Uzun deneme ve gözlemlere dayanarak söylenmiş ve halka mal olmuş sözlere 'atasözü' diyoruz. Tanımında da geçtiği gibi, kim tarafından ve ne zaman söylendiği bilinmeyen ve halkın bütününe mal olmuş bu sözler, yüzyılların imbiğinden süzülmüş özlü sözlerdir. Deyim ise, genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatımlara denir. Bu sözlerde, ne bir fazla, ne de eksik bir kelime bulunur. Yani sözden bir kelime çıkarıldığında anlam bozulur, bir kelime ilave edildiğinde de anlama yeni bir şey katmaz.
Atasözleri, genellikle bir durumu veciz bir şekilde ifade etmek için kullanılır. Bazen olmuş bir olaydan sonra söylenir. Bazen de olması muhtemel bir kazadan korumak maksadıyla kişiyi sakındırmak için söylenir. Yine tasavvufi terbiye altına giren müritlere, bazen sülûkları boyunca karşılaştıkları hal ve hareketlerin anlaşılmasına katkıda bulunması için temsil yoluyla, bazen de kaçınmaları gereken davranışlardan uyarmak amacıyla söylenir.
Meselenin daha iyi anlaşılması için, Mevlana (Mevlevî, XIII. asır), İsmail Hakkı Bursevî (Celvetî, XVIII. asır) ve Lütfi Filiz'den (Melâmî, XXI. Asır) alınmış örnekleri aktarıyoruz.
----------------------------------------------------------------
Bir dost bir post
Posttan kastedilen vücûddur, bildiğimiz post değildir. Nesimî’nin bir şiirinde de geldiği gibi;
Bir gün olabilesen cübbe vü destârından (3)
Yukarıdaki açıklamaları biraz daha açacak olursak; post dünyada sahip olduğumuz bedenimizdir. Bir başka yorumda ise dünya alemidir. Dost ise mürşid-i kâmil ve Cenab-ı Hak’tır. Beden için düşünecek olursak post beden, dost, içinde taşıdığımız ilahi nefhadır. Kainat için düşünecek olursak post, bütün kainat, dost ise kainatta görünmeyen ancak her zerresinde bulunanan vücûd-ı mutlaktır.
(3) İsmail Hakkı Bursevî, Rûhü’l-Mesnevî I, İstanbul, 1287, s. 58
------------------------------------------------------------------------------
Ak akça kara gün içindir
Burada kara günden kastedilen karşılaşılan güçlüklerdir. Bunlar arasında doğal afetler de yer alır. Nitekim Kuran-ı Kerim’de; “De ki; karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır. (Enam, 63) Çünkü, karanlık ile görme duyusu kaybolduğu gibi, büyük afetler de bütün duyguları kör eder ve aklı dehşete düşürür. Onun için şiddetli günlere karanlık günler de denir. Türkçe’de ‘ak akça kara gün içindir.’ Sözü bu manaya gelir.(4) Bursevî burada kara günü açıklarken ak akçeyi açıklamamıştır. Kanaatimize göre, tasavvufî manaya göre yorumlayacak olursak, ak akça, tasavvuf yolunu tamamlamış olmak ve tevhit ilmini öğrenmektir. Çünkü bu ilmi öğrenenler için böyle karanlık günlerde ne korku ne de hüzün olur.
(4) İsmail Hakkı Bursevî, a. g. e., s. 154.
