. Sürgün sonrası Yahudiler buna çok sevinirken başkentin dindar Yahudileri ile Farisiler şiddetle itiraz ettiler ve bir grup Tevrat öğrencisi yukarıya tırmanarak (kimi kaynaklara göre yukardan sarkıtılan halatlara tutunarak) kartalı paramparça ettiler. O sıralarda, hastalığı nedeniyle  Jericho'ya yakın sarayında dinlenceye çekilmiş olan Herodes bu olaya karakteristik enerjisi ve acımasızlığı ile tepki verdi. Başrahip görevden alındı. Öğrenciler belirlenerek, tutuklandılar, Jericho'ya zincirli vaziyette sürüklendiler, Roma tiyatrosunda mahkeme huzuruna çıkarıldılar ve diri diri yakıldılar.

Cömertliğinin ve özgüveninin almış olduğu bu yara daha iyileşmeden, Herodes sedye ile Callirrhoe kaplıcalarına götürüldü ve orada M.Ö. 4'te öldü.

Ardından yönetimi devralan oğulları, yeğenleri ve diğer yakınları onun gösterdiği yönetim ustalığının yanına bile yaklaşamadılar. Roma ister istemez yönetime el koymak zorunda kaldı ve valilik sistemini geri getirdi.

Büyük Herodes'un ölümü Filistin'deki Yahudi yönetiminin istikrarlı döneminin yirminci yüzyılın ortalarına kadar sona ermesine neden oldu.

Onun yerini büyük bir gerilim dönemi aldı. Roma yönetimi altında bu alışılmamış bir durumdu. Romalılar liberal bir imparatorluk yönetiyorlardı. Esas çıkarları ile çelişmediği sürece yerel dini, sosyal ve hatta politik kurumlara saygı gösteriyorlardı. Roma idaresi altında birçok Akdeniz ve Yakın Doğu ülkesi refaha kavuştuğundan, bu idareyi gene de elde edebilecekleri başka herhangi bir şeye tercih ediyorlardı. Bu konuda sürgündeki 6 milyondan fazla Yahudi aynı görüşü paylaşıyorlardı. Bunlar, Filistin'deki olayların yol açtığı sorunlar dışında, yönetime hiçbir zaman problem olmamışlardı. Yahudilerin anavatanında dahi Yahudilerin herhalde geneli Romalıları baskıcı veya din düşmanı olarak görmüyordu.

Ancak, Filistin'deki küçük bir tutucu azınlık, 'kittim' adını verdikleri Romalılarla hiçbir zaman barışmadı. (Kutsal Yahudi metinlerinde çok kere yer alan kittim sözcüğü Akadçadan gelmedir ve saldırgan,işgalci anlamlarına geliyor)

Bu tutucu gruplar zaman zaman şiddetli bir mukavemetin izlediği acımasız cezalara maruz kalma riski ile karşılaşıyorlardı. M.S. 6'da Herodes'un ölümünden sonra Romalıların empoze ettiği direkt yönetime karşı Gamala'lı Judas'ın önderliğinde isyan çıktı. 44'te Herodes Agrippa'nın ölümünden sonra direkt yönetim tekrar konduğunda, benzer nedenlerle bir güruhun başında Ürdün Vadisinde yürüyen Theudas isimli birinin önderliğinde gene isyan çıktı. Üçüncü isyan Vekil Felix’in döneminde (M.S. 52-60) Kudüs duvarlarının Jericho'nun duvarları gibi yıkılmasını bekleyen 4.000 kişinin Zeytinlikler Tepesinde toplandığı tarihte meydana geldi.

Herodes dönemine bu denli değinmemizin nedeni 3. Mabed'in yapım yıllarının genel görünüşüne bir göz atmaktı. Yapım serüveni içinde değindiğimiz kimi ayrıntılar yıkım sırasında daha bir anlam kazanacak ...

Bu bölümde veremediğimiz 3. Mabed'in yıkım öyküsünü bir sonraki bölümde incelemek üzere....



