Tarihçiler, son iki bin yılı, her birine “çağ” adını verdikleri dönemlere bölmüş.
Bunlardan “İlk Çağ” dedikleri, Milâdi Takvim ile başlıyor. Buna “ilk” dediklerine göre, öncesi olmamalı ama buradaki şu ilk oluş ne yazık ki gene Hıristiyanlıkla bağdaşıyor. Oysa elbette o ilkten öncesi var ama o dönemde tarihçilerin sınırlı bilimsel tutumu bile geçerliliğini hemen hemen yitiriyor.
Tarihçiler, insanlığın son iki bin yılına ilişkin yazdıklarının doğruluğuna hayli güveniyor ama bundan öncesine değil. Bu nedenle, o ilk çağdan öncesi için “Tarih Öncesi Çağ” diye bir terim kullanıyorlar. Kimileri “Antik Çağ” diyor; o daha iyi.
Tevrat yani Hıristiyanlara göre Eski Ahit bir tarih kitabı sayılabilir mi?... Sayılırsa, orada anlatılanlara ne denli güvenilebilir?
Tevrat’ta anlatılanlar, M.Ö. 4000 yılı dolaylarında başlar; daha doğrusu 3780 falan.
Bilimsel bulgularla karşılaştırılınca, bu başlangıç yılının “doğru” olarak kabul edilmesi olanaksız.
Bunun çok basit bir nedeni var: Tevrat, içerdiği anlatımların geçtiği zaman dilimlerinde değil, çok daha sonra yazılmış. Üstelik çoğu dayanakları tarih yazmanlarının notların falan değil; Mısır, Filistin, Mezopotamya ve dolaylarında yüzyıllardan beri kulaktan kulağa aktarılmış olan birtakım anı, öykü, destan ve efsaneler.
Nitekim Tevrat’ı özgün olarak kaleme alanlar da kendi yazdıklarına bir türlü güvenememiş olsa gerek ki, yazımı yüzyıllar boyunca sürmüş. Sonunda artık durmak, bundan böyle yazılıp bitirilmiş olanların düzeltilip değiştirilmesini gerektirir nitelikteki hiçbir ekleme ya da yeni bulguyu kabul etmemek zorunda kalmışlar.
Tarihsel bulgularla Tevrat’ta anlatılanlar arasında çelişki olunca, (hani forumda “Tevrat’taki Çelişkiler” diye bir başlık vardı da sonra darmadağın oldu) bilimsel açıdan tarihçilere güvenmek söz konusu olabilir.
Ancak Tevrat’ta öyle anlatımlar da var ki, bunların karşılığında ne doğrulayıcı ne çürütücü nitelikli bir başka bilgi ya da bulgu elde edilememiş. Süleyman Tapınağı da bunlardan biri…
Aynı durum İncil ya da Hıristiyanlıktaki Yeni Ahit için de söz konusu ama arada bir fark var: Tevrat’ın bir derleme bile olsa sonunda bir “ortak yazım ürünü” olmasına karşın, İncil’i pek çok kişi ayrı ayrı, kendi başına yazmış. Nitekim bu yüzden “Matta İncili”, “Yuhanna İncili”, “Markos İncili” ve “Luka İncili” diye dört ayrı İncil söz konusu. Hıristiyanlığın kutsal kitabında bunların hepsi birden yer alıyor. Onların da kendi aralarında çelişkiler var.
Aslında İncillerin sayısı çok daha fazlaymış. 325 yılında Roma İmparatoru Konstantin’in gözetimi altında Hıristiyanlığın ileri gelenlerinin İznik’te yaptığı, “konsil” olarak anılan toplantıda, uzun tartışmalar sonucunda eldekilerden bu dördünün kabul edilip diğerlerinin tüm kopyalarının ortadan kaldırılmasına karar verilmiş.
Bu karar uygulamaya da konmuş; diğer İncil kopyaları toplanıp yakılmış.
Ya bu dört kitap da yanlış, aslında ortadan kaldırılmış olanlardan biri doğru idiyse!...
Nitekim o dört İncil dışındakilerin tüm kopyalarının ortadan kaldırılamamış olduğu da anlaşılıyor. 1945 yılında Mısır’da Nag Hammadi’de bir rastlantı sonucu ele geçirilen belgeler, Hıristiyan dünyasında hayli patırtı kopardı.
İznik Konsili’nde İncil’e olması gereken son hali verilirken, benimsenen ilke elbette bilim falan değil, “uygun olan inanç” idi. Hatta o tarihteki egemen gücün yani İmparator Konstantin’in buyrultusu. Dolayısıyla İncil’in kapsamındaki tarihsel bilgilerin de objektif bir tutumla doğruyu yansıtmak amacıyla değil, olması gerekeni yani tercih edilmiş olanı belirtmek amacıyla derlendiği söylenebilir.
Böyle bir durumda tarihçiler, ellerindeki belgelerde yazılmış olanların gerçeği yansıtmakta olduğundan kuşkulansa bile ne yapabilir ki!
Belki bir yorum yapılabilir, «Belgelere göre böyle deniyor ama bu pek akla yatkın gelmiyor.» diye...
Hatta belki bunun bir adım daha ötesine bile geçilebilir: «Her ne kadar eldeki belgelerde böyle deniyor ise de aslında şöyle olması daha akla yatkındır.» gibisinden...
Bir tarihçiden, yazmış olduğu tarihsel bilgiler üzerine yorum yapması beklenir. Ancak bu yorum, mesleğinin gereği olarak bir karşılaştırma ya da açıklama biçiminde olmalıdır.
Kimi tarihçiler ise bundan fazlasını yapmış. Yorumlarını birer “düşünü” ya da “değerlendirme” olarak değil, “gerçek” olarak göstermişler. Hele ellerindeki kaynaklarda kronolojik bakımdan birtakım boşluklar varsa, bunları kendilerine göre «Her halde şöyle olmuştur.» diye doldurmuş, fakat bunların aslında birer yorum olduğuna hiç değinmeyerek tarihsel gerçeğin bir parçası gibi yansıtmışlar.
Onlardan sonra gelen tarihçilerin elinde bu anlatımları çürütebilecek, yanlışlığını gösterebilecek herhangi bir kanıt yoksa ne yapabilirler ki?
Dinsel dogmalara aykırı düşebilecek olan tarihsel olaylar ise zaten başından beri kesinlikle tabudur. O tür bilgilere karşı bir başka tarihsel bilginin gerçekliği savunulamaz. Bunu yapmaya kalkışan bir tarihçinin haline vay olur.
Nitekim tek tük öyle tarihçiler çıkmıştır ve vay olmuştur hallerine.
İki önceki bölümün sonunda İsa’nın hangi ayın kaçında doğmuş olduğunu sormuştum.
Hiç kimse yanıt vermedi.
Hiç kimse ilgilenmedi mi yoksa hiç kimse bilmiyor mu?
«Ben biliyorum.» diyen yok mu içinizde.
Varsa niçin çekiniyor söylemekten?
Yanlış olacağı için mi?
Evet, büyük olasılıkla yanlış olacak ama doğru da olabilir.
Ben zaten yanlış yanıtı arıyorum.
Hiç kimse bir şey demezse herkes yanlışı bilmeyi sürdürecek.
Onun için yanlış tarihi bilen onu söylesin ki ben de herkese doğrusunu anlatabileyim.
Yoksa yok!