--------------------------------------------------------------------------------
Yoktan var olmak
Yoktan hiç bir şey var olmaz. Biz bu âleme gelmezden önce var mıydık? Vardık, ama bir hücre olarak var olduğumuz için görünmüyorduk. O halde oluşumuz, bu dünyada bir şekil değiştirmeden, bir metamorfozdan başka bir şey değildir. “Ben her gün bir şandayım” <55-29> âyeti genel bir hüküm olduğu için; her yeni doğan çocuğun bir diğerinden farklı oluşundan, madde âleminin tüm fertlerine, oradan da mana âleminin tüm unsurlarına kadar her şeyde geçerlidir. Yılanların yılda bir defa kılıf değiştirmeleri ve adeta ölüp, yeni bir kılıfla tekrar doğmalarından tutun, insan vücudunda her an binlerce hücrenin ölüp, yerine yenisinin gelmesine kadar her değişimde bu âyeti görmek mümkündür. Zaten insanda da ebedi hayat denen şey, ölüp, dirilmekle sağlanmaktadır. Bu dünyadayken bile, biz hiç farkına varmadığımız halde, her gün milyonlarca hücremiz ölmekte ve yerine yenileri oluşmaktadır. Ölen hücrelerin harabiyetiyle ortaya çıkan toksinler akşamları yorgunluğa neden olarak, bizi gece uyuyup, dinlenmeye zorlarken, bunların yerine yeni meydana gelen hücreler ertesi sabah zindeleşmiş olarak uyanmamızı sağlamaktadır. Sonunda biz de şekil değiştirip, ilk geldiğimiz görünmezlik âlemine gideceğimize göre, yoktan var olmak yerine, görünmez âlemden görünür âleme geldik tabirini kullanmak daha doğrudur. (5)
(5) Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, Birinci Kitap, yay. haz. Saim Öztan, Seyhun Besin, Şenol Filiz, 2. bs., İstanbul, Pan, 1999, s. 362.
--------------------------------------------------------------------------------
Haydan gelip huya gitmek
İnsanların, bazı sözleri hiç düşünmeden tekrarladıklarını biliyoruz. Bunlardan biri de: “Haydan gelen huya gider” atasözüdür. Bu sözün insan yaşamındaki en anlamlı örneği, insanın nefes alıp, vermesidir. Nefes almakla havadan alınan oksijen vücuda hayat verirken, nefes vermekle de vücuttaki karbondioksit kâinata iade edilir. Soluk alır ve verirken çıkarılan sesler dikkatle dinlenecek olursa, bunların hay ve hu’dan ibaret olduğu fark edilebilir ki, bu da; insanın, her nefes alışta içine çektiği hava ile Hayy esmasına tecelligâh olarak canlanıp, her nefes verişte bunu Hû’ya vermesi demektir.
Ölümün de doğumun da pek çok türleri vardır. Örneğin: İnsanın her nefes alışı dirilmek (Hayy), her nefes verişi ise ölmek (Hû) demektir. Derin nefes alıp, verirken çıkarttığımız seslere dikkat edersek, bunun doğru olduğunu müşahede ederiz. Biz, solunum esnasında Hayy’dan geleni Hû’ya vererek, atasözünün hakikatini her an uyguluyoruz. Dakikada ortalama yirmi kere soluduğumuza göre, hepimiz dakikada yirmi kere ölüp, yirmi kere doğuyoruz demektir. (6)
A. e., s. 115.
--------------------------------------------------------------------------------
Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur
İlimlerin sınıflandırılmasını Peygamberimiz: “İlim ikidir. Önce beden ilmi, sonra din ilmi” hadisiyle yapmıştır. Bu hadisiyle; insanın, bedeni sağlıklı olmazsa, ağrı ve sancılarını unutup, ibadet etmesinin ve ettiği ibadetten zevk almasının mümkün olamayacağını ima etmiş, böylece önce bedene bakıp, onu zararlı şeylerden korumak gerektiğini bildirmiştir. Bu nedenle insanları: ye, yeme; iç, içme gibi emirlerle yönlendirmeye çalışmıştır. Çünkü, ilim kapıları ancak sağlam bir bedene sahip olunduğunda açılır. Türkçe’deki: “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” atasözü de bu gerçeği ifade etmektedir.
Hazret-i Peygamber’in beden ilmi diye vasıflandırdığı ilim, maddesel veya zahiri ilimlerdir ki, bunlar da; insan bedeniyle ilgili ilimler ve modern bilimler denen, maddesel dünya ile ilgili olan ilimler diye tekrar ikiye ayrılabilir.
Peygamberimiz’in ilmi, bu şekilde, beden ilmi ve din ilmi diye ikiye ayırması boşuna değildir. Kendini bilmeyen Allah’ı bilebilir, kendinden haberi olmayan dinden haberdar olabilir mi? Eğer kişi kendinden ve dinden haberdar olmazsa, o zaman yaptıkları sadece taklitten ibaret olur. Kıyamı, rükûu, sücudu bilmeyen bir insanın kıldığı namaz namaz olabilir mi?
İnsanın kendini ve Allah’ı bilebilmesi için, önem açısından, hayattan sonra gelen sıfat, ilimdir. İlimde de, Peygamberimiz’in buyurduğu gibi, beden ilmi önde gelir. Çünkü, bu bilinmesze hayat tehlikeye girer ve diğeri hiç öğrenilemez. Onun için, şeriat ta beden ilminin içinde mütalaa edilir.
Şer’i namazda yedi azanın faal olması, bedeni faal tutmak amacına yöneliktir. Nihai amacın, hakikate ulaşmak olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur. Bu nedenle, islamiyette boş bir şey yoktur.
Beden ilmini küçümsememek lazımdır. Çünkü, o olmazsa, maneviyat ta olamaz. Onun için: “Allah hıyanet edenleri sevmez” <8-58> hükmü gereğince insan kendine ve sağlığına bakıp, Allah’ın kendisine emanet ettiği bedenine hiyanet etmemelidir. Hazret-i Peygamber’in: “Doktor olmayan yerde oturmayanız” tavsiyesi de bu doğrultudadır. Tabii, burada bahsi geçen, insanın gerçek bedeni olan manevi vücudu değildir.
Her insan, taksimde kendine düşene razıdır. “Akılları pazara çıkartmışlar. Herkes gidip, kendi aklını almış” diye bir söz vardır. Bu söz herkesin kendi payına düşene rıza gösterdiğini anlatmak için söylenmiştir. Kişi kendi payına düşeni aldıktan sonra bu âlemde esas işleyeni de öğrenirse, Allah ona Hakkanî bir düşünce ihsan eder. Zaten, insan düşüncedir. Bizim gördüğümüz bedense bir testiden ibarettir. Önemli olan o testinin içindekidir. Ama testi olmazsa, içindeki duramaz. Nasıl bir tohumun kabuğunu soyunca içi çürür veya kabuğu çıkarılmış bir tohum ekildiğinde bir şey çıkmazsa, beden olmayınca da ruh duramaz. Bu sebeple biz: “İnsan önce bedenine bakmalıdır” diyoruz. Sağlığı, yemesi, içmesi, hareketleri normal olan insanın düşünceleri de sıhhatli olacaktır. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” atasözünün anlatmak istediği de budur. (
(
A. e., s. 160-161.
--------------------------------------------------------------------------------
Ne ekersen onu biçersin
İnsan aslında bir tohumdan ibarettir. Nasıl toprağın altındaki tohum gelişip, bir ağaç halini aldıktan sonra tekrar tohum veriyor ve bu verdiği tohum “Ne ekersen onu biçersin” atasözündeki gibi, yine o toprak altındaki ilk tohumun türünden oluyorsa, nûr-u Muhammedî ile meydana gelmiş ve kâinatın meyvesi olan insan da, ilk ekilen insan tohumunun aynısı olarak meydana gelmekte ve kâinat o insanı yetiştirmeye çalışmaktadır. Onun için, gerçekte insan kâinata değil, kâinat insana taliptir. Kâinatın, tüm gayretiyle, kendine düzen vermek üzere yetiştirdiği insan, gittiğinde yerine bir yenisini bırakmakta ve gidenle, yerine gelen arasındaki fark parmak izlerinde belirmektedir.
İnsanların her yaptıkları iyilik veya kötülük, havuza atılan taş misali tekrar dönüp, ilk değdiği noktaya gelecek ve atanı bulacaktır. Çünkü, kâinat insandan zahir olmuştur ve sonunda yine bize gelecektir. Bu: “Ben önce ruhu yarattım” hükmünün sonucudur. Öncesi ruh veya gönül olduğuna ve “De ki: Biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz” <2-156> hükmünce her şey aslına rücu edeceğine göre, bu böyledir. Yukarda anlattıklarımız Türkçede: “Ne ekersen onu biçersin” atasözüyle özetlenmiştir. (9)
(9) A. e., s. 362.
--------------------------------------------------------------------------------
Çalışan Mevlâ’sını da bulur belasını da
Allah: “Allah daima yüce bir yardımcıdır” <48-3> hükmünce, kendisi için çalışana yardım eder. Bu âyetin halk arasında basite indirgenerek söylenegelen şekli: “Çalışan Mevlâ’sını da bulur, belâsını da” atasözüdür. Bu sözle Mevlâ olarak kastedilen şey: manevi güzellikler, belâ kelimesiyle anlatılmak istenen de: maddi kazançlardır. (10)
Keskin sirke küpüne zarar
İnsanın karşısında gördüğü, kendinden başkası değildir. Onun için: “Keskin sirkenin zararı küpüne olur” atasözünü hiç akıldan çıkartmamak gerekir.
Şeytan denen şey, insanın nefsinin cehaletidir. Nefis, cehaletten kurtulursa aziz olur, çünkü, insanın canı ruhunun aynasıdır. Nefis, can ve ruh, aynı şeyin mertebesine göre aldığı isimlerdir. Tıpkı avam, havas, ahassül havas, yahut nas, beşer v.s. gibi... İnsan denince; cini de, meleği de, Rahmanı da, şeytanı da kendinde toplayan canlı anlaşılır. (11)
(11) A. e., s. 448.
--------------------------------------------------------------------------------
Alet işler el övünür
Mananın hakimiyeti madde sayesinde belli olur. Bu nedenle, beden; ruh ve aklın kendini gösterebilmesi için gerekli bir kap, bir alet olarak düşünülmelidir. İnsan bu alete iyi bakarsa, o zaman: “Alet yapar, el övünür” atasözü gereğince; ruh da, akıl da kendini daha iyi göstermeye başlar. (12)
--------------------------------------------------------------------------------
Akıllı düşman akılsız dosttan iyidir.
Bir gün Hazret-i İsa’yı kaçarken görüp, neden kaçtığını sorduklarında: “Şu adamla bir saattir sohbet ediyorum. Tek kelime anlatamadım, onun için kaçıyorum” demiştir. Gerçekten de ahmak, şeytandan beterdir.
Bu durumu anlatan: “Akıllı düşman, akılsız dosttan iyidir” diye bir atasözümüz vardır. Mahluklar arasında ahmaklığın timsali ayıdır. Onun için Mevlâna, Mesnevi’sinde bu atasözünü destekleyen bir hikâye anlatırken ayıyı misal vermiştir. Hikayede: Bir avcının, ormanda ayağına kazık batmış bir ayı görüp, acıyarak, o kazığı çıkarttığı ve yarayı tedavi ettiği, sonra da iyileşen hayvanın bir türlü avcıyı bırakmadığı; avcının, arkadaşlarının tüm uyarılarına rağmen, ayının vefasına hayran kalıp, onu yanından uzaklaştırmadığı; nihayet bir gün yine birlikte ava çıktıklarında avcının yorulup, bir ağacın altında uykuya daldığı, bu arada yüzüne bir sinek konduğu; bunu gören ayının, avcıyı uyandırıp, rahatsız etmesin diye sineği öldürmek isterken, eline aldığı koca bir kayayı avcının kafasına indirdiği ve sinekle beraber avcıyı da öldürdüğü anlatılmıştır. Ayıda akıl olsa, o öldürdüğü sineğin altında sevgilisinin bulunduğunu düşünmez miydi?
Onun için insan da, o ayının durumuna düşmek istemiyorsa, içinde sevgilisi bulunan bedenine zarar vermemeye çalışmalıdır.
“Nadana sır verilmez” denmesinin nedeni budur. Çünkü bilmeyen, kendini bilenle eş tutmaya kalkarsa: “O da asker, ben de askerim” diyen ve kendini paşa ile eşit sayan bir er durumuna düşer ve iş çığrından çıkar. (13)
(13) A. e., s. 120.
--------------------------------------------------------------------------------
Gemisini kurtaran kaptandır
Herkesin esması farklı olduğu için, herkes fırka-yı naci’nin, yani doğru yolun kendi yolu olduğunu söyleyebilir. Allah da: “Allahü teâla diyor ki: Ben kulunun hakkımdaki zannı gibiyim” dediğine göre, hepsinin söylediği doğrudur, ama bu doğruluk; kişi gerçekten fikren, kalben ve ruhen gelişip kendini kurtarmış ise: “Gemisini kurtaran kaptandır” atasözüne uygun olarak kendisi için geçerlidir, yani fırka-ı naci kendisi olmuştur. Bu duruma gelen bir kimse, dinin amacı olan: “Allah’ın ve resulullah’ın huylarıyla huylandırma” yı gerçekleştirmiş olacağı için, artık kimseyi tenkit edemez duruma gelmiş, yani ehl-i tevhit olmuştur. Bunun anlamı: kişinin gerek beşeriyet, gerekse de hayvanat, nebatat ve cemadat âlemlerinde bulunan hiç bir şeyi ayrı görmemesi, her baktığı yerde Hakk’ı görmesi ve her şeye Hak gözüyle müşahit olması demektir. İşte kurtulanlar bunlardır ve zaten İslam da; teslim olmuş, selamet bulmuş, kurtulmuş demektir. (14)
(14) Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, Üçüncü Kitap, yay. haz. Saim Öztan, Seyhun Besin, Şenol Filiz, İstanbul, Pan, 1999, s. 119.
--------------------------------------------------------------------------------
Vermeyince Mabud neylesin Mahmut
Her insan nasibi kadarını alır. Bir insan, nasibi yoksa, karşısında Hızır’ı görse tanıyamaz. Bunu bir hikâye ile evvelce anlatmıştık. Bunu anlatan bir atasözümüz ve onun da bir hikâyesi vardır. Atasözü: “Vermeyince Mabut, n’eylesin Sultan Mahmut” tur. Bunun hikâyesinde ise:
Sultan Mahmut, tebdil-i kıyafetle fakir mahalleleri dolaşırken susamış. Evlerden birinin kapısını çalıp, su istemiş. Vermişler, içmiş. Ayrıldıktan sonra evin adresini tespit ettirip, onlara yardım etmeye karar vermiş. Besili bir kazın içini altınla doldurtup, o eve göndermiş. Getiren kimse kazı teslim ederken: “Sultan sizin evden su içmiş. Onun için bu kazı size hediye gönderdi” demiş. Fakir adamın Yahudi bir komşusu varmış. Bu konuşmayı duyunca, bu işte bir iş vardır diye düşünüp, fakir adamın yanına gelmiş ve ona: “Sen fakir bir adamsın. Sana on kaz parası vereyim, sen o kazı bana ver” demiş ve kazı almış. Aradan biraz zaman geçince Padişah adamın durumunu merak etmiş ve yine bir gün dolaşırken uğramış, ama adamı aynı durumda görmüş. Bu işte bir aksilik var diye düşünmüş ve bu kez altı ve içi altın dolu bir tepsi baklava göndermiş. Gelen baklavayı da yine aynı yolla Yahudi komşu almış. Padişah üçüncü kez gelip, aynı fakirlikte görünce, adamı huzuruna getirtip, ne olduğunu öğrenmiş. Bunun üzerine eline bir kürek verip hazine dairesine indirtmiş ve orada gördüklerinden hangisini istiyorsa bir kürek almasını emretmiş. Adam elindeki küreği ters tutup hiç bir şey alamayınca, Sultan Mahmut, yukarıdaki sözü söylemiş ve adamı göndermiş.
Onun için, her şey nasip meselesidir. İnsanın nasibi yoksa, ne yapılırsa yapılsın faydası olmaz.
Nasıl ki, Allah güzelliğini kâinata serpmiş, her şey ve herkes ondan nasibi kadarını almışsa, aynı durum akıl açısından da böyledir. Bu hususta Kur’an’da: “Onların dünya hayatındaki maişetlerini biz taksim ettik ve onların kiminin derecesini diğerinden üstün tuttuk ki, biri diğerinin işini görsün” <43-32> demektedir. Bu ifade aynı zamanda, çalışmaya ve terakkiye teşvik anlamını da içerir. Eğer her şey insanlara eşit olarak verilmiş olsaydı, çalışmak için bir sebep kalmazdı.
Herkesin aklına takılan: “Niçin bana bu kadar da başkasına daha fazla” sorusunun cevabını, Allah: “Ben serptim” diyerek vermiştir. Bu serpişte kimine az, kimine çok düşmüştür. (15)
(15) A. e., s. 313-314.
--------------------------------------------------------------------------------
Evdeki hesap çarşıya uymaz
Hiç kimse ilerde ne olacağını önceden bilemez. Bugün, Cumhurbaşkanlığı yapanların anneleri, çocuklarının Cumhurbaşkanı olacağını biliyor muydu? Biz yarın ne olacağını biliyor muyuz? Bilmiyoruz. Tahminde bulunuyoruz, ama bu tahminimizin doğru çıkıp, çıkmayacağından emin olamıyoruz. “Evdeki hesap çarşıya uymaz” diye bir atasözümüz vardır. Bu doğru bir sözdür, çünkü bilinmeyen bir şey için tedbir alınamaz. Eskiler: “Her kim ki yakar perde-i hayalinde şem-i tedbiri / Eşkal zuhurunda kader handeler eyler” diyerek, kim ne kadar tedbir alırsa alsın, gerçekle karşılaştığında kaderin o alınan tedbirlere güldüğünü anlatmaya çalışırlardı. Bu durumda yapılması gereken şey; yapıp, çatanın Hakk olduğunu bilip, O’ndan daima iyilik istemek olmalıdır. Çünkü, O: “Duyan, bilen ve gören” <40-56>,<40-20>,<42-11>’dir. (16)
(16) A. e., s. 320.
--------------------------------------------------------------------------------
Söylersen sırrını dostuna, o da söyler dostuna
İlahi âlemde ene, ente ve hüve vardır, ama halk bunu bilmediği için gerek şiir, gerekse nesirde hüve hitabını kullanmak gerekir. Çünkü, ene kullanılırsa, insanın, her an Mansur’un durumuna düşmesi mukadderdir. Ente kullanıldığında ise, insana tapılmakta olduğu zannı uyandırılmış olur. Onun için hüveyi kullanmak lazımdır. Hazret-i şah-ı velâyet’in bazı sır noktaları açıklamayışının sebebi budur. Bu hususta, halk arasında; “Dayanamayıp, kuyuya söylemiş, ama oradan bir kamış çıkmış, o kamış sırrı açıklamış” diye bir masal bile anlatılmaktadır. Bunun esası: “Söylersen sırrı dostuna, dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna” cümlesiyle özetlenmiştir. Bu sebeple bazı şeyleri ifşa etmemek gerekir. (17)
(17) Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, yay. haz. Saim Öztan, Seyhun Besin, Şenol Filiz, İstanbul, Pan, 2000, s. 22.
