KÜLTÜRLERİN ÇARPIŞMASI HAKKINDAPeki ama bu Batı uygarlığı, gerçekten de iyi, arzu edilen bir uygarlık mıdır? En azından Rousseau’dan beri, özellikle de, haklı olarak daha iyiyi arayan gençler tarafından sık sık ortaya atılan bu soru, dünyanın en özeleştirel ve reformcu uygarlığı olan günümüz Batı uygarlığı için karakteristik bir sorudur.
Bence bizim Batı uygarlığımız, her ne kadar haklı olarak bazı eleştiriler getirsek de, insanlık tarihinin en özgür, en adil, en insancıl, en iyi olanıdır. En iyi olmasının nedeni de, en iyi biçimde düzeltilebilir bir yönünün olmasıdır.
Dünyanın dört bir yanında insanlar, yeni ve genelde farklı kültür alemleri yaratmışlardır: Efsane, şiir, sanat, müzik dünyaları; ürünler, alet edavat, etkinlik, ekonomi dünyaları; ahlak, hukuk, koruma dünyaları ve çocuklara, hastalara, ve diğer yardıma muhtaç kimselere yardım dünyaları. Fakat yalnızca bizim Batı uygarlığımızda, ahlaki açıdan kişisel özgürlük hakkı büyük oranda kabul görmüş ve hayata geçirilmiştir. Bununla birlikte de yasalar önünde eşitlik, barış, mümkün olduğunca şiddetten kaçınma anlayışı.
İşte Batı uygarlığımızı, bugüne kadar var olan uygarlıklar arasında en iyisi diye tanımlamamın nedeni budur. Kuşkusuz üzerinde başka iyileştirmeler yapılması gerekir.
Elbette uygarlığımızın daha birçok eksiği vardır. Fakat bu doğaldır. Eksiksiz bir toplumun olanaklı olmadığını hepimiz biliyoruz. Amerikalı bir yargıcın bir keresinde, özgürlük haklarını savunan bir sanığa söylediği gibi: “Yumruğunuzu hareke ettirme özgürlüğünüz karşınızdakinin burnunun başladığı yerde biter” kuralı geçerlidir. Başka bir deyişle özgürlük, ne yazık ki, yasalar, yani düzen ile kısıtlanmak zorundadır.
İnsan toplumunun barışa gereksinimi vardır, fakat bununla birlikte ciddi ideolojik anlaşmazlıklara da: uğruna savaşabileceğimiz değerlere ve düşüncelere, Batı toplumlarında mücadelelerin, Kılıçla değil, sözcüklerle daha iyi ve etkili, hele akılcı argümanlarla daha da başarılı olabileceğini artık öğrendik –bunu da Yunanlılar’dan öğrendik.
Evet ben, Batı uygarlığı, bilim ve demokrasi yanlısıyım. Çünkü bizlere, felaketlerin önüne önceden geçme ve gerektiğinde daha da iyileştirme olanağını tanıyan bunlardır. Ayrıca, özeleştiriyle doğruyu arayan ve her yeni buluşla ne kadar az şey bildiğimizi, bilgisizliğimizin ne denli sonsuz olduğunu bize her seferinde gösteren, günümüzde sık sık karalanan bilimin de tümüyle arkasındayım.
Ulus-devlet ilkesinin tam anlamıyla gerçekleştirilemez olmasına karşın, azınlıkların korunması ilkesinin kolayca hayata geçirildiği söylenemez; ama az da olsa bunu gerçekleştirildiği görülmektedir. Azınlıkların korunması ilkesi ve de çocukların korunması ilkesi, milliyetçiliğin aksine, mutlak ahlaki bir ilkedir.
Peki ulus-devlet ilkesi niçin hayata geçirilemiyor, niçin dünyamızda ve özellikle de Avrupa’da saçma bir ilke olarak görülüyor? Avrupa halkı, herkesin bildiği gibi, kavimler göçünün bir eseridir. İnsanlık tarihinden bu yana, insanlar akın akın, iç Asya bozkırlarından, güney, güneydoğu ve özellikle de, bizim Avrupa diye tanımladığımız, yarılmış Batı Asya yarımadasına, önceki ilticacılarla çarpışmak ve parçalanmak için göç etmişlerdir. Ve işte sonuç: Farklı diller, etnikler ve kültürler mozayiği: Yeniden düzenlenmesi asla olanaklı olmayan bir karmaşa, bir karışım.
Bu karmaşaya en iyi biçimde rehberlik eden, dillerdir. Fakat bunlar içerisinde de, ortaya çıkışları bakımından yüceltilmiş, az çok yerli ya da doğal diyalektler ve birbiriyle örtüşen yazı dilleri vardır: bunu Flamancada açıkça görüyoruz. Fransızca, İspanyolca, Portekizce ve Romanca gibi diller ise, Romalılar’ın yaptıkları fetihlerin bir sonucudur.
Elbette milliyetçiliğin öncüleri vardı. Fakat ne Roma kültürü ne de eski Yunan kültürü milliyetçiydi. Tüm bu kültürler, Akdeniz’de ve yakın doğudaki farklı kültürlerin çarpışmasıyla ortaya çıkmıştı. Bu, kuşkusuz, bu günkü Batı kültürümüze önemli katkıları olmuş Yunan kültürü için de geçerlidir: Önemli katkılar derken, özgürlük düşüncesini, demokrasi düşüncesinin bulunuşunu ve modern doğabilimlere götüren, eleştirel ve rasyonel yaklaşımı kastediyorum.
