Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Değerlerin Çöküşü  (Okunma sayısı 2774 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 28, 2010, 01:15:09 ös
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay

Daniel Quinn’in B’nin Öyküsü kitabından, B’nin halka açık konuşmalarından üçüncüsü…

Değerlerin Çöküşü

19 Mayıs Tiyatro Binası, Radenau Bizim çağımız öncesi kültürümüzde on bin yıl boyunca tehlike korosunda oluşan sesler dokuz sesten ibaretti: Savaş, suç, ahlaki kirlenme, ayaklanma, kıtlık, veba, kölelik, soykırım ve ekonomik çöküş. 1960 başlarında çağımız, koroya eklenecek onuncu sesi yarattı, daha önce hiç duyulmayan bir ses ve bu da kültürel felaketin sesi – vizyon kaybına neden olan, amaçların başarısızlığı ve değerlerin çöküşü.

Her kültürün olaylar arasında belirleyici bir yeri, evrene uyan bir vizyonu vardır. İnsanların bu vizyonu dile getirmelerine ihtiyaç yoktur (örneğin çocuklarına bu vizyonu açıklamaları gerekmez) çünkü bu yaşamlarında – tarihlerinde, efsanelerinde, törelerinde, yasalarında, ayinlerinde, sanatlarında, danslarında, öykülerinde ve şarkılarında – dile gelir. Gerçekte onlardan bu vizyonu açıklamalarını isteseniz nereden başlayacaklarını bilemeyecekleri gibi, belki sorunuzu bile anlamayacaklardır. onlara bunun doğdukları günden itibaren kulaklarına fısıldanan bir şarkı olup uzun süredir dinledikleri için bilinçli olarak duymadıklarını söyleyebilirsiniz. Biliyorum ki çoğunuz bu şarkıyı ana kültürün seslendirdiğini söyleyen ve şarkının kendisini bir mitoloji olarak adlandıran arkadaşım İsmail’i duydunuz.


Ünlü mitolog Joseph Campbell, kültürümüz insanlarının bu günlerde mitolojileri olmadığı gerçeğini belirtmişti, ama İsmail’in bize gösterdiği gibi her mitoloji, etrafındaki öykü anlatıcılardan ortaya çıkmaz. Farklı tür mitolojiler bize, imparatorların, yasa yapıcıların, rahiplerin, politik liderlerin ve peygamberlerin ağzından aktarıldı. günümüzde bu bize televizyon ekranından, ilahiyatçılardan, kilisemiz öğrencilerinden, öğretmenlerden, yazarlar ve bilgelerden aktarılıyor. bu quaint hikayeler mitolojisi değil, ama bize evreni yaratırken tanrıların kafasında neler olduğunu ve bizim evrendeki rolümüzü anlatan bir mitoloji. Bir bireyin sinir sistemi olmadan fonksiyonlarını yerine getirememesi gibi, bu, mitoloji olmadan fonksiyonlarını yerine getiremez. Tüm aktivitelerimizin düzenleyicisi bu ilkedir. Yaptığımız her şeyin anlamını bize açıklayan şeydir.

Olayların bir kültürün vizyonunu evrendeki yerini sarsması, mitolojisini anlamsız kılması, tınısını yok etmesi olasıdır. Bu gerçekleştiğinde (ve birçok kez gerçekleşti) bu kültürdeki her şey çöker, dağılır. Düzen ve amacı yerini kaos ve şaşkınlığa bırakır. İnsanlar yaşam isteğini kaybeder, şiddet gösterirler, intihara yatkındırlar, uyuşturucu bağımlısı ve suça eğilimli olurlar. Bir zamanlar her şeyi bir arada tutan matriks artık dağılmış, yasalar, töreler, gelenekler kullanılmamaya ve özellikle ebeveynlerinin hayatını bile anlamlandıramayan genç kesimde saygı görmemeye başlar. Böyle parçalanan bazı insanları incelemek isterseniz ABD, Afrika, Güney Amerika, Yeni Gine, Avustralya’da birçok örneğini bulabilirsiniz. (gerçekte aborijin halk kültürümüzü dev kamyonların tekerlekleri altında ezilmiştir.)

Ya da sadece evinizde kalabilirsiniz.

Artık amaçsız, hayattan zevk almayan, intihara yatkın, içki ve uyuşturucu bağımlısı yasa ve törelere saygı göstermeyen insanlara rastlamak için dünyanın diğer ucuna gitmenize gerek yok. Biz kendimiz de kültürümüzün kamyonları altında ezildik ve bizim kültürümüz vizyonunun evrendeki yeri sarsıldı, mitolojimiz anlamsız olup şarkımız teklemeye başladı. Bunlar hepimizin hissettiği şeyler. Nereye gittiğiniz veya kiminle karşılaştığınız fark etmez – Montana’da bir dağ polisi, New York’ta bir borsacı veya Hamburg’da bir otobüs şoförü olsanız da fark etmez.

Ben olayların böyle yaşanmadığı zamanları anımsayacak kadar yaşlıyım ve ebeveynlerim kesinlikle bunu anımsarlar, sizinkiler de. Burada kesinlikle “eski iyi günler”den söz etmiyorum. Tehlike korosu seslenmişti – biliyorum, çünkü söz ettiğim dönem, en yıkıcı insanlık savaşları dönemi. Yine de kırklı, ellili yılların sonlarında kültürümüz insanları hala nereye gittiklerini biliyor, önlerinde parlak bir gelecek yattığına inanıyor ve güveniyorlardı. Tek yapmamız gereken vizyona sarılarak, bizi bu noktaya getiren fonksiyonları sürdürmekti. Bunlara güvenebilirdik. Bunlar bizi üniversitelere, operalara, merkezi ısıtma ve asansörlere, Mozart’a, Shakespeare’e ve sinemaya kavuşturan fonksiyonlardı.

Dahası, bizi buraya getiren şeyler iyi şeylerdi. 1950′de Doğu’da ya da Batı’da – kapitalist ya da komünist olması fark etmez – hiçbir kültürde bu konuda en ufak bir kuşku yoktu. 1950′de bu herkesin onaylayabileceği bir şeydi. Dünyayı sömürmek, bize Tanrı tarafından verilen bir haktı. Dünya biz onu sömürelim diye yaratılmıştı. Dünyayı sömürme onu aslında geliştirdi! Yapabileceklerimizin sınırı yoktu. İstediğin kadar kes, istediğin kadar kaz. Ormanları yok et, suları kurut, nehirleri barajla kapat, istediğin yere zehir boşalt, istediğini yap. Bunların hiçbiri kötü veya tehlikeli olarak öngörülmedi. Niçin görülsün ki? Dünya özel olarak bu anlamda kullanılmak için yaratılmıştı. İnsanlar için sınırsız, yıkılamaz bir oyun odasıydı. Net olarak tehlikeli veya kısıtlı bir şey olmasıa mümkün değildi. Dünya her tür cezayı karşılayacak, tüm zehirleri emecek şekilde yaratılmıştı. Nükleer silahlar patladı mı? Elbette, istediğin kadar patlat, dilersen binlerce kez patlat! Tanrı’nın verdiği kaderimiz bize zarar veremezken radyoaktivite yayıldı.

Tüm türleri tok etmek mi? Kesinlikle! Niçin olmasın? İnsanların bu yaratıklara ihtiyacı yoksa, belli ki bu dünyada yerleri yok! Dünya üzerinde böyle bir kontrol denemesi dünyayı insanlaştırmak, bizi kaderimize bir adım daha yaklaştırmak içindir.

Dinleyin: 1948′de İsviçre’de Paul Müller, kimyada istenmeyen böcek türlerini tamamen yok etmek anlamına gelen muhteşem dichlorodiphenyltrichloroethane çalışması nedeniyle Nobel Ödülü aldı. Belki bunu melodik ismiyle anımsayabilirsiniz, burada DDT’den söz ediyorum. 1950 ve 1960 yıllarında DDT dünyada peynir ekmek gibi tüketilmeye başlandı. Herkes bunun ölümcül bir zehir olduğunu biliyordu. Elbette ölümcül bir zehirdi, amacı buydu! Ama onu istediğimiz kadar kullanabilirdik, çünkü bize zarar veremezdi. İşini yapan yeryüzü bunu gösterecekti. Tüm o muhteşem ölümcül zehri yutacak ve bize tatlı su, tatlı toprak, tatlı hava vermeye devam edecekti. Her zaman tüm radyoaktif ve endüstriyel atıkları, üretebildiğimiz tüm zehirleri yutacak ve bize tatlı su, tatlı toprak ve tatlı hava vermeyi sürdürecekti. Kontrat, vizyonun kendisi bundan ibaretti: Dünya insan için, insan da onu fethedip yönetmek için yaratılmıştı. Başından beri olan bu: Fethedip yönetmek, dünyayı bizim özel kullanımımız için yaratılmış gibi görüp istediklerimizi değerlendirip kalanını yok etmek. Lütfen tekrarlıyorum, bu günahkarca bir iş değil, kutsal bir iş! Bu bizi Tanrı’nın yaratma nedeni!

Lütfen bunu Tanrı’nın Adem’e, dünyayı doldur ve subdue, dediği Genesis’den öğrendiğimiz bir şey olmadığın da anımsayın. Bu bizim Kudüs öncesinde, Babil, Çatalhöyük, Jericho, Ali Kosh, Zawi Chemi, Shanidar öncesinde bildiğimiz bir şey. Bu Genesis yazarlarının bize öğrettiği değil, bizim onlara öğrettiğimiz bir şey.

Her seferinde olduğu gibi yine tekrar ediyorum, bu insan vizyonu değildi. Bu bizimle Homo habilis olduğumuz zaman veya Homo habilis, Homo erectus olduğu zaman ya da Homo erectus, Homo sapiens olduğu zaman doğan bir şeydi değildi. Bu bizim özel kültürümüz doğduğunda, on bin yıl önce olan bir vizyondu. Bu bizim devrimimizin dünyanın her köşesine taşınacak manifestosu idi.

Bu manifestonun gerçekliği Ur’un zigguratlarını ya da Mısır’ın piramitlerini inşa edenler için kuşkulanılacak gibi değildi. Çin’i dünyanın kalanından ayıran Çin Seddi’nde çalışan binlerce insan bundan kuşku duymadılar. Thebes, Nippur ve Larsa’dan tonlarca altın, cam ve fildişi taşıyan tüccarlar bundan kuşku duymadılar. Hitit, Elamit ve imparatorluk fethini ilk kez kil tabletlere yazan Mitanniler bundan kuşku duymadılar. Babil’den Ninova’ya ve Şam’a, iktidarın sırlarını taşıyan demir işçileri bundan kuşku duymadılar. Perslerin Darius’u, Makedonya’nın Philip’i ve Büyük İskender’i bundan kuşku duymadı. Konfüçyus veya Aristoteles bundan kuşku duymadılar. Hannibal veya Julius Sezar ya da Hıristiyanlığın ilk koruyucu imparatoru Constantin bundan kuşku duymadı. Roma İmparatorluğunun leşini karıştıran çeteler bundan kuşku duymadılar – Hunlar, Vikingler, Araplar, Avarlar ve diğerleri… Charlemagne veya Cengiz Han bundan kuşku duymadı. Şiiler veya Haçlılar bundan kuşku duymadı. Tüccarlar bundan kuşku duymadı. 1494′de tüm dünyanın Avrupa güçleri tarafından kolonileştirilmesine karar veren Papa bundan kuşku duymadı. Bilim devrimi öncüleri Kopernik, Kepler ve Galileo bundan kuşku duymadı. Onaltı ve onyedinci yüzyıl kaşifleri ve özellikle Yeni Dünya fatihleri bundan kuşku duymadılar. Modern Çağ’ın entelektüel kurucuları, Descartes, Adam Smith, David Hume ve Jeremy Betham gibi düşünürler bundan kuşku duymadı. Demokratik Devrimin yolunu açan John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi politik teorisyenler bundan kuşku duymadı. Sayısız kaşif, düşünür, atırımcı, ve Sanayi Devrimi vizyonlerleri bundan kuşku duymadılar. Kuzey İngiltere’de fabrikaları yıkan Luddite gangsterleri bundan kuşku duymadı. Tren yolları inşa eden ve askeri ordular kuran Du Ponts, Vanderbilts, Krupps, Morgans, Carnegies bundan kuşku duymadı. Komünist Manifesto yazarları, işçi hareketlerini düzenleyenler veya Rus Devrimi mimarları bundan kuşku duymadılar. Avrupa’yı Birinci Dünya Savaşı’na çeken yöneticiler bundan kuşku duymadılar. Versailles anlaşması yazarları veya Milletler Cemiyeti’nin mimarları bundan kuşku duymadı. Büyük ekonomik kaos döneminde işsiz milyonlarca kişi bundan kuşku duymadı. Almanyada parlamenter demokrasiyi kurmakta zorlananlar veya onları zorlayanlar bundan kuşku duymadı. İnsanlığı “melez ırktan” arındırmak için oluşturulan bir endüstride binlerce işçi bundan kuşku duymadı. İkinci Dünya Savaşı’nda savaşan milyonlar veya onları savaşa gönderen liderler bundan kuşku duymadı. İngiltere ve Almanya’da terörü yok etmek için çaba harcayan bilim adamı ve mühendisler bundan kuşku duymadı.

Dünya insan için ve insana da dünyayı fethedip yönetmek için yaratılmıştı.

Bu manifesto atomu ayırıp tüm türümüzü yok edecek kapasitede bir bomba yapanlar üzerinde kesinlikle hiç kuşku uyandırmamıştı. Birleşmiş Milletler’in mimarları bundan kuşku duymadılar. eski savaş yıllarında insanların dinleneceği ve tüm işleri robotların yapacağı, atomik gücün sınırsız ve bedava olacağı, güç, açlık ve suçun yok olacağı ütopik dönem beklentisinde olan milyonlarca insan bundan kuşku duymamıştı.

Ancak bu manifesto artık kuşku uyandırıyor bayanlar baylar… Kültürümüzde hemen hemen her yerde, fakat özellikle yıllarca beklenen hayatın kolaylaşması gerçeğinin asla varolmadığını gören gençlerde bu durum kuşku uyandırıyor. Çocuklarınız daha iyisini biliyor. Daha iyi biliyorlar, çünkü bu büyük anlamda sizin daha iyi bilmenizden kaynaklanıyor.

Yalnızca politikacılarımı hala dünyanın insan için, insanın da onu fethedip yönetmesi için yaratıldığı konusunda ısrarlı davranıyorlar. Profesyonel zorunluluk olarak hala devrimimiz manifestosunu doğrulamadılar. İşlerini sürdürmek istiyorlarsa bizi önümüzde güzel bir gelecek olduğuna kesinlikle ikna etmeleri gerekir. Bizi buna ikna ettiklerini düşünüp sonra da her yıl niçin daha az oy kullanıldığını merak ediyorlar.
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.


Ekim 28, 2010, 01:15:38 ös
Yanıtla #1
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay

Sessiz Bahar ve Ötesi

Bu değerlerin çöktüğü yeni dönemin 1960′larda başladığını söylemiştim. Kesin olarak ifade etmek gerekirse kültürümüz vizyonu motivasyonunun ilk kez ifade edildiği meydan okuma, Rachel Carson’ın * sessiz bahar yılında, 1962′de başlamıştır. Carson DDT’nin yıkıcı ve çevresel etkileri üzerine açıkladığı ayrıntılı gerçeklerde, DDT’nin sadece böcekleri öldürmekle kalmayıp üretim işlemi ve yumurta yapılarını bozarak besin zincirini kırdığını ve sonuçta birçok türün zaten yok olduğunu ve daha birçok türün de tehdit altında olduğunu, günün birinde dünyanın sessiz bir bahara – kuşsuz bir bahara – uyanabileceğini açıklamıştır. Ancak Sessiz Bahar, yayınlanması kolay olan yeni bir sansasyonel sunum değildi. Tek bir güçlü seslenişle kültürel inancımızın temellerini kökünden sarstı: Dünya ona vereceğimiz her türlü zararı karşılama kapasitesine sahiptir, dünya tam olarak bunun için tasarlanmıştır, bizim yanımızda olan dünya, her zaman çabalarımızı kolaylaştırır ve izin verir, Tanrı dünyayı bizim onu fethedip yönetmemiz için özel olarak tasarlamıştır. Sessiz Bahardaki gerçekler bu düşüncelere tamamen karşı çıkar. Bizim yararımıza olan bir şey dünyaya zarar veriyordu. Dünya kültürel vizyonumuzu desteklemiyordu. Tanrı kültürel vizyonumuzu desteklemiyordu. Dünya hiçbir koşulda bizim tarafımızda değil, Tanrı hiçbir koşulda bizim tarafımızda değildi.

Konu sadece Rachel Carson ve DDT ile sına erse, kültürel vizyonumuz kesinlikle iyileştirilirdi, ama hepimizin bildiği üzere bu sadece minik bir başlangıçtı. Carson bize ilk kez, dikkat etmemiz gereken yeni bir şeyler olduğunu gösterdi. Sonrasında bu tür hataları gören yüzlerce, binlerce kişi bu konularda daha fazla dikkat ettikçe kültürel inancımız dha çok sarsıldı. Burada hepsine tek tek değinmeyeceğim. Bir gecede sadece üzerinden genel anlamda geçebilir ve size sadece ansiklopedilerimizde yer alan genel bilgileri iletebilirim.

Sonuç: Günümüzdeki nüfusumuz ve düşlerimizle insan ırkı dünya üzerinde öldürücü bir etkiye sahip. Tamamen bizim faaliyetlerimize bağlı nedenlerden göller kuruyor, denizler ölüyor, ormanlar yok oluyor, toprak çürüyor.

Dinleyin! Koltuklarınızda mırıldandığınızı duyuyorum, ancak bunları size kendinizi sulu hissettirmek için anlatmıyorum. Buradaki amacım kesinlikle bu değil.

Bu gece burada nelerin yanlış gittiğini anlamaya çalışıyorum.

Teoriler: Nerede Yanlış Yaptık?

Nerede yanlış yaptığımızı bulma çabaları global bir uğraş haline geldi. Her yaştan, her sosyoekonomik sınıftan, her siyasi görüşten insan bu konuyu düşünüyor. On yaşındaki çocuklar bile çözüm bulmaya çalışıyorlar. bunu biliyorum, çünkü benimle konuşuyorlar. Biliyorum, çünkü oyunlarının arasında duraksayıp dikkatlerini buna veriyorlar.

Her yıl daha fazla çocuk evlilik dışı doğuyor. Her yıl daha fazla çocuk fakir evlerde yaşıyor. Her yıl daha fazla insan suç nedeniyle zarar görüyor. Her yıl daha fazla çocuk taciz edilip öldürülüyor. Her yıl daha fazla kadın tecavüze uğruyor. Her yıl daha fazla insan geceleri sokakta dolaşmaktan ürküyor. Her yıl daha fazla insan intihara teşebbüs ediyor. Her yıl daha fazla insan alkol ve uyuşturucu bağımlısı oluyor. Her yıl daha fazla insan hapishanelere giriyor. Her yıldaha fazla insan vahşet ve pornografiyi daha doğal karşılıyor. Her yıl daha fazla insan terör ve deli inanışlara kapılıyor ve ani, kontrolsüz vahşete başvuruyor.

Bunları açıklamak için ortaya atılan teoriler çoğunlukla genellemeler ve herkesçe bilinen gerçeklerdir. Bunlar yılların deneyimleri. Örneğin, insan ırkının zararlı ve kusurlu olduğunu duyarsınız. İnsan ırkının bir çeşit evrensel hastalık olduğunu ve Gaia’nın sonunda bunu yok edeceğiniz duyarsınız. İstikrarsız kapitalist açgözlülüğün veya teknolojinin bunların sorumlusu olduğunu duyarsınız. Ailelerin okulları veya rock and roll’u suçladığını duyarsınız. Bazen de güç, yasal eşitsizlik, kalabalıklaşma, bürokrasi, politik kirlenme gibi semptomların kendilerinin suçlandığına tanık olursunuz.

Bunlar “nerede yanlış yaptığımızı” açıklayan bazı genel teoriler. Başkalarını da duyarsınız. Bunların çoğu yanlışı düzeltmek için verilen öneriler nedeniyle vazgeçilenlerdir. Genelde bu öneriler “Tek yapmanız gereken…” tarzında söylemlerle başlar. Örneğin sağ partiyi seçin. Bu liderlerden kurtulun. Liberalleri asın. Konservatifleri asın. daha net kanunlar yazın. daha uzun hapis cezaları verin. Ölüm cezası uygulayın. Musevileri öldürün, eski düşmanları öldürün, yabancıları öldürün, birilerini öldürün. Meditasyon yapın. Dua edin. bilinci yükseltin. Yeni varoluş planı geliştirin.

Burada ne yaptığımı anlamanızı istiyorum. Nerede yanlış yaptığımız konusunda yeni bir teori sunuyorum. Bu minik bir varyasyon değil, geleneksel olanın iyileştirilmiş hali değil. Bu şimdiye kadar duyulmamış, entelektüel tarihmizde tamamen yeni bir teori. Aynı tür bir dağılma Ova Kızılderilileri yaşam biçimleri parçalanıp kaynaklarına yöneldiklerinde gerçekleşti. Aynı dağılma bizim tarafımızdan fethedilen sayısız Afrika, Güney Amerika, Avustralya, Yeni Gine ve diğer aborijin insanlarda yaşanmıştı. Onların yaşadığı dağılma şartlarını bizimki ile aynı olmaması fark etmez; sonuçlar aynıydı. Her ikimiz için de sadece yirmi otuz yılda şok edici gerçekler dünya vizyonumuzu ele geçirerek, bize her zaman kendini kanıtlar görünen kaderimizi anlamsız hale getirdi. Her ikimiz için de başlangıçtan beri söylediğimiz şarkı birden boğazımıza takıldı ve durdu.

Sonuç her ikimiz için de aynıydı: Her şey paramparça oldu. Kulübe ya da gökdelende yaşamanız bir şeyi değiştirmez, her şey parçalandı. Emir ve amaç, yerini kaos ve şaşkınlığa bıraktı. İnsanlar yaşama amacını kaybetti, hedefsiz şiddet düşkünü, intihara yatkın, alkole ve uyuşturucuya ve suça bağımlı hale geldi. Bir zamanlar her şeyi bir arada tutan matriks dağıldı ve yasalar ve gelenekler, özellikle gençler arasında saygınlığını kaybetti.

İşte burada başımıza gelen budur. On bin yıl boyunca gülümseyen kurbağa, sonunda suyun kaynamaya başlamasıyla öldü ve yüzündeki gülümseme anlamını yitirdi.

Sonunda olaylar çılgın kültürel vizyonumuzu parçalayarak, kibirli şarkımızı sona erdirdi. Dünyanın insan için insanın da onu fethedip yönetmek için yaratıldığı inancını kaybettik. tüm fetih ve zararlarımıza karşın dünyanın bize destek olacağı ve tüm zehri emeceği inancımızı yitirdik. Tanrının diğer yaratıkların dışında bizim tarafımızda oluğu inancımızı kaybettik.

Ve böylece bayanlar baylar… parçalanıyoruz.
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.


Ekim 28, 2010, 01:17:08 ös
Yanıtla #2
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay

Sonunda İyi Haberler

Geçenlerde bir kadın beni dinlemesi için bir arkadaşını getirmek istediğini, ama arkadaşının, “Üzgünüm ama artık bir tane daha kötü habere dayanamayacağım!” dediğini söyledi (kahkahalar). Evet bu komik, çünkü burada oturup saatlerce beni dinlerken iyi haberler ileteceğimi biliyorsunuz.

Evet, bu nedenle gülüyorsunuz. Şimdiden kendinizi iyi hissetmeye başladınız! Kesinlikle daha iyi hissetmekte haklısınız ve işte nedeni. Bu aslında oldukça basit. İşte size iyi haberim: Biz insanlık değiliz.

Bu kelimelerdeki özgürlüğü hissedebiliyor musunuz? Deneyin. Haydi durmayın. Kendi kendinize fısıldayın: Biz… insanlık… değiliz.

Eminim biraz garip görünüyor. Bu geceyi bitirmeden önce niçin garip göründüğünü açıklayacağım.

Biz insanlık değiliz.

Bunu söylemek bir başkasının ayakkabılarını giymeniz, bu ayakkabıları kendinizinki sanarak bir anda tüm hayatınız değiştirmeniz gibi!

Biz insanlık değiliz. Bu iç kelimeyi anlamanızı istiyorum. Bunlar Büyük Unutuş’ta unutulan her şeyin özeti. bunu gerçekten tam anlamıyla ifade ediyorum. Büyük Unutuş sonunda, kültürümüz insanları uygarlık kurmaya başladıklarında bu üç kelime düşünülemez bir haldeydi. Bir anlamda Büyük Unutuş bundan ibaretti: Tek bir kültür olduğumuzu unutarak bizim tüm insanlık olduğumuzu düşünmeye başladık.

Kültürümüzün tüm entelektüel ve manevi kökleri bizim kesinlikle insanlık olduğumuz gerçeğine dayanır. Thucydides buna inandı. Sokrates buna inandı. Platon buna inandı. Aristoteles buna inandı. Ssu-ma Ch’ien buna inandı. Gautama Buda buna inandı. Konfüçyüs buna inandı. Musa buna inandı. İsa buna inandı. Aziz Paul buna inandı. Muhammed buna inandı. İbni Sina buna inandı. Aquinolu Thomas buna inandı. Kopernik buna inandı. Galileo ve Descartes kolaylıkla daha iyisini yapabilecekken buna inandı. Hume, Hegel, Nietzche, Marx, Kant, Kierkegaard, Bergson, Heidegger, Sartre ve Camus – hepsi daha iyi bilmek için araştırma yapmış olsalar da- bunu doğal karşıladı.

Ama siz, biz insanlık isek, bu niçin bu kadar kötü bir haber diye şaşırırsınız. Açıklamaya çalışayım. Biz insanlık olsaydık o zaman insanlık ile ilgili söylediğimi tüm korkunç şeylerin gerçekliğini bilirdik ve bu da gerçekten kötü bir haber anlamına gelirdi. Biz insanlığın kendisi olsak, tüm yıkıcılık yalnızca yanlış yönlendirilmiş bir kültüre ait değil, tüm insanlığa ait olurdu ve bu gerçekten kötü bir haber anlamına gelirdi. Biz insanlığın kendisi olsak kültürümüzün kötü kaderli olması, insanlığın da kötü kaderli olması anlamına gelirdi ve bu gerçekten kötü bir haber oldurdu. Biz insanlığın kendisi olsak, bu kültürün dünyanın düşmanı olması gerçeği tüm insanlığın dünyanın düşmanı olması gerçeğiyle aynı anlamına gelirdi ve bu gerçekten kötü bir haber demek.

Ah inleyen insanlık, eğer biz insanlık isek! Eğer kültürümüzün umutsuz ve yanlış yönlendirilmiş yaratıkları insanlığın kendisi ise, korku ve umutsuzluk iniltileri!

Ancak biz insanlık değiliz, biz sadece tek bir kültürüz – bu gezegende kendi vizyonu olan ve kendi şarkılarını söyleyen yüzlerce, binlerce kültür arasında tek bir kültür. İşte bu bizim için mükemmel bir haber!

Eğer değişmesi gereken insanlık olsaydı, hiç şansımız olmazdı, ama değişmesi gereken sadece… biziz.

Ve bu gerçekten harika bir haber.

Benimle kalın dostlarım. Adım adım oraya yaklaşıyoruz.

Saygılarımla...
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.