KIZILELMA NERESİ
Ömer Seyfettin
? Kızılelma?ya? ? Kızılelma?ya? ? Kızılelma?yacak gideceğiz!
Zamanın Süleyman?ı ansızın? Kükremiş bir tufan halinde akseden bu naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan divanın cenk için gösterdiği kahraman arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, deftardaları, nişancıları, ?ağa, kethüda, serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç? gibi yeniçeri zabitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ?? Kafdağı’na kadar arkandan gelmeye hazırız padişahım!? diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç yaşları dökmüşlerdi, işte şimdi ?sefer kararı? ordu içinde yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında? Küçük meşe ormanının nihayetindeki mahşerde, deminki divanın sevinci, büyük bir heyacan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yakın ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın takına çarpıyordu:
? Kızılelma?ya? ? Kızılelma?yacak?
Padişah, tahtından yavaşca ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı. Gökten inen, manası anlaşılmaz sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. ?Kızılelma, Kızılelma?? Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiye?sini geri itti. Gayet çıkık, geniş alnı esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü.
? Kızılelma neresi?
Diye mırıldandı. Şarkta olsu, garpta olsun, sefere çıkarken galeyana gelen asker hep ?Kızılelma?ya?? diye bağrışıyordu. Bu narayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde, hatta İstanbul?da, saratın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızılelma neresiydi. Üvez rengi sırmalı perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmut?u çağırdı:
? Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeylerini, kazaskerleri toplasın. Hemen karşıma gelsin! Dedi.
* ***
Yarım saat evvelki büyük divandan çıkan vezirler, niçin yine huzura çağrıldıklarını ürkek bir ızdırap ile merak ediyorlardı. Ahmet Paşa ile Hadım Ali Paşa?nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayaş Paşa, İskender Paşa gözleri yerlerde, otağ girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu yusufiyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her vaktinden daha ziyade sertti, ince murassa direkler üstünde kurulmuş donuk zümrüdden bir kubbeyi andıran loş sükûnunu;
?Kızılelma? neresi? İçinizde bilen var mı? Suali bozdu. ? ! ? ? ? ! ? ? ? ?
Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu. Padişah:
? Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi, otağımızın etrafında daima bu narayı işitiriz, işte bakınız. Yine ?Kızılelma?ya, Kızılelma?ya?? diye bağrışıyorlar. Burası neresidir?… Binlerce defa ismini işittiğim bu memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim.
Tamışvar fatihi Ahmet Paşa kekeledi:
? Viyana? olsa gerek, padişahım? Padişah, öteki vezirine döndü: ? Öyle mi? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ?
Ne ?evet?, ne ?hayır? diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı. Padişah, orduya getirdiği ?kaplan postlu, kurt taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire gark olmuş, elleri kostaniçeli, ak kızıl bayraklı? , emsali görülmemiş mükemmel alayı ile iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli Beylerbeyine sordu:
? Sokullu! Sen söyle, Kızılelma neresidir? ? Roma? olsa gerek, padişahım! ? Ne biliyorsun? ? Öyle sanırım. ? Sanmak bilmek değildir? ?.
Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızılelma için kimi ?Çin?, kimi ?Maçin? diyordu. Ayaş Paşa: ? Hint?tir.
Haydar Paşa: ? Sint?tir!
İskender Paşa: ? Kafdağı’nın arkası olsa gerektir. Dedi. Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını asabiyetle tutu. Âdeti olmayan bir hiddetle kazaskerlere döndü. Acı acı gülümsedi:
? Yazık sizin ilminize! ? ? . . . . .
?Her şeyi biliyoruz? sanan, bu ?Horasanı? kavuklu başlar uğradıkları hakaretin altında hafifce sallandılar. Onlar, her şeyi kabul edebilirlerdi. Laki cahilliği? Asla? Ortalarından, kara sakallı, bastıbacak, şişman bir fakih, bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri hem en cesurlarıydı:
? Padişahım! Dedi, bu Kızılelma, halk kullarının uydurduğu bir efsanedir. Ne aslı vardır, ne faslı? Bir hakikat değildir ki biz bilelim. Halk ise, padişahım, bilmez söyler.
Zamanın hâkim Süleyman?ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı:
?Halkın dediği! Hakk?ın dediği.? Bodur kadı, bu sözden bir şey anlamadı. Padişah devam etti.
? Bu bir hahikattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses, Hakk?ın sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz? ? Ne şer?de, ne ilimde böyle bir isim yoktur ki, müsemması olsun? ? Ne şer?de ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun? ? Evet padişahım. ? Lakin örfde yok mu? ??
Fakih düşündü. Önüne baktı. ?Yok!? diyecekti. Fakat işte sefer eğlentisi yapmaya başlayan büyük ordunun velvelesi içinde ?Kızılelma?ya? naraları birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu. Asker yalnız sefere gideceği, muharebeye gireceği zaman değil, hatta şımardığı, isyan ettiği vakitlerde bile bu narayı savurmuyor muydu? Bu daima taşan, kabaran, coşan bir kuvvetin ne olduğu bilinmeyen bir gayesiydi. Daha medresede mini mini bir çömezken sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu narayı bastıklarını işitirdi. Bunu iyice hatırlıyordu. Ama aslında ne olduğunu merak edip öğrenmemiş, okuduğu metinlerde bu isme dair bir şeye rast gelmemişti. Yutkundu. Önünde bağlı duran ellerini sıktı. Artık ?Kızılelma örfte yoktur? diyemezdi. Çünkü? İşte? Duruyordu!
? Var padişahım. Dedi. ? Öyleyse ?müsemması? da var. ? ?
Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün hakikatını şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah, bunu bilen fazıllardandı. Karşısında safsataya imkân yoktu. Öbür kazaskerler arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak, ağız aramadıklarına için için seviniyorlar, ?sukut sözden hayırlıdır!? hikmetini hatırlıyorlardı. Padişah yine acı acı güldü:
? Dünya ne tuhaftır! Dedi. Siz işte bu halkın başlarısınız. Bu halkı idare edersiniz. Hâlbuki onun istediği şeyin ne olduğunu bilmezsiniz?
Lakin hâkim padişah, kahraman, arif, fazıl, şair olduğu kadar da insaflıydı! Her şeyi evvela kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken, oda sıkıldı. ?Deruni lisanla? kendi kendine sordu: ? Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin bilir misin? ? Bilmem ama? ? Ama? ?? Sezerim!
Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu, tabiatın, ilmin, irfanın ötesinde bir hakikatti. Evet, işte ?Kızılelma?, ne olduğunu sanki biliyor, fakat söyleyemiyordu. Hâlbuki bu vezirler, kazaskerler, beylerbeyleri? Hayır, hiçbir şey sezmiyorlardı. Birisinin lafı ötekine uymuyordu. Kimi Çin, kimi Hint, kimi Sint, kimi Viyana, kimi Roma diyordu. Kızılelma bunların hiç biri değildi! İçinden:
? Belki hepsinden daha kıymetli bir yer
Dedi. Sonra utançlarından kızaran kullarına sordu: ?.. ? Kızılelma?nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz?
Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını açmıyordu. Yalnız İskender paşa:
? Padişahım! Dedi, kazasker kullarının ilimleri kitaptandır! Vezir kullarınla, biz k lelerine gelince? Öyle derin âlimlerden değiliz! İşte ne kadar bilgisiz olduğumuz sual-i hümayununuzla meydana çıktı. ?Bin âlimin bilemediğini bir arif bilir? derler. İrade buyurun, bir arif bulalım, ona sorun.
? Arif kimdir? ? Bilmeyip sezen, Padişahını?
Sonra İskender paşa, saf bir askerin basit mantığı ile ?Kızılelma, Kızılelma? diye halkın mutlaka bir şey murat ettiğini, kuşların ötüşünde bile kendi dillerince bir mana olduğunu söyledi kısa boylu, inatçı kazasker, halkın ne söylediğini, ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti. Padişah İskender Paşaya, çıkıp gizlice ordunun içine girmesini, numayiş alanında bağıranlardan rastgele üç kişi tutup huzuruna getirmesin irade etti. İskender paşa çıkınca Padişah kazaskerlere örfe dair ayrı ayrı Arapça sualler sormaya başladı. Vezirlerle beylerbeyleri, anlamadan, dinliyorlardı.
* ***
İskender paşa, biraz sonra, otağa girdi:
? Üç kişi tuttum Padişahım! Dedi. ? Evvela bir tanesini getir bakalım ?.. İskender paşa, otağın mehabetinden ürkerek sap sarı kesilmiş, başında perişanesi dağılmış, tir tir titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala bıyıklı kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılık yapan serserilerden biriydi. Otağın kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi, tahta doğru gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, diz üstü kaldı. Padişah sordu:
? ?Kızılelma, Kızılelma? dersiniz, bu neresi? ?..
Garip, işledim sandığı cürümden beraat için:
? Herkes bağırır, Padişahım. Bende bağırdım dedi. ? Neye bağırdığını sormam. Kızılelma neresidir?
Onu söyle Garip tereddüt etmedi:
? Padişahımızın bizi götüreceği yer! Dedi. ? Orası neresi? ? Padişahımız bilir.
Padişah, İskender Paşaya döndü: ? İkincisini getir bakalım!
Dedi. Dizüstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti perdenin yanında dikildi. Bu sefer huzura getirilen tıknaz, esmer, beyaz keçeli, afacan bir yeni çeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı, el bağladı. Padişahın ?Kızılelma neresi?? sualine düşünmeden:
? Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer Padişahım! Cevabını verdi. ? Orası neresi? ? Sen bilirsin Padişahım.
İskender paşa üçüncüyü huzura soktu. Bu, geniş omuzlarına baratasının uçları düşen genç bir bostancıydı
? Kızılelma neresi? ? Atınızın gittiği yer Padişahım! ? Orası neresi? ? Neresi olduğunu ancak Padişahım bilir?
Evet. Orası ne hint, ne sint, ne çin, ne maçin, ne viyana, nede romaydı. Padişah, huzurundakilere:
? Gördünüz ya, dedi. Üçününde cevabında bir fark yok. Hakikat bir, ?Kızılelma? benim gitmek istediğim yer, işte? hakk?ın beni göndereceği yer?
Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık ?kızılelma?ya, kızılelma?ya? naraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyade yaklaşıyordu. Padişah, birden bire, Hakk?ın kendini göndereceği yeri düşündü. Nihayeti bulunmaz hakk yolunun, hakikat yolunun gittiği ?Kızılelma? denen bu cennet kapısında viyana, roma, hint, sint, çin, maçin birtakım fani haberlerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına dayandı, gözlerini ufalttı, ilahi manevi bir zevke varmış gibiydi! Müdebbir vezirlerinin, âlini kazaskerlerinin, kahraman beylerbeyinin tekrar taşa koşup çıkışlarını görmedi bile. Otağın kapısında, onlarda şimdiye kadar asla ulviyetinin, mehabetinin farkında olmadıkları muazzam bir manzara karşısında donup kaldılar; sefer eylentisi yapan yüzbinlerce asker, kol kol olmuş, cirit oynarak, kaynaşarak otağı etrafında geniş bir daire çeviriyorlar:
? Kızılelma?ya? ? Kızıelma?ya?
Naralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek bir arşa doğru kalkanlardan kanatlarıyla uçmağa hazırlanıyorlardı!