İMMANUEL KANT: AYDINLANMANIN FİLOZOFU(Ölümünün yüz ellinci yılında anısına yapılan bir konuşma)
Kant, aydınlanmaya inanıyordu ve onun son ve en büyük savunucusuydu. Gerçi ben, bunun yaygın bir görüş olmadığını biliyorum. Ben, Kant’ı aydınlanmanın en son savunucusu olarak görürken, çoğu kişi onu, aydınlanmayı yok eden okulun –“Alman idealizminin” Fichte, Schelling ve Hegel okulunun kurucusu olarak niteler. Bu her iki yaklaşım, bana göre birbiriyle hiç bağdaşmamaktadır.
Fichte ve sonra da Hegel, Kant’ın şöhretini kendileri için kullanmaya çalışmışlardı, bu nedenle de onu okullarının kurucusu olarak ilan ettiler. Fakat Kant, kentini onun izinde ve mirasçısı olarak tanıtan Fichte’nin ısrarlı yaranmacılığını reddedecek kadar uzun yaşadı. Pek fazla tanınmayan, Erklarung in Beziehung auf Fichtes Wissenschaftslehre (7. Ağustos 1799) adlı yapıtında Kant, oldukça ileri giderek şunları yazmıştı: “Tanrı bizleri dostlarımızdan korusun... çünkü ... ara sıra da karşımıza çıksalar, sahtekar, entrikacı, bizlerin mahvolmasını isterken, iyi dileklerini dile getiren ... dostlar vardır; ve işte onlardan ve kurdukları tuzaklardan kaçınmak, pek de kolay değildir.”
Fakat Kant’ın aydınlanma hakkındaki söylediklerini bir de kendisinden dinleyelim:
“Aydınlanma, insanın, kendi kendini başkalarının idaresinde olmadan aklını kullanmamaktır.” Aklını, eksik olduğundan değil, başkalarının idaresi altında olmadan kullanma kararlılığı ve yürekliliği gösteremeyen, kendi kendini ergin olmayışa mahkum eder. Spare aude! “Kendi iradenle aklını kullanma yürekliliğini göster!” aydınlanmanın sloganıdır.
Kant’ın burada söyledikleri, kuşkusuz kişisel bir itiraftır; kendi geçmişinden bir kesittir. Yoksul koşullarda ve dindar bir çevre içerisinde yetişen Kant, büyük bir yüreklilik göstererek bilgiyle kendini bağımlılıktan kurtarmayı başarmıştı.
Dünyanın uzayda sonlu mu, yoksa sonsuz mu olduğu sorusuna Einstein’ın parlak bir yanıtı vardı: sonlu olan, ama sınırları olmayan bir dünya vardır. Böylece Einstein, deyim yerindeyse, Kant’ın düğümünü çözmüştü; zaten elinde de Kant ve çağdaşlarına göre daha keskin silahları vardı. Dünyanın sonlu ya da sonsuz olup olmadığı sorunu, günümüzde de halen tam olarak açıklığa kavuşturulmuş değildir. Kant, uzay ve zaman içerisindeki fiziksel şeylerin gerçek –ideal değil, gerçek- olduğunu hep vurgulamıştı. “Alman idealizm” okulunun acımasız metafizik spekülasyonlarına gelince: Kant’ın kitabına Kritik der reinen Vernunft adını vermesinin nedeni, bu biçimde spekülatif akılcılıklara karşı eleştirisi, dünyaya ilişkin getirilen mantıksal çıkarımlara yöneliktir; çünkü bu çıkarımlar, duyusal deneyimlerden uzak olması ve gözlemlerle denetlenmemesi yönüyle “saf”tır.
Doğabilimsel kuramlarımıza yön veren duyusal veriler değil, kendi zekamızdır –akıl yoluyla benzeşimler sisteminin düzenlenmesi ve yapılandırılmasıdır. Kendi düzeni ve yasalarıyla keşfettiğimiz doğa, zihnimizdeki düzenleme ve benzeştirme işleyişinin biri sonucudur. Kant bu yaklaşımı, mükemmel bir biçimde formüle etmiştir: “Akıl, yasalarını... doğadan çıkararak değil, doğaya dikte ederek yaratır.”
Kozmolog, bilgi ve bilim felsefecisi Kant’tan, şimdi de ahlak felsefecisi Kant’a dönelim. Bilindiği gibi Kant, insanı, aynı doğa yasaları koyucusu gibi, ahlak yasaları koyucusu olarak da görür; böylece de insanı, bir zamanlar fiziksel dünyadaki gibi ahlak dünyasının merkezi yapmıştır. Kant, evrenbilimde olduğu gibi, etiği de insanlaştırmıştır.
Kant’ın etik alanındaki Kopernikçi yaklaşımı, özerklik öğretisiyle biçimlenmiştir. Bu öğretiye göre hiç kimse, bir yetkenin buyruğuna körü körüne bağlanmamalı, ahlaki yasa koyucu olarak insan-üstü bir yetkeye de boyun eğmemelidir. Çünkü, bir yetkenin buyruğuyla karşı karşıya kaldığımızda, bu buyruğun ahlaki olup olmadığı konusunda kendi irademizle karar verecek olan yine bizler değil miyiz?
Kant, şöyle yazar: Gerçi sakıncalı olabilir, ama asla kötü olduğunu söyleyemeyiz: Her insan kendine göre bir tanrı yaratır... hatta ahlaki kavramların ışığında, bunu yaratmalıdır, ki tanrıya, kendini yaratan olarak saygı gösterebilsin. Çünkü bir varlık, herhangi bir tanrı olarak da tanınmak ve tasvir edilmek, hatta ... onun gibi görünmek istiyorsa, ilkin kendisi, ... onