Burda paylaşacağım yazı Felsefe Olimpiyatlarında yer almış,İlgiyle okudum ABD'den ,Akp'ye, Devlet Terörüne, Çoğunluğun Hakimiyetine karşı yazılmış bir
yazı...
13. Türkiye Felsefe Olimpiyatı
Ayse Dilek ĐZEK
Özel Amerikan Robert Lisesi ĐSTANBUL
DERECESĐ : 1
“Eğer Yasalara saygı zorba olmayan bir yönetimin özü, yasalara saygısızlık ise zorbalığın özü
ise, terör totaliter baskının özüdür.”
Hannah ARENDT, Ideology and Terror,
“BÜYÜK BĐRADER”Đ NEDEN YARATTIK; NASIL TUTSAĞI OLDUK?
Anarsizmin köklerini dayandırabileceğimiz Uzakdoğulu filozof Lao Tse’ye göre insanoğlu, doğanın
yasaları ile uyum içinde yasadığı takdirde baska kural ve düzenlemelere gereksinim
duymayacaktır. Toplumların ve devletlerin tarihsel gelisimlerine bakıldığında ise görülüyor ki;
insanlık bu öneriyi göz ardı etmeyi seçmis. Neden bireyden üstün yönetici bir güç olusturmayı
uygun gördük? Daha da önemlisi, nasıl bu gücün üzerimizde çesitli sekillerde baskı kurmasına izin
verdik?
“Özgürlük Üzerine” isimli eserinde John Stuart Mill, devlete duyulan ihtiyacı insanın kendisini
koruma içgüdüsüne dayandırır. Karmasayı engellemek, korku ve kaosa son vermek anlasılabilir,
doğal bir arzudur. Bu nedenle insan toplulukları, güçlü bir yöneticinin kendilerini iç ve dıs birtakım
tehlikelere karsı korumasını, sosyal yasamı düzenlemesini ister. Eski toplumlarda dahi iktidarın
bir biçimde bireysellestirilmis olması (Duverger) bu isteğin bir yansımasıdır. Her yöneticinin
Platon’un filozof kralları gibi bilge ve erdemli olmayacağı (ya da olamayacağı) ise su götürmez bir
gerçektir. Yönetilen ve yönetenin çıkarları ters düstüğünde, iktidar sahiplerinin hangisine öncelik
vereceği asikârdır. Đste bu nedenledir ki; Liberal düsünce, anayasa ve parlamento gibi bazı
düzenleyici ve denetleyici kurumlar olusturmustur; “sınırlı güçlü iktidar” kavramını siyasi
yapılanmanın vazgeçilmezi saymıstır. Günümüz demokrasilerinin temelinde yatan “hukukun
üstünlüğü ilkesi ile de yasalara saygının güvence altına alacağı –ve Arendt’e göre- zorba
yönetimlerin ortadan kaldırılacağı varsayılmıstır.
Böyle bir ortamda bile, Max Weber’in “devleti yönetme gücü” olarak tanımladığı iktidarın,
demokratik yollardan, bir “zorba”nın eline geçmeyeceğinin garantisi yoktur. Yani “yasalara saygı,
zorba olmayan bir yönetimin özü” olsa da; yasalar zorbaların basa geçmesini engellemede yetersiz
kalabilir. Görülüyor ki; bu düzende pek çok sey “zorba”ların tasarrufuna bırakılmıstır. Çoğunluğun
desteğiyle dahi olsa, yönetimi elde eden kisi veya topluluk, yasaları kendi lehine yok saymayı,
farklı görüsleri bastırmayı, azınlıktakiler üzerinde baskı kurmayı bilinçli olarak seçebilir. Üstelik
Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” fikri de göz önüne alınırsa, “çoğunluğun tiranlığı” sadece olası
değil, aynı zamanda öngörülebilir bir durumdur. Çoğunluğu bütünle es tutan böyle bir yönetim
mutlak gücü elinde tutmak, yasaların üstündeki konumunu korumak için süphesiz her yolu
deneyecektir. Büyük olasılıkla da, geçmisteki örneklerini takip ederek teröre yönelecektir.
Bu noktada Arendt’in terör tanımını daha yakından incelemek gereklidir. Zira günümüzde terörün
genel geçer bir tanımı siyasi hassasiyetler dolayısıyla yapılamamakta, terörün anlamlandırılması
kimin terörist olduğuyla ilgili tartısmalar üzerinden yapılmaktadır.
