Ergenekon:
Darbeyi Çete mi Hazırladı?
Meclis Araştırma Komisyonu’nda Korkut Eken çok önemli bir açıklama yaptı ve Abdullah Çatlı’nın 1980 öncesinde de devlet tarafından kullanıldığını belirtti. Bu, ülkenin yakın tarihinde olup bitenler açısından son derece ilginç bir ayrıntı. Bugüne kadar hep kuşkulanılan, ama bir türlü açıkça ortaya konamayan bazı senaryolar, bu açıklamayla gerçeğe dönmeye başlıyor.
Acaba yıllarca “karanlık eller” diye tanımlayıp durduğumuz, Türkiye’yi 12 Eylül’e sürükleyen güçler, bugün karşımızda gördüğümüz insanlar mı? Acaba onca kanı, bir darbeyi tezgâhlayabilmek için mi döktüler?
Şimdi mevcut kanıtları ortaya serip, olaya kuşbakışı bakmayı deneyeceğiz. İpuçları bir araya getirilince, bugün artık adlarını ezberlediğimiz insanların, 12 Eylül’e varmamızda nasıl bir rol oynadıkları bütün netliğiyle ortaya çıkıyor.
1 Mayıs 1977 geldiğinde Türkiye, Milliyetçi Cephe hükümeti yönetiminde karanlık bir dönemden geçiyor, işçiler meydanlarda muhalif sloganlar atarak yürüyorlardı. Karanlığı aşmak için, bir iktidar değişikliği için gün sayılıyordu. Ama bir anda, çevre binalardan gelen seslerle her şey altüst oldu. Bir anda karışmıştı Türkiye. Yine karanlık bir dönemin ortasında işçilerin doldurduğu meydanlar bir günde, bir anda boşalıvermişti. Geride 34 ölü ve yüzlerce yaralı bırakan 1 Mayıs katliamı hep bir sır olarak kaldı. Kimlerin ve neden bu katliamı gerçekleştirdikleri hiç anlaşılamadı.
Dönemin ana muhalefet lideri Bülent Ecevit, kanlı 1 Mayıs’ın üzerindeki gölgeleri şöyle anlattı:
“Bu ateşin nereden açıldığı belli olduğu halde, ateşi açanlar belli olduğu halde sorumluları bir türlü yakalanmadı. Biz bir araştırma kurulu kurmuştuk, fakat onun da önüne aşılmaz engeller çıkıyordu. Ben 1 Mayıs olaylarında çok kaygılandım. Ve daha önce Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantıları üzerine aldığım bilgiler ışığında duyduğum kaygılarımı zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e sözlü olarak ilettim. ‘Elimde kanıt yok ama, bana öyle geliyor ki bu Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantıları, onun içinde yer alan ömür boyu görevli birtakım siviller bunu yapmış olabilir’ diye o konuda bilgilerimi kendisine aktardım.”
1 Mayıs katliamından 10 gün sonra 7 Gün dergisinde emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan imzalı bir yazı yayımlandı. “İktidarların Çeteleşmesi” başlıklı bu yazı, 20 yıl sonra açığa çıkacak çeteleri ilk kez haber verirken, kontrgerilla örgütlerinin çalışma yöntemlerini de anlatıyor ve adeta olacakları önceden duyuruyordu:
“Kontrgerilla örgütleri, gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle anarşiyi araç olarak kullanarak faşist askeri darbeler için ortam hazırlar ve bu suretle azgelişmiş ülke düzenlerinin emperyalist çıkarlara uyarlı şekle dönüştürülmesini sağlarlar.”
Tarih, Yarbay Talat Turhan’ı yanıltmadı. O günden sonra olaylar bir çığ gibi büyümeye başladı. Ve ilk hedeflerden biri, 1 Mayıs katliamının faillerini araştıran CHP lideri Bülent Ecevit oldu. 1 Mayıs katliamından tam 28 gün sonra kurşunların hedefinde bu kez Ecevit’ler vardı.
Bülent Ecevit kendisine yönelen namluyu tutan elin nasıl sır olarak kaldığını şöyle anlatıyor:
“29 Mayıs 1977’de Çiğli Havaalanı’nda açık bir suikast girişimine hedef olduk. Eşim ve ben, havaalanı içine getirilen parti otobüsüne binerken kalabalığın içinde şimdi rahmetli olan Mehmet İsvan bize yardımcı oluyordu, otobüsün kapısından kalabalığın içinden eşimle beni otobüse çekmeye çalışırken bir silah patladı ve arkadaşımız yaralandı. Hastaneye geldiğimizde Mehmet’in durumunun kötü olduğunu öğrendik, çünkü o zamana kadar varlığı bilinmeyen içi zehirli maddelerle, kimyasal maddelerle dolu bir küçük füzeden isabet aldığını öğrendim. Ve bazı emniyet görevlileri bu füzeyi doktorlardan almak istemişler ısrarla, fakat doktorlar vermemişler. Sonradan ben tabii o silahın izini sürmeye çalıştım, fakat aşılmaz engellerle karşılaştık. Ve o silahı kullandığı bilinen polis de serbest bırakıldı. Evvela böyle bir silahın Türkiye’de bulunmadığı söylendi. Biz aksini ispat edince ‘Var ama çok olağanüstü durumlarda özel izinle kullanılır’ dendi.”