--------------------------------------------------------------------------------
Çekirge bir sıçrar iki sıçrar ama üçüncüde yakalanır
Ef’alin iyi veya kötü oluşunu çözmede yöntem: “Gördüğünü kalbi yalanlamadı” <53-11>, yani insanın kalbidir. İnsanın kalbi asla yalan söylemez ve yapılanın iyi mi, kötü mü olduğunu kendine bildirir. Kişi, hatalı olduğunu kabul eder ve o işi bir daha yapmazsa, Allah, settarüluyub olduğundan, o hatayı örter. Allah’ın örtücü olmasının sebebi, işin bir ucunun da kendine dokunmasıdır. Kendinden başka mevcut olmadığından, aslında O, kulu vasıtasıyla yaptığı hatayı örtmektedir. Ancak, kul adı verilen gölge bu hatada ısrar ederse, örtüyü kaldırıp, suçu meydana çıkarmaktadır. Halk arasında sık sık söylenen: “Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar üçüncüde yakayı ele verir” atasözünün delaleti budur. Kul hatada ısrar ederse, adalet-i ilahi kendini gösterip, o gölgenin foyasını meydana çıkarır ve cezasını verir. (18)
(18) A. e., s. 82.
--------------------------------------------------------------------------------
Her şey görene, köre ne!
Hepimiz sevdiklerimizin, saydıklarımızın mezarlarına gidip, kabir ziyareti yapıyor ve bu arada büyüklüğünden emin olduklarımızdan bazı dileklerde bulunuyoruz. Kabir ziyaretinin amacı, insanlara: “Sen de böyle olacaksın” mesajı vermektir. Bizim için önemli olan, bu âlemdeyken gönüle girebilmektir. Bunda başarılı olabilirsek düdüğü çaldık, gözümüz açıldı, kötülüklerden kurtulduk demektir. Burada insanın aklına: “Kalp gözü kör olanlar gitmeyecek mi” sorusu takılır. Onlar da gidecek, gidecek ama kör bir kimsenin Amerika’ya gitmesi gibi gidecek ve gittiğinde, hiç bir şey göremeyecektir. Bu durumu anlatmak için halk arasında: “Her şey görene, köre ne vardır” diye bir söz söylenir. Benim de;
“Zahitler mihrabı kuru duvardır
Âşıklar mihrabı vech-i didardır”
deyişimin nedeni budur. Kim dildarının (Sevgilisinin) vechini (Yüzünü) görürse gözü açılmış, ve cananını bulmuş demektir. Onun için en kestirme yol gönül yapmak, gönüle girmektir. Hele insan-ı kâmilin gönlüne girmek, cennet-i âlâdan bir yuva kapmaktır. Oraya er ya da geç girilecektir, ama önemli olan, bir an önce ve bu âlemdeyken girebilmektir. (19)
(19) Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, yay. haz. Saim Öztan, Seyhun Besin, Şenol Filiz, İstanbul, Pan, 1999, s. 249-250.
--------------------------------------------------------------------------------
Her gönülde bir aslan yatar
“Her gönülde bir aslan yatar” diye bir söz vardır. Bu cinaslı bir sözdür, çünkü her gönülde yatan o bir aslan, zaten tektir ve aynı aslandır. İnsanların kendi gönüllerinde gördükleri, o aslanın yansımasından başka bir şey değildir. Bu söz: “Yere, göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım” Kutsi Hadisinin farklı bir açıklaması mahiyetindedir. Allah, parça parça olup da her bir parçasını bir kalbe koymuş değildir. İşin aslı; bir Allah ve bir gönlün mevcut olması ve bunların her kalbe yansımış olmasıdır. Kim bu yansımadan hissesini daha fazla alırsa, çuvaldızı o bulmuş ve mükafata ermiş olur. (20)
DERLEMEDEN ALINTI