Arendt’in “terör” sözüyle ifade etmek istediği, doğustan gelen temel hak ve özgürlüklerin siddet,
korku ve baskı yoluyla kısıtlanması olarak açıklanabilir. Bu bağlamda “terör”, Jean Jacques
Rousseau’nun Toplum Sözlesmesi’nin devlet tarafından ihlâli olarak da algılanabilir. Bu nedenle
Arendt’in düsüncesine göre totaliter teokratik rejimlerin inançlarına tehdit olarak gördükleri
dinsizleri öldürmesinden, “Nasyonal Sosyalist” Nazi rejiminin “etnik arındırma” çerçevesinde
milyonlarca Yahudi’yi yok etmesine kadar pek çok siddet odaklı eylem, terördür. Öte yandan
açıkça siddet içermeyen ancak toplumsal hayatta kendini belli eden kadın-erkek esitsizliği,
nepotizm ve xenofobi gibi olgular da terörün farklı formları sayılabilir. Kısacası terörü
karakterize eden devlet veya din eliyle uygulanması, belli bir ideolojinin yansıması olarak ortaya
çıkması veya siddet içerip içermemesi değil; totaliter, tekilci, yasaya saygı duymayan “zorba” bir
zihnin ürünü (ve özü) olmasıdır.
Totaliter rejimlerin iktidarlarını yasalara saygı yerine teröre dayandırdığının en açık
örneklerinden birini, Đngiliz yazar George Orwell “Hayvan Çiftliği” (Animal Farm) isimli eserinde
verir. Yolsuzluğun ve çıkarcılığın kol gezdiği Sovyet rejiminin elestirisini yapan yazar, devrimle
ortaya çıkan “Tüm hayvanlar esittir.” ilkesinin “Fakat bazı hayvanlar daha esittir.” eklentisiyle
saptırıldığını dile getirir. “Hayvan Çiftliği”ndeki totaliter rejim öyle bir hal almıstır ki; çürümenin
farkına varan Benjamin ‘deli’ etiketi yapıstırılarak duymazdan gelinirken, sömürülen halkı
sembolize eden Boxer, bir sabah öldürülmek üzere alınıp götürülür. Đste bu hem pasif hem de
aktif siddet içeren formuyla terör, tarih boyunca tüm totaliter rejimlerin dayanağı, totaliter
baskının en etkili aracı olmustur.
Öyleyse modern insan “terör”e karsı ne yapabilir? Kendisini ve haklarını nasıl savunabilir ve
baskıdan nasıl kurtulabilir?
Çağımızda bireyleri yakarak ‘aykırı’ düsünceleri ortadan kaldırmanın yerini, farklılıkların tolere
edilmemesi, farklının dıslanması ve insanların tektiplestirilmesinin aldığını söylemek yanlıs olmaz.
Bir anlamda “modernlesmis” formdaki terör karsısında iki yol izlemek mümkündür. Bunlardan ilki –
ve süphesiz daha kolay olanı- insanda doğustan varolduğu söylenen itaat güdüsüne teslim olmak ve
Kant’ın David Hume’u okumasaydı uyanamayacağını söylediği “dogmatik uyku”nun rahatlığına boyun
eğmektir. Đkinci seçenek ise belli bir farkındalığa ulasarak “terör”e karsı savasmak ve “The
Matrix” filmindeki Neo karakteri gibi bize sunulan kırmızı ve mavi haplardan gerçeği vaat edeni
tercih etmektir.
Arendt’in “totaliter baskının özü” olarak gördüğü “terör” karsısında bilinçli bireyin tek ve en güçlü
silahı, sivil toplum yapılanmasıdır. Demokratik hayata aktif olarak katılan, görüslerini sonuçları
göze alarak dile getirmekten çekinmeyen –sayıları az da olsa– bireyler, totaliter rejim karsısında
seslerini yükseltmeyi bilirlerse “zorba”lara karsı da en dayanıklı savunma halini alacaklardır.
George Orwell’in “1984” romanındaki ‘Büyük Birader’, -aldığı farklı formlara rağmen- bizi izlemeye
devam ediyorken yapılması gereken, Winston Smith’in yakaladığı farkındalıktan ne olursa olsun
vazgeçmemek ve bu farkındalığın bilinçli bireye yüklediği sorumluluklar çerçevesinde mücadeleye
devam etmektir.
Saygılarımla