1977’ye kadar bireysel saldırılar ve adam öldürmeler şeklinde gelişen olaylar 1978’den itibaren Kahramanmaraş katliamı gibi kitlesel saldırılara dönüştü. Ve hemen ardından da seçilmiş hedeflere yönelik, büyük suikastler başladı. Milliyet Başyazarı Abdi İpekçi, SBF Dekan Yardımcısı Prof. Ümit Yaşar Doğanay, İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Cavit Orhan Tütengil, TRT yapımcısı Ümit Kaftancıoğlu, MC döneminin bakanlarından MHP’li Gün Sazak, Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler ve 12 Mart’ın Başbakanı Nihat Erim peş peşe öldürüldüler.
1978-80 arasındaki o üç yıl içinde Türkiye’nin kaderi değişti. 1978’e Ecevit hükümetinin barış ve değişim sloganlarıyla giren Türkiye, üç yılda faili meçhul cinayetler, vahşi saldırılar ve gözü kara suikastlarla bir askeri darbenin eşiğine gelmişti.
Sonraları çok aşina olacağımız bazı teşhisler ilk kez o günlerde söylenmeye başlandı. Sanki bir yerlerden bir işaret verilmiş ve bazı karanlık eller önceden yazılmış bir senaryoyu sahnelemeye başlamışlardı. Ama kimdi senaryoyu yazan?... Hangi karanlık eller hangi rollerde oynuyorlardı?...
İşte bugün “Devlet, Çatlı’yı 12 Eylül öncesinde de kullandı” açıklamasıyla bu sorular aydınlığa kavuşuyor.
Artık açığa çıkan bu bağlantıyı Doğu Perinçek açıklıyor:
“MİT’le bunlar arasındaki bağlantı artık resmen kabul edilmiş durumda. Bunlar kimler tarafından seçildi, kim tarafından eğitildi, tabii ki bunu önümüzdeki dönemde ortaya çıkarmak mümkün. NATO kavrayışı içerisinde kontrgerillanın yanında birtakım sivil yan örgütler oluyor. Bu bütün NATO ülkelerinde var. Yani yan örgütler dediğim, Ülkü Ocakları, TİT, ETKO, İntikam Tugayları, İslami Cihat gibi çeşitli ırkçı ve şeriatçı örgütler NATO tarafından bu şiddet eylemlerinde kullanılmak ve sivillerin örgütlenmesi için kurulmuş. Yani Ülkü Ocakları’nın tepesindeki adamlar, bizim Abdi İpekçi’lerimizi, Doğan Öz’lerimizi katletti. Bu adamlar Kahramanmaraş katliamlarında, Çorum katliamlarında başrollerdeydi.”
Darbe ortamının nasıl oluşturulduğunu ise Erol Mütercimler şöyle açıklıyor:
“Ülke 71’den sonra 12 Eylül’e kadar planlı programlı şekilde terörün, anarşinin içine sokuldu. Sonunda gelinen noktada, artık sokağa çıkamayan, can güvenliği olmayan, beş dakika sonrasından emin olamayan Türk halkı darbeyi, askerleri yalvaryakar ister hale getirildi. Bu cinayetlerde kim kullanıldı? Abdullah Çatlı gibi, Oral Çelik gibi, Mehmet Ali Ağca gibi, Haluk Kırcı gibi daha bir yığın isim sayabiliriz. Bunun içinde polisler de var. Bunun içinde rütbeli insanlar da var ne yazık ki.”
12 Eylül öncesinde ülkeyi istikrarsızlaştırarak bir darbeye zemin hazırlama planında bütün dikkatler MHP’nin ve ülkücülerin üzerinde toplanıyordu. Bülent Ecevit, Başbakanlığı sırasında, Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’ın örtülü ödenekten Özel Harp Dairesi için büyük miktarda bir para istemesi üzerine böyle bir örgütten haberdar olmuş, araştırınca Özel Harp Dairesi’nin finansmanının Amerikalılarca karşılandığını ve ülkenin her köşesinde sivil kadrolar beslediğini öğrenmişti. O sivil kadroların kimlerden oluştuğunu ise Sarıkamış’taki bir yemekte yine tesadüfen öğrenecekti. O yemeği 40 Dakika’ya şöyle anlattı:
“Bir ilçeye gittiğimde oradaki askeri birliğin komutanıyla konuşuyorduk. Konuşmamız sırasında komutanın Özel Harp Dairesi’nde çalışmış olduğunu öğrendim. Ben de bir ara kim Özel Harp Dairesi’nde çalışmışsa birtakım bilgiler almaya çalışıyordum. Çünkü resmi kanallardan bilgi almak çok zordu. ‘Hiç merak etmeyin, endişe edecek bir faaliyeti yoktur bu kurulun’ dedi. Dedim ki, ‘Benim Özel Harp Dairesi’nin kendisinden kuşkum yok, ama bunun sivil uzantısından ciddi kuşkum var’. ‘Hiç kuşkunuz olmasın’ dedi. Ama ‘Mesela’ dedim, ‘Bu ilçedeki MHP başkanı bu kurumun sivil uzantılarından biri olamaz mı’ dedim. ‘Öyledir ama çok iyi kimsedir’ dedi.”
Ancak Alpaslan Türkeş, partisinin buradaki rolünü kabul etmezken, kendilerinin de provokasyonlarla karşılaştıklarını belirtiyor ve çok önemli bir olaya dikkat çekiyor:
“Bir gün bir masanın altında bomba patlıyor. Altı kişi ölüyor, yaralanıyor. Oradaki arkadaşlar, hemen nasıl oldu, ne oldu derken bir erle bir teğmeni şüpheli görüp yakalıyorlar. Onların bir şey koyduğunu görmüşler. Fakat bilahare bir kurmay albay gelmiş merkez komutanlığından, yani sıkıyönetimden geliyor, ‘Onları bize teslim edeceksiniz’ diyor. Edersiniz, etmezsiniz, baskıyla alıp götürmüşler. Tabii o durumda çok sıkıntılı hale düştük. Hemen Başbakan’dan randevu aldım, Başbakan’a olayı anlattım. Sayın Demirel dinledi, ‘Fevkalade önemli bir konu bu. Araştıracağım’ dedi. Not aldı. Bu olay da neticelenmedi.”
Ortaya çıkan tabloya göre Türkiye’yi bir askeri darbeye sürüklemek için bir kargaşa ortamı yaratılmış ve devlete çalışan bazı kiralık katiller bu amaçla cinayet işlemişlerdi. Ancak maşalar ve maşaları kiralayanlar belliyse de maşaları kullananlar henüz açığa çıkmamıştı. Tam 13 yıldır bu konu üzerine araştırmalar yapan emekli deniz subayı Erol Mütercimler, sonunda çok ilginç bir örgütle karşılaştığını söylüyor. Mütercimler’e göre ülkeyi darbeye sürükleyen ve bugün “çete” diye anılan örgütün gerçek adı; Ergenekon:
“Ben de ilk kez bu örgütün adını öğrendiğimde şok oldum. Gerçek anlamda şok oldum. Çünkü o kadar yıl yüzlerce insanla konuştum, ki ihtilalci darbeci subaylar çok büyük bölümü; ama bunu ilk ben emekli tümgeneral Memduh Ünlütürk’ten duyduğumda anlayamadım.”
Mütercimler’e Ergenekon adlı bir üst örgütten ilk söz eden Tümgeneral Memduh Ünlütürk, 12 Mart döneminde işkenceli sorguların yapıldığı ve kontrgerilla kadrolarının ilk kez ortaya çıktığı Ziverbey Köşkü’nün komutanı olarak tanınıyordu. Ve yıllar sonra ilk kez kendisinin de içinde yer aldığı bir vatanseverler örgütünün ayrıntılarını anlatıyordu. Mütercimler, başta dinlediklerine inanamadı:
“Memduh Ünlütürk Paşa kendisinin de bu Ergenekon’un içinde olduğunu söyledi ve dedi ki, ‘Ergenekon Genelkurmay’ın da, hükümetlerin de, bürokrasinin de herkesin üstünde bir örgüttür. Yasayla falan kurulmuş bir örgüt değildir. Bu, 27 Mayıs darbesinden sonra CIA, Pentagon tarafından kurdurtulmuş. Bunun içinde bulunan insanlar da buraya hizmet eden insanlardır. Ama bunlar vatana ihanet olsun diye hizmet etmezler. Biz vatanı kurtarıyoruz, vatana hizmet ediyoruz, vatana yararımız dokunuyor düşüncesiyle bu örgütün içinde yer almışlardır. Özellikle Amerika’da kontrgerilla eğitimi görmüş olan, bu kurslardan geçmiş olan generallerin bir bölümü yeri geldiğinde bu kontgerilla içinde yer alır. Sonuçta ben daha başka insanlardan Ergenekon’u araştırdığımda şunu gördüm: Bunun içinde subaylar var, emniyetçiler var, profesörler var, gazeteciler var, işadamları var, sıradan insanlar var. Bugün çeteler dediğimiz bu küçük birimler var ya, işte bu birimler Ergenekon’un içindeki birer bölüm, birer parça. Adını saydığımız kişiler de Ergenekon adı verilen bu üst örgüt tarafından kullanılan tetikçiler.”
Bülent Ecevit ise bu örgütlerin varlığını yıllar önce açıkladıklarını söylüyordu:
“Biz bunu 1977’de açıklamıştık. Tabii bunun adını Gladio adıyla değil, kontrgerilla adıyla da değil, bunu resmi adıyla açıklamıştık. Yani benzer uygulamaların değişik ölçü ve biçimlerde başka bazı Batı ülkelerinde de olduğu anlaşılıyor, ama bizde o yıllarda Emniyetin birçok eksiklikleri bulunduğu için bu olayların üstüne çok etkili biçimde yürünemiyordu. Bazı görev verdiğim kimseler de olayların üstüne bir noktadan sonra yürümediler veya yürüyemediler.”
Erol Mütercimler de birçok kimsenin bunu bildiği kanısında:
“Bülent Bey kendi araştırmalarında bu Ergenekon’ un ne olduğunu gördü. Bırakın siz onu, Turgut Özal’a, bir suikast girişimi yaşandı, ki Cumhuriyet tarihinde tanıdığım en gözü kara, daha doğru deyimiyle en deli cesareti olan Cumhurbaşkanlarından birisiydi, bu yadsınmaz bir gerçek. Kendisine yapılan suikastı araştırdığında ne dedi? ‘Bir örgüte geldim çakıldım.’ İşte bu örgütün adı Ergenekon.”
Turgut Özal suikastı, Ecevit’e Çiğli’de düzenlenen suikastten sonra, nedeni ortaya konamayan bir saldırı olarak dosyasına kaldırılmıştı. Silahı ateşleyen ülkücü Kartal Demirağ, ifadesinde bazı komando kamplarında askeri şahıslardan gerilla eğitimi aldığını açıkladı. Cumhurbaşkanı Özal’ın olayı soruştururken, suikastın ardındaki gücün kim olduğu konusunda bir noktaya kadar geldiği ve o noktada gerçeği anlayınca “Madem öyle, kalsın” dediğini ölümünden sonra kardeşi Korkut Özal açıklayacak ve “Bunun ne olduğunu ağabeyim müsaade etmediği için açıklayamam” diyecekti. Ergenekon’un sırrı böylece yine çözülememiş oluyordu. Ta ki Susurluk kazasına kadar.
Devletin kullandığı ülkücü tetikçiler, onların yarattığı terör ortamı, uluslararası istihbarat örgütlerinin teşvikiyle darbeye sürüklenen bir ülke, o ülkenin suikaste uğrayan başbakanları, o başbakanların bir türlü tamamlayamadıkları soruşturmalar. İşte Türkiye 12 Eylül’e böyle sürüklendi. Peki tüm bu senaryoda figüran rolü oynayanların işlevi neydi? Abdullah Çatlı’nın, MİT tarafından 1980 öncesinde de kullanıldığının Meclis Susurluk Komisyonu’nda açıklanmasından sonra bütün gözler şimdi bu soruya çevrildi. Biz de 12 Eylül’e giden o kritik üç yıl içinde meydana gelen bazı çok önemli olaylarda bugünün tanıdık isimlerinin izini sürdük.Ve inanamayacağınız bir manzarayla karşılaştık. Devleti “kullandık” dediği isimler, dönemin en kanlı eylemlerine imza atmışlardı.
Türkiye’yi 12 Eylül’e götüren çoğu olayın yapıtaşlarında dört önemli ismin imzası var: Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca, Haluk Kırcı ve Oral Çelik. O kanlı üç yılın en önemli suikastlerinde, saldırılarında, eylemlerinde hep bu dört isim ön plana çıkıyor. Bu dört ismin dördü de ülkücü. Hepsi polisçe aranan adamlar. Hepsi birbirini tanıyor. Ve asıl ilginci, bugün hepsinin devletle ilişkisi olduğu anlaşılıyor. Peki devlet o dönemde Çatlı’ları kullandıysa, hangi olaylarda kullandı?... Çatlı ve arkadaşlarının içinde yer aldığı olayların bir dökümü, bu konuda inanılmaz bir manzara ortaya koyuyor.
İşte devletin resmi raporlarına göre 1980 öncesinde dörtlü çetenin adının karıştığı önemli olaylar:
OLAY 1
16 MART 1978: İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ KATLİAMI
12 Eylül öncesinin en kanlı olaylarından biri 1978 yılı Mart ayında İstanbul Üniversitesi’nde yaşandı. Çete, kanlı bir dönemin açılış bombasını üniversite önünde patlattı. 16 Mart günü sol görüşlü yüze yakın öğrencinin üzerine bomba atıldı, kurşun yağdırıldı: Sonuçta 7 öğrenci öldü, 47 öğrenci yaralandı. Olayın tanıklarından biri de o dönem askeri öğrenci olarak İstanbul Üniversitesi’nde okuyan Erol Mütercimler’di:
“O gün yağmurlu bir gündü. Laboratuvardan çıkıp merkez binaya geldiğimde, bütün o yağmur sularının kan deresi olarak aktığını gözlerimle gördüm. 16 Mart onun için gözümün önünden hiç gitmiyor.”
Olayın sorumlularının hiçbiri yakalanamadı. Bombayı hazırlayanların kimliği ise yıllar sonra ortaya çıktı. Asıl fail; Korkut Eken’in “80 öncesi de kullandık” dediği Abdullah Çatlı’ydı. Çatlı, 1977 Ekiminden, 1978 Şubatına kadar Ülkü Ocakları Derneği şube başkanıydı. MHP’li Ali Yurtaslan’ın itiraflarına bakılırsa, bu dönemde yüklüce bir miktar patlayıcı edinmiş ve bunlardan 4-5 tanesini Ülkü Ocakları’nın İstanbul teşkilatına bırakmıştı. Bu TNT kalıplarından bir tanesi dernekte yapılan aramada ele geçirilmişti. İşte 16 Mart katliamında üniversite öğrencilerinin üzerine atılan bombanın da o kalıplardan biri olduğunu Çatlı, Ali Yurtaslan’a söylemişti.