Ağustos 25, 2011, 11:59:17 öö
Yanıtla #1
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Sayın DEDE'nin bu dehşetli yazısı üzereini bir şeyler yazmıştım ben de ama gönderemedin yok oldu nedense.

Aynısını yeniden yazamam.

Ancak sayın DEDE'ye bir sorum var. Bunun için de Galeriye bir Kudüs haritası yerleştirdim.


Şimdi burada iki tepe var. Biri "Tapınak Tepesi" ya da "Moriah Dağı" olarak anılıyor (A ile işaretli olan), öteki de "Siyon Tepesi"... Sözünü ettiğimiz tapınakların hepsi bunlardan ilkinde mi yapılmış? Öyleyse Siyon Tepesi'nin işlevi nedir? Bu konuda herhangi bir bilgi var mı? Yoksa özellikle yapılmış olduğu kesinlikle bilinemeyen Süleyman Tapınağı hatta belki İkinci Tapınak Siyon Tepesi üzerinde yapılmış olabilir mi?

Sonu Sayın DEDE'ye yöneltiliyor elbette; bu konularda çok geniş bir birikimi bulunduğu açıkcça belli olduğu için. Ancak forum üyelerinden başka bilenler de varsa onların da katkıları baş üstüne...


 
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ağustos 25, 2011, 05:17:29 ös
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

Sayın ADAM öyle yerlere değiniyor ki yanıt versen bir türlü vermesen bir türlü...
Konu döndü dolaştı Sion Tepesi üzerine kondu...

Erişebildiğim kaynakları elimdekilerle birleştirerek bu konuya değineyim.

Yahudi tarihine ait tüm kaynaklar ve kutsal kitaplar Sion sözcüğü ile kimi yerde Kudüs’ün (İbranice adıyla Yeruşelayim’in ki anlamı “barış toprağı”dır) tümünü, kimi yerde de bir bölümünü tanımlıyor.

Kutsal Kitabın (Tora) İkinci Samuel 5:7 ve ve Birincii Tarihler 11:5’de “Ne var ki, Davud Sion Kalesini ele geçirdi…”  deyimleri yer alır…Bu değinme, günümüzde mevcut kalan kent sınırlarının güneydoğusunda kalan küçük tepeyle ilgilidir.

Kutsal Kitap’ta Sion sözcüğü kimi zaman da tüm kenti amaçlayacak şekilde kullanılmıştır. (Mika 4.7 ve 4:8) deki gibi... Zaman içerisinde Sion ismi tüm Jehuda ülkesini kapsayacak kadar geniş bir anlamda kullanılmıştır. Örneğin İşaya 10:24’te ve 51:16’da “Ey Sion’da yaşayan benim halkım…” ve “Sion’a derim ki sen benim halkımsın…”  deyişleri yer alır…

Kutsal Kitap döneminin sonlarına doğru Sion  ismi Tapınak Tepesi anlamında kullanılıyordu. Yoel “3:17 ve Birinci Makabiler 7:33’de olduğu gibi…

Yahudi tarihi araştırmacılarına göre son coğrafi saptaması bugün mevcut olan ve Eski Kent’ten kalan kalan duvarların güneyindeki tepenin adıdır.

Sion tepesi ile ilgili kimi bilgileri daha sonra vermek üzere şu konumuz olan 3 tapınağın yapım yerine değinelim.

İlk Mabed (kimi araştırmacılar Tapınak sözcüğünü kullanıyor) ile ilgili bilgiler tümüyle Yahudilerin (Hıristiyanlar için Holy Bible) kutsal kitabı olan Tora (Tevrat’a) dayanıyor. Yahudi araştırmacılar Tora’da yer alan bilgileri arkeolojik ve tarihsel açıdan kesin kanıtlanmış gibi kabul ederek tüm Mabedleri Moriah Dağı üzerine koyarlar.

Şimdi Tevrat’ta yer alan bilgilere kısaca değinelim.

Davud Yeruşalayim’i başkent yapar yapmaz şehrin kuzey sınırındaki küçük bir tepeyi, sahibi olan Aravna adlı bir Yebusi’den 50 Şekel gümüş karşılığı satın alır. Bu satın alma Tora’da (Tevrat’ta) iki yerde kayıtlıdır (2. Samuel 24:24 ve 1. Tarihler 21:25). Bu tepe Moriah Dağı’dır. Burası, Tora’nın belirttiği gibi Avraam’ın (İbrahim’in) oğlu Yitshak’ı (İshak) kurban etmeye gittiği ve şu sözleri söylediği yerdir: “Tanrı görecek” ya da “Tanrı’nın dağında, O görünecek.” (Bereşit 22:14)

Burası, Yaakov’un (Yakup) rüyasında gökyüzüne çıkan bir merdiveni gördüğü ve şöyle dediği yerdir: “Bu yer ne kadar huşu verici! Tanrı’nın evinden başka hiçbir şey yok ve bu, gökyüzünün kapısı.” (Bereşit 28:17)

Bu bilgilerin ardından Kutsal Kitap 1. Bet Amikdaş’ın yapım öyküsünün ayrıntılarına girişir. Verilen bilgilerin tümü Masonik yazında verilen bilgileri aşan bir şeyler içermez.

Bu bağlamda 1.Mabed’in yapım öyküsünün ayrıntılarına girmeye gerek duymuyorum. Onun yerine şu Sion Tepesine dönmek daha yararlı olacak. Bu dönüşü Antik Çağ ve
öncesi ile sınırlı tutmayıp biraz daha yakın tarihlere getirmek gerekiyor.

Devir Orta Çağ. Avrupa’dan silahlı silahsız asker, sivil, din adamı, hırsız, çapulcu yüz binlerce insan akın akın Kudüs’e hacı olmaya ya da daha doğrusu çapulculuk yapmaya gidiyor. Ama gidenlerin tümünün amacı bu değil. İçlerinde 9 kişilik bir şövalye grubu var. Amaçları başka…

Başlarında Bouillon dükü Godfroi var. Godfroi de Bouillon Birinci Haçlı Seferi’ne çıkmadan önce Avrupa’daki varını yoğunu tümüyle elinden çıkarmıştır. Bu durum onun  Kudüs’ü ele geçirse de geçirmese de, bir daha dönmemek üzere gitmekte olduğunun bir işareti olabilir mi?

Şimdi işin en ilginç yerine geliyoruz: Neden Haçlı ordusu Kudüs’ü ele geçirince, Godfroi de Bouillon, kendi ordugâhını, o tarihlerde üzerinde bir Bizans bazilikasının yıkıntılarından başka hiçbir şey olmayan Sion Tepesi’nde kuruyor?
Askeri açıdan en uygun yer olduğu için orayı seçmiş diyorsak soruyu kolayca yanıtlamışız demektir. Ama “belki işin içinde başka iş vardır” diyorsak başka bir açılıma gideriz.

Bu durumda ister istemez bin yüz yıl kadar önceye dönmek zorundayız.

Tevrat’ın “Yeşu” 18. Babına kalırsa; Israiloğulları “Vadedilen Topraklar”a yerleştikten hemen sonra, bu ülkenin 12 kabile arasında paylaştırması yapılmış. Tevrat’ta her bir kabilenin sahip olduğu bölgeler uzun uzun betimleniyor. Kudüs’ün de içinde yer aldığı bölgenin Benjaminler’e verildiği belirtiliyor. Tevrat’ta, daha Kral Süleyman zamanında, Israiloğulları’ndan kimilerinin gene “puta tapar” olmaya yöneldikleri, yozlaşmanın giderek arttığı da yazılı.

“Hakimler” 20. ve 21.’de yazıldığına göre, özellikle Benjaminler “Baal inancı”na kapılmışlar. Bu yüzden, diğer kabilelerle bozuşmuşlar ve Israiloğulları arasında yer yer kanlı çatışmalar çıkmış. Benjaminler’in çoğu öldürülmüş. Sağ kalanları da ülkeyi terk etmişler.

Fransız tarihçi René Grousset (1885-1952) Paris’teki Milli Kütüphane’de bulunan “Gizli Dosyalar” içinde yer alan bazı sayfalarda şunları yazıyor:

Kudüs’ten ayrılan Benjaminler önce Fenikeliler’e sığınmışlar. Benzer ilkeler üzerine kurulu inançları olduğundan, Fenikeliler onları hoş karşılamışlar. Daha sonra gruplar halinde Fenikeliler’in gemileriyle denize açılmışlar. Kimileri Mora Yarımadası’na, kimileri de Anadolu’nun Ege kıyılarına çıkmış. Mora’ya çıkanlar Arkadyalılar ile, Anadolu’ya çıkanlar ise Lidyalılar ile kaynaşmış. Truva’ya yerleşenleri de olmuş. Çoğu ise kuzeye doğru göçmeyi sürdürmüş. Makedonya’yı geçip Balkanları aşarak Tuna boyunca Batı’ya doğru ilerlemişler. Atinalılar Truva’yı düşürdükten sonra, burada kalmış olanlar da Trakya üzerinden Orta Avrupa’ya çıkmış olanlara katılmışlar.

Bir süre Prusya’da kalmış, sonunda Galya’ya (bugünkü Fransa’nın kuzeydoğusuna) ulaşarak orada yerleşmişler. Paris ve Troyes kentlerinin adlarının daha önce Truva’da kalmış olan Benjaminler tarafından oradaki olayların anısını  yaşatmak üzere konduğu gibi bir varsayım da öne sürülmüş.

Bu noktada ilginç bir yanlışlık yaşanmış olsa gerek. Paris kenti adını Galya halklarından Parisii lerden almaktadır. "Paris" aslında Romalıların "Lutetia" yerine kullandıkları "Civitas Parisiorum" (Parisiilerin şehri) adının zamanla değişmesi sonucu oluşmuştur. Paris aynı zamanda şehrin etrafındaki yöreye de (Parisis) verilen isim olmuştur.

Troyes ismi Truva (aslı Helence Troia)’dan gelse bile Paris adının şu meşhur Helena’yı kaçıran Kral Priamos’un oğlu, Hector’un kardeşi yakışıklı İda Dağı çobanı Paris’ten gelme değildir. Bu yanlışlığa göz ardı edip şu Benjaminler öyküsünü Sion Tepesine bağlamaya çalışalım.

“Gizli Dosyalar”daki soy ağacı çizimlerine göre; Frank Krallığı’nın temelini oluşturan Merovenjler, Benjaminler’in kalıtımını taşıyorlar. Godfroi de Bouillon’un asıl amacı  “Kutsal Topraklar”ın Müslümanlar’dan alınarak Hristiyanlığa mal edilmesi değildir. Bu görünüm altında Haçlılar’ın desteğiyle, kendi ana yurdu saydığı ülkeyi ele geçirmektir. Daha yola çıkmadan önce oluşturduğu kurumun adı, amacına eriştiği zaman Sion Tepesi’nde yerleşmeyi, orada bir küçük manastır (prieuré) kurmayı kafasına koymuş olduğunu göstermektedir. Somut olarak böyle bir manastır kurulmamıştır. Fakat “Prieuré de Sion” bir örgüt ya da bir kurum niteliğini taşımak üzere önce Kudüs’te, sonra Fransa başta olmak üzere Avrupa’da varlığını sürdürmüştür.

Sion Tepesi Yahudiler için bu denli önemli midir?... Çok daha önemli olan, bir “simge” olarak da benimsenebilecek başka bir yer, bir kişi adı bulunamamış mıdır?
Bu sorunun yanıtı hem evet hem de hayır olabiliyor. Tutucu Yahudiler için Sion adı başlıbaşına bir simge olaydır. Ve bunun işareti çeşitli kaynaklarda adeta mitolojik bir öykü gibi yer almaktadır.

Yahudilerin "Sion'a geri dönmeleri" ifadesi ilk olarak 1140'da ölen Yehuda Halevi tarafından dile getirilmiştir, Bir Yahudi efsanesine göre, Kudüs'e yaklaşınca kutsal şehrin gücü altında ezildi ve en güzel ağıtını söyledi bu sırada atlı bir Arap tarafından ezilerek öldürüldü. Yahuda Samuel Halevi Andalusia (Endülüs Toledo) doğumlu ve yazılarını Arapça yazan bir dinbilgini ve şair idi.

Sion Tepesi, Birinci Haçlı Seferi sonunda Hıristiyanlar’ın Kudüs’ü ele geçirmelerini sağlamış olan  Godfroi de Bouillon için çok önemliydi. Onun bir tutkusuydu. Bu nedenle 1090 yılında kurduğu örgüte Prieuré de Sion adını vermişti. Bu örgütün ülküsünün ise Yahudiler ile hiçbir ilgisi yoktu. Fakat Merovenjler ile ilgisi vardı; Benjaminler ile ilgisi vardı. Hatta bu işin ardında bir “tarihsel hesaplaşma” olduğu bile söylenebilir.

Peki bu Prieuré de Sion adlı örgütün bir başka kurum için önemi yok mu?.

Şövalye Ramsay tarafından Masonluğun kökleri Templier Şövalye örgütüne bağlanınca, G.de Boullion’un da bu örgütün ilk Başkanı (Büyük Üstadı) olduğu saptanınca Sion Tepesi’nin tapınakların inşa yeri olmaktan öte bir şey olduğu ortaya çıkar gibi oluyor (mu?)

Nereden nereye!

Sayın ADAM öyle yerleri deşiyor ki değinmeden olmuyor. Konu başka yönlere kayar gibi olsa da “Din Değiştiren Yapılar” adlı araştırmamı “lastik gibi uzasa da” sürdürmeye ve bitirmeye kararlıyım…

Not: Bu arada hemen deşilecek bir konu da aklıma geliverdi: Masonluk ve Siyonizm…





Ağustos 25, 2011, 05:37:43 ös
Yanıtla #3
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Sayın DEDE'nin bu yanıtı benim bu forumda başka başlıklar altında anlatmış olduklarımla kısmekn örtüşmkle birlikte, benim değinmemiş olduğum noktalar da bulunduğundan konunun tümüne ilgi duyanlar için sanırım daha bir bütünleyici oldu. Gerçi tarihler bakımından Sayın DEDE ile tam bir uyum içinde değiliz ama olsun; o kadar da önemli değil. Ancak bir tek şunu belirtmeli: Söz konusu o dokuz şövalye olayı daha sonra, 1118 yılında ve onların Bouillon Dükü Godfrey ile doğrudan bir bağlantısı yok. Olayın bütünündeki tezgah hep aynı. Çıkış yeri aynı yer. İlgilenen kişiler aynı aileden/soydan gelme. Amaç aynı.

Sayın DEDE bir de Masonluk ve Siyonizm konusuna girme niyetini bielirtmiş. Gerçi bu konu da forumda çok görüşülüp tartışılmıştır ama neden olmasın. Belki eksikleri tamamlanır Sayın DEDE gibi bir uzman araştırıcçının katkılarıyla.

Bu arada, bu konu Ayaüsaofya ile başlamıştı aslında değil mi?... Oraya gelene dek daha çok yolumuz var. Demek oluyor ki Ayasofya kilise mi olmalı, çami mi, yoksa müze mi diye ortaya konulan bir soru öyle kolayca ve sırf günümüzün koşulları ile anlayışı çerçevesinde yanıtlanacak olursa, bu iş çok yüzeysel bir geçiştirme oluyor. Kültürlü bir kişi bu işin temelinden beri neler olup bittiğini, insanların bu coğrafyada nasıl everelerden geçmiş olduğunu da bilmeli.


 
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
4 Yanıt
3972 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 22, 2011, 12:28:57 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
3358 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 23, 2011, 12:43:26 ös
Gönderen: DEDE