Katolik Kilisesi ile papazların Tanrı ile insan arasındaki aracılığını kabul etmeyen Martin Luther, Aziz Pavlus’un “Siz, Tanrı’nın bağışı ve iman sayesinde kurtuldunuz.” Tümcesine yaslandı. Bir farkla ki, ille de Latince olmasında diretilmiş İncil’i Almancaya çevirirken, işine gelen yerlerde bazı deyişlerin arasına istediği sözcükleri yerleştirdi. Örneğin Aziz Pavlus’un özgün çevirisi yukarıdaki gibi olan deyişini şöyle değiştirmişti: “Siz Tanrı’nın bağışı ve yalnızca iman sayesinde kurtuldunuz.” Böylece, Katolik Kilisesi’ni devre dışı bırakmış oluyordu.
İnsanın kurtuluşunu âyinlere falan değil sadece gönülden inanç sahibi olmaya bağlayan Luther, başlangıçta Katolik rahiplerden söz ederken, «Eğer saldırılarının kudurganlığı devam edecekse, bu kudurganlığı durdurmak için dünyayı zehirleyen bu hayvan soyuna karşı sözle değil, silahla son vermekten daha iyi bir yol yoktur.» demişti.
Daha önce belirtmiştim: Martin Luther’in asıl amacı, Hıristiyanlığı yeni bir düzene oturtmak değil, Papalığın sattığı bağışlama belgelerinden sağlanan gelire ortak olmaktı. Katolik Kilisesi’nin bu amaçla büyük tüccar ve bankalarla yaptığı anlaşma, Reformcuları burjuva ve köylülere yaklaşmaya yöneltti. Bunun sonucunu göreceğiz.
Luther önceleri örnek olarak ilk Hıristiyanlığı düşlemişti; içsel bir inanç öngörmüştü; öyle uzun boylu birtakım örgüt ve törenleri, papaz ve rahipleri olmayan, saf ve sessiz bir dindarlık üzerinde durmuştu. Bu inançta felsefenin yeri yoktu. Dolayısıyla ona göre Hıristiyanlığı Paganizmden olduğu kadar Aristoteles ve Platon’dan da ayıklamak gerekiyordu.
Ancak böylelikle oluşturulacak bir inancı ayakta tutabilmek için örgütlenmek de gerektiğinden, Luther de sonradan bu ilk görüşlerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Önceleri “şeytanın yatağı” dediği akla başvurdu. Tıpkı ilk Hıristiyanlık gibi, o da sonunda yalnızca inanç ile bir yere varılamayacağını görüp, öğretisini felsefe ve akla dayama yolunu seçti.
Luther’in, öğretisine, Katolik Kilisesi’nin benimsediğinden farklı bir felsefi temel bulması gerekiyordu. Bunu Philip Melanchton adlı düşünür halletti. Ne var ki Melanchton özgün bir düşünür olmadığından, bu dinin felsefî altyapısını hazırlamaya çalışırken ister istemez Aristoteles felsefesine başvurmak zorunda kaldı. Dolayısıyla aynı hamam aynı tas. Önceleri bir sakıma işe gizemcilikle başlayan Protestanlık, sonunda dönüp dolaşıp Aristoteles felsefesine dayandı.
Öte yandan Jean Calvin de Luther gibi tüccar ve iş adamlarının desteğini sağlamak amacıyla vaazlarında Tanrı’nın egemenliğini onlara emanet ettiğini ileri sürdü. Bu nedenle Calvin’in Hıristiyan toplum üzerinde etkisi aslında Luther’den daha fazla oldu. Katolik mezhebi nasıl köle emeğinin sömürülmesini Tanrı’ya onaylatmışsa, Protestanlık da Tanrı’ya ücretli el emeğinin sömürülmesini onaylattı.
Hıristiyanlıktaki reform eyleminin, dinsel özgürlüğü ve bireyin kendi başına karar verme hakkını sağladığı gibi yanlış bir kanı vardır. Orta öğretim kurumlarında da bu yanlış kanı işlenir. Biz de bunu hep öyle öğrenmişizdir. Oysa Reform’u yapanlar, sadece bir otoritenin yerine bir başkasını koymuştur; Katolik Kilisesi yerine Kutsal Kitap.
İlk iki Protestan Kilisesi olan Luthercilik ve Calvincilik, tıpkı Katolik Kilisesi gibi bilime karşı çıkmışlardır. Martin Luther de Kopernik’in kuramını yadsır; ona göre; Polonyalı bu budala adam, tüm astronomi bilimini tersyüz etme hevesindedir. Kutsal Kitap’ta Peygamber Yeşu’nun yerküreyi değil, güneşi durdurduğu yazılıdır; doğru olan da budur. Benzer şekilde Calvin de Kutsal Kitap’a dayanarak şöyle bir soru sorar: «Kopernik’in otoritesini kim Kutsal Ruh’un üzerinde tutabilir?»
Sonuçlar beklendiği gibi çıkar. 20. yüzyıl başlarının Amerikalı eğitimci yazarı A. Dickson White, “History of the Warfare of Science and Theology within Christendom” (Hıristiyanlık Dünyasında Bilim ve İlâhiyat Arasındaki Savaşın Tarihi) adlı yapıtında şöyle bir özet vermiştir: “Reformun doğrudan etkisi, öncelikle bilimsel sürece karşı zıtlık oluşturmasıdır. Protestan liderlerin düşüncelerinde, çoğunlukla evrenin gelişiminin bilimsel teorileriyle tutarsızlık sergilendiğini görürüz.”
Reform’da dinsel ve sosyal sorunlar birbirine karışmıştır. Dinsel bir hareket olduğu kadar sosyal ve siyasî bir devrim sayılır. Protestan Kilise tarihçileri, Luther’i “Almanya’nın en büyük politikacılarından biri” olarak niteler.
Luther, siyasal ve dinsel amacına ulaşmak için uygun ortamı beklemektedir. O günlerin Almanyası da bunun için pek uygundur. Alman prenslerinin 16. yüzyıl başlarında köylülere uyguladığı baskı, dehşetli boyutlara varmış durumdadır. Vergiler, toprak kiraları ve çalışma koşulları dayanılamaz bir düzeye varmıştır. Köylülere öyle kötü davranılmaktadır ki, toprak işçileri artık yaşamaktan usanmış bir haldedir. Bu işçi ve köylüler, iyi bir liderden de yoksundur; prenslerin uyguladığı insafsızlığa karşı koymaya cesaretleri yoktur.
İşte Martin Luther tam bu sırada ortaya çıkar. Büyük ve cesur bir adam gibi davranır ve hiçbir korku işareti göstermez. Düşündüğünü söyler; baskı altındaki kitlelere gerçek Hıristiyanlık düşüncesini geri getirmeyi vaat eder. Sömürülmüş kitleleri cesaretlendirir. «Hıristiyanlar arasında otorite olamaz ya da olması gerekmez.» der. Prenslere, başlarına gelecekleri söyleyecek kadar korkusuzdur: «Kudretli Tanrı, prenslerimizin halka istedikleri gibi davranıp istediklerini buyurmasını delilikle cezalandırmıştır. Halkımız da kendisine buyrulana boyun eğmenin görevi olduğunu düşünecek kadar delidir...” Prensleri şöyle uyarır: «Siz prensler yeryüzünün en büyük ahmakları ve en kötü hainlerisiniz. İnsanlar sizin zorbalık ve küstahlıklarınıza boyun eğemez; artık eğmeyeceklerdir de.»
Bu işin nereye varacağını tam olarak bilmiyorsanız da tahmin edebiliyorsunuz sanırım.
Almanya’daki köylüler, Martin Luther’i, Protestan öğretiyi ve Kutsal Kitabı kendilerinin biricik umudu olarak görmeye başlar. Protestan düşüncesi doğrultusunda toplumu yeniden oluşturmak için büyük bir şevk içerisinde kısa sürede bir araya getirilirler. Savaş ve devrim gözükmektedir. Luther sadece büyük bir özgürlük hareketinin lideri olarak ortaya çıkmakla kalmamış, aynı zamanda prenslere yönelik toplu nefreti onlara meydan okuyan bir eyleme dönüştürmeyi başarmıştır.
Tarihte “Köylü Savaşı” adı verilmiş olan devrim 1525 yılında patlak verir. Luther, Almanya’nın en çok baskı gören sınıfının önderi olarak ilan edilir.
Bu baş kaldırma, isyan ya da ayaklanma olayı Avrupa’da 16. yüzyıla damgasını vurmuş, Almanya ile sınırlı kalmayıp diğer ülkeleri de etkilemiştir. Bunu gözden geçirdiğimizde kısaca “Reform” denilerek geçiştirilmiş olan değişimin niteliği, arka yüzünü kavrayabiliriz. Onu ise izleyecek bölüme bırakıyorum.