Erol Mütercimler olaydaki isimlerin daha ilginç bağlantılarına da dikkat çekiyor:
“Mahkeme tutanaklarında Abdullah Çatlı’nın katliam günü İstanbul’da görüldüğü, bırakın onu, 250 adet TNT’yi buraya getiren kişi olduğu söyleniyor. Yine mahkeme tutanaklarından söylüyorum: Yüzbaşı Mehmet Ali Çeliker diye bir isim görüyoruz. Bu yüzbaşının TNT’leri bu grup içinde bölüştürdüğü söyleniyor. Oktay Engin adı var. 16 Mart’tan sonra adı geçiyor. Oktay Engin adı bizim belleklerimize ne getiriyor? Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atan MİT provokatörü.”
OLAY 2
24 MART 1978: DOĞAN ÖZ CİNAYETİ
Bir türlü aydınlatılamayan siyasi cinayetlerin ilk kurbanı bir cumhuriyet savcısıydı. Hem de sıradan bir savcı değil. Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, kontrgerilla-MHP ilişkisini ilk araştıran savcıydı. Soruşturduğu bazı münferit olayların sorumluluğunun devlet içinde üst makamlara kadar tırmandığını saptamış ve bu sırrı o günlerde eşi Sezen Öz ile paylaşmıştı. Sezen Öz anlatıyor:
“Bunu fark ettiği andan itibaren çok huzursuz oldu, ama bana şöyle bir ifadesi oldu: ‘Gerçekten çok korkmaya başladım. Yani şimdiye kadar birçok olayda meslek dolayısıyla geçirdiğim tehlikeler oldu. Fakat bu boyutta bir tehlikeyi ilk kez hissediyorum ve ürperiyorum ama bunun üzerine gidilmesi gerekiyor. Cumhuriyeti tehdit eden ölçüde bir tehlike varittir ve cumhuriyetin savcısı bunu önlemek zorundadır’.”
Doğan Öz, 1978’in Ocak ayında yaptığı bu konuşmadan sonra, kontrgerillayla ilgili bir dava açma hazırlığına girişti. Başlatacağı büyük soruşturmanın bir ön çalışması olarak kısa bir rapor da yazdı. O raporda aynen şöyle diyordu:
“Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.”
Öz, raporunda, ABD yararına çalışan bazı gizli örgütlerin, devlet aygıtını da kullanarak demokrasiyi yok etmeye ve faşist bir düzeni yürürlüğe koymaya çalıştıklarını açıkça söylüyordu. Doğan Öz’ün raporundan, günümüze ışık tutan daha önemli satırlar ise şunlardı:
“Bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır. Kontrgerilla, Genelkurmay Harp Dairesi’ne bağlıdır. Sivil güvenlik güçleri içinde de MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır. Bütün bu çalışmalar MHP ve onun kadrolarınca yönetilmektedir. Bu genel çerçevede cinayetleri, şiddet ve anarşik eylemleri daha iyi anlamak olasıdır. Konuya bu kapsamda yaklaşılmadıkça anarşi eylemlerini kaynağında kurutmak olanak dışı olduğu gibi demokrasiyi tek seçenek olmaktan çıkartarak bütün kurumlarıyla faşizmi kökleştirmek de gündeme gelecektir. Durum bütün açıklığı ve acılığıyla ve saygıyla sunulur.”
Bugün Susurluk sonrası gözler önüne serilen ilişkiler ağı, tam 20 yıl önce bir cumhuriyet savcısının yazdığı kısa bir raporla açıkça ortaya konmuştu. Savcı Doğan Öz, raporunda kontrgerilla olarak Genelkurmay Harp Dairesi’nin adını veriyordu. Ve bu raporu, yine o günlerde bu dairenin faaliyetlerinden yeni haberdar olan Başbakan Ecevit’e ulaştırdı.
Ancak Bülent Ecevit o günlerde bu olayın üstüne yürüyemedi. Nedenini şöyle anlattı:
“Ayrıntıları hatırlamıyorum ama o zaman o tür bilgiler rahmetli Doğan Öz’den de gelmiştir. Başka görevlilerden de gelirdi. Biz de üstüne yürümeye çalışırdık. O arada tabii biz bütün bu olayların üzerine yürümeye çalışırken bazı ciddi engellerle karşılaşıyorduk. Bu engellerden bazıları görünmez engellerdi. Mesela Genelkurmay Başkanı’nın bile göremediği engellerdi. Belli bir organizasyon olduğu belliydi...”
Ecevit, kendisinin de dehşet içinde haberdar olduğu bu örgütlenmenin üzerine gidemeyecek ve hiçbir adım atamadan devrilecekti. Doğan Öz ise bu raporu yazdıktan iki ay sonra, raporunda sözünü ettiği çetenin bir saldırısının kurbanı olacaktı.
Eşi Sezen Öz, Doğan Öz’ün öldürülüş nedeninin, devletin ilişkiler ağını sergileyen o rapor olduğuna inanıyor:
“Evet, olayların üzerine gitmek çabası hissedilmiştir ve ölüm fermanının o zaman verildiğini düşünüyorum. Rapor kendisi öldürüldükten sonra çekmecesinde bulundu. Ve ben eşimin, o nedenle öldürüldüğünü düşünerek raporu dönemin başbakanı sayın Bülent Ecevit’e o acılı günlerde ulaştırmayı uygun gördüm. Amacım, Doğan’ı katleden güçlerin çok farklı noktalarda bulunduklarını ve kendisinin de böyle bir tehlikeye hedef olabileceğini ve tedbirli olmasını bir anlamda uyarma amacıyla kendisiyle görüşme talep ettim. Ve raporun bir suretini kendisine o zaman götürdüm. Kendisi beni dinledi ve not aldı.”
Doğan Öz cinayetinin sanığı İbrahim Çiftçi askeri mahkemede yargılandı. Bütün tanıklar ve kanıtlar aleyhineydi. Ancak Çiftçi’nin avukatı Can Özbay’ın mahkemeye verdiği bir dilekçede, müvekkilinin Milli Savunma Bakanlığı’nda dosyasının olduğunu belirtmesinden sonra Çiftçi hakkında verilen idam kararı Askeri Yargıtay’da tam dört kez bozuldu. Sonunda askeri mahkeme ilginç bir karar verdi ve şöyle dedi:
“Sanık Çiftçi’nin Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüştür. Ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararına direnilemeyeceğinden, sanık Çiftçi’nin beraatine karar verilmiştir.”
Mahkeme, sanığın suçlu olduğunu kabul ediyor, ama beraat veriyordu. Ve akla, elbette suç ortaklarının devlet içinde olduğu iddiası geliyordu.
Doğu Perinçek bu iddiayı daha ileri götürüyor:
“Ortak suçları var. Ortak suçlar yüzünden Abdullah Çatlı’ların eli kuvvetli. ‘Bizim üzerimize gelemezsiniz, çünkü bu suçları beraber işledik’ derler. Ve hakikaten üzerlerine gidilmemiştir. Bir İbrahim Çiftçi dört kez idama mahkûm edilmiştir, dört kere bozulmuştur idam. Abdullah Çatlı’lar ellerini kollarını sallayarak ağır idamlık suçlar işledikleri halde dolaşabilmişlerdir.”
Sezen Öz ise, “Olayların üzerine o esnada daha yoğun gidilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gidilmediği için cesaretleri daha çok arttı” demekle yetiniyor.
OLAY 3
11 TEMMUZ 1978: BEDRETTİN CÖMERT CİNAYETİ
11 Temmuz 1978 günü Ankara Gaziosmanpaşa’da Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Kürsüsü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bedrettin Cömert öldürüldü. Balistik muayene sonuçlarına göre, Bedrettin Cömert’i vuran silah daha pek çok olayda kullanılmıştı. Katillerin ülkücü oldukları ve cinayetten sonra Almanya’ya kaçtıkları belirlendi. Olayın baş aktörlerinden birini bugün kamuoyu çok yakından tanıyor: Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi’nin Cömert cinayetiyle ilgili olarak gıyabi tutuklama kararı verdiği isim Abdullah Çatlı idi.
OLAY 4
10 AĞUSTOS 1978: BALGAT KATLİAMI
Ülkücü Gençlik Derneği yöneticisi Ali Yurtaslan itiraflarında, Abdullah Çatlı’nın derneğin şube başkanı olduğu dönemin “kahve taramaları dönemi” olarak adlandırılabileceğini söylüyordu. İşte ünlü Balgat katliamı da o döneme denk gelmişti. 1978 yılının 10 Ağustos günü Balgat’ta solcuların gittiği kahvehaneler tarandı ve 5 kişi öldü, 14 kişi yaralandı. Olayla ilgili olarak yakalanan Mustafa Pehlivanoğlu’nun askeri savcılığa verdiği ifadede yine Abdullah Çatlı’nın adı vardı.
1980 öncesi de devlet tarafından kullanıldığı açıklanan Çatlı hakkında Pehlivanoğlu’nun söyledikleri şunlardı:
“Genel Merkez’de Abdullah Çatlı’nın emrindeydik. Hepimiz O’nun emrinde öldürme ve yaralama eylemlerini gerçekleştirdik. Benim karıştığım Balgat olayı, Çatlı’nın emriyle gerçekleştirildi. Olayda kullanılan 12’li Baretta tabancayı Abdullah’tan aldım. Silahları İsa Armağan Niğde’den getirerek Abdullah’a veriyor, Abdullah da örgüte dağıtıyordu. Balgat olayından sonra yakalanmamızın ardından İsa Armağan’ın bir arkadaşı 3.5 milyon lira parayı Abdullah Çatlı’ya götürerek bizim serbest bırakılmamızı sağlamasını istemiş. Ancak Çatlı İstanbul’a yerleşip o parayla kuyumcu dükkânı açmış.”
Bunun üzerine Mustafa Pehlivanoğlu serbest kalamadı ve Balgat katliamı davasında mahkûm olup idam edildi. Katliama adı karışan diğer bir isim olan Haydar Şahin ise “konuşamadan” öldürüldü. Asıl emirleri verdiği söylenen Abdullah Çatlı hakkında ise nedense hiçbir işlem yapılmadı.
OLAY 5
9 EKİM 1978: 7 TİP’LİNİN ÖLDÜRÜLMESİ
9 Ekim 1978 geceyarısı Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partili 7 genç katledildi. Bahçelievler, MHP’nin karargâhı olarak bilinen bir semtti ve olayın sorumlusu olarak yakalanan Haluk Kırcı da bir ülkücüydü.
Kırcı, 12 Eylül’den sonra Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na verdiği ifadede TİP’li gençleri kendisinin öldürdüğünü itiraf ederken, yine o tanıdık isme atıf yapıyordu. Kırcı’nın ifadesine göre TİP’lilerin ölüm emrini veren “Büyük Reis” Abdullah Çatlı idi. Çatlı, hem Kırcı’yı olay yerine arabasıyla götürmüş hem TİP’lileri bayıltmak için eter vermiş hem de katliam bittikten sonra kullanılan silahı teslim almıştı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Susurluk olayından sonra hazırladığı raporda, “Abdullah Çatlı’nın Bahçelievler’de 7 kişinin öldürülmesi olayında bulunduğunun belirlendiği” açıkça belirtiliyordu. 7 TİP’li cinayeti Büyük Reis ve çetesinin en büyük eylemlerinden biriydi. Haluk Kırcı, 1996’da yakalanıp Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü; ancak hakkında mahkûmiyet kararı olmasına rağmen, üç polisin yardımıyla Türkiye’nin en iyi korunan Emniyet binasından kaçırılarak salıverildi.
OLAY 6
1 ŞUBAT 1979: ABDİ İPEKÇİ CİNAYETİ
Türkiye’nin uzlaşmacı yaklaşımıyla tanınan etkili kalemi Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979 günü evine giderken pusuya düşürülerek öldürüldü. Cinayetten beş ay sonra Mehmet Ali Ağca, İpekçi’nin katili olarak yakalandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak hüküm kesinleştiğinde Ağca yurtdışındaydı. Çünkü Türkiye’nin en iyi korunan askeri cezaevinden bir gece kaçmayı başarmıştı. Bu kaçışın nasıl gerçekleştiği yıllar yılı sır olarak kaldı. Yıllar sonra bir ülkücü, savcılık ifadesinde, Ağca’nın hapisten kaçırılması eylemini Abdullah Çatlı ve Oral Çelik’in organize ettiklerini söyleyecekti.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “Çatlı raporu”na göre de İpekçi’nin öldürülmesi sonrasında Ağca, Çatlı’nın evinde kalmış ve yine Çatlı’nın Nevşehir’den temin ettiği sahte pasaportla yurtdışına çıkmıştı. Sıkıyönetim Askeri Savcılığı kayıtlarında, Çatlı’nın adı Ağca’nın suç ortağı olarak geçiyordu.
Hedef olarak Abdi İpekçi’nin seçilme nedenini Doğu Perinçek şöyle anlattı:
“Bunların planlı olarak yapıldığı çok açık. Yoksa Abdi İpekçi kimin, niye hedefi olsun?... Abdi İpekçi seçilmiş hedef. Kontrgerilla teorisinde ‘seçilmiş hedefler’ deniliyor bunlara. Yani bütün toplumu sarsacak birtakım önemli insanların ortadan kaldırılması...”
Peki nasıl oldu da, İpekçi suikastının sanığı, bir askeri cezaevinden kolayca kaçabildi; Papa suikastının kilit isimleri Avrupa’da yıllarca serbestçe dolaşabildiler?
Mahir Kaynak, bu soruyu yanıtlarken, 80 öncesi ülkücüleri kullananın sadece Türk istihbaratı olmadığını öne sürüyor:
“Bu insanların yurtdışında uzun bir süre, hatta kısa bir süre, yabancı servislerin kontrolü dışında yaşamaları mümkün değildir. Kendileri aranan kişilerdir. Aranan kişiler olmasa bile kimlikleri bellidir ve o ülkelerde hiçbir şey başıboş değildir. Öyle tahmin ediyorum ki bu kişiler büyük ölçüde yabancı servislerin kontrolüne girdiler. Böylece çete dediğimiz olgunun içine bir dış boyut eklenmiş oldu. Büyük ölçüde CIA’nın bu işin içerisine girdiğini kabul etmek lazım.”
Türk ülkücülerinin CIA bağlantılarını araştıran Fransız gazeteci Jean Marie Stoerkel de “Saint Pierre’in Kurtları” kitabında Abdullah Çatlı’nın yabancı istihbarat örgütleriyle ilişkilerini ortaya koyuyordu. Stoerkel ATV’ye Ağca’nın hapisten kaçırılmasında Çatlı ve CIA’nın işbirliği yaptıklarını da açıkladı. Stoerkel araştırmaları sırasında Çatlı’nın, Interpol tarafından aranmakta olduğu 1982 yılında İtalyan Gladio örgütünün bir ajanı ile birlikte Amerikan koruması altında Miami’ye giriş yaptığını da ortaya çıkarmıştı. Fransız gazeteci, bir duruşma sırasında Çatlı’ya “Amerika’ya nasıl bu kadar kolay girdin?” diye sormuş ve şu yanıtı almıştı:
“Ortalığı karıştırma. Bizi o kadar çok gizli servis kullanmak istedi ki tahmin edemezsin.”
O dönemde Çatlı ile birlikte Avrupa’da eylemler yapan bir diğer ülkücü ise İpekçi suikastının kilit isimlerinden Oral Çelik’ti. Ağca’nın suç ortağı olduğu söylenen Çelik, Avrupa’da uyuşturucu kaçakçılığından yakalanıp hapis yatmıştı. 1996’da kendinden emin gülümseyen bir çehreyle, kendi isteğiyle Türkiye’ye iade edildi. Avukatları, Oral Çelik’in mahkûmiyetini gerektirecek bir dava olmadığı inancındaydılar.
Oysa Çelik’in Malatya’da süren bir öldürme davası vardı. Ancak öldürülen öğretmenin avukatı Aysel Bulut’a göre, her ne olduysa olmuş ve Oral Çelik’in cinayet dosyası, delilleriyle birlikte ortadan kaybedilmişti. Sıkıyönetim “Dosyayı Emniyet’e yolladık” diyor, Malatya Emniyet Müdürlüğü ise “Dosya bize gelmedi” yanıtını veriyordu.
Sonunda beklenen oldu ve Talat Turhan’ların, Doğan Öz’lerin uyardıkları gibi 12 Eylül darbesi geldi. Ama çetenin işi bitmedi. Aynı isimler, yeni rollerle, yine devlet tarafından göreve çağrıldılar. Hem de 12 Eylül öncesi karıştıkları olaylardan ellerine kan bulaştığı halde. Erol Mütercimler, “Ergenekon isimli bu örgüt, bugün aynı deşifre olmuş isimleri niye kullanıyor?” sorusunu şöyle yanıtladı:
“Amatörlükten bu bir. İkincisi çıkar ilişkileri var artık. Çıkar ilişkileri öyle iç içe geçmiş ki geri dönülemez bir yola gelinmiş. Herkes herkesin kimliğini o kadar biliyor ki, tasfiye etme şansları kalmamış.”
Ama şimdi Türkiye, son 20 yılın hesabını soruyor.
Doğu Perinçek bu hesabın nasıl sorulacağını şöyle anlatıyor:
“Bugün Türkiye şunu soracak: ‘1980 öncesinde kimi nerede kullandınız, gelin bakalım. MİT’in şefi... Bunun hesabını vermek zorundasınız’. Sorgular yapılması lazım. Dava açılması lazım. Savcıların bu olayları seyretmesi de büyük sorumsuzluktur. 1980 öncesinde kim kullandıysa onlar hakkında dava açacağız. Bu üç günlük soruşturmayla ortaya çıkar.”
Erol Mütercimler ise, bürokratik oligarşi tasfiye edilmeden bu hesabın sorulamayacağını vurguluyor:
“Devlet denilen aygıtın üzerinde hiçbir güç olamaz. Parlamentonun üzerinde hiçbir güç olamaz. Tekrar söylüyorum: Kurumlar ve kuruluşlar bizim. Yani MİT bizim. Genelkurmay Başkanlığı bizim. Adalet Bakanlığı, mahkemeler bizim. Bankalar bizim, her şey bizim. Çünkü bir devlet, kurumlarıyla, bürokrasisiyle var olacak. Ancak bürokrat oligarşisi kurulmuşsa bir ülkede bunun tasfiye edilmesi gerekiyor. Bunu da kim yapacak? İşte bunları devletin başındaki insanlar yapacak. Görüyoruz ki, bu devletin başında bulunan birtakım insanlar bu örgütlerin içinde değiller. Örgütlerin içinde olmayan insanlar işte bu tasfiyeleri yapabilirler. Ve bunların da boyunlarının borcu olduğuna inanıyorum. Bunların görevlerinin bu olduğuna inanıyorum ki, en azından onların çocukları, torunları da bu ülkede yaşayacaklar. Bu ülkedeki küçük çocuklara, torunlara yani çocuklarımıza karşı bir borcumuz var. O da temiz bir ülke teslim etmek.”
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tabloyu bu ülkenin Doğan Öz gibi cesur savcıları, Talat Turhan gibi gözü pek askerleri, Cevat Yurdakul gibi dürüst polisleri, Uğur Mumcu gibi yürekli gazetecileri daha 20 yıl önce gözler önüne sermişlerdi. Onlara sahip çıkamadık ve tam 20 yıl kaybettik. Dün Doğan Öz’e sahip çıkmayanlar bugün, “Neden bizde cesur bir savcı çıkmıyor?” diye yakınıyor. Bir 20 yıl daha kaybetmemek için bugün olanca gücümüzle uğraşıp Türkiye’yi bu karanlık çetenin elinden kurtarmak zorundayız.
Bütün ihtiyacımız biraz cesaret.
Biraz daha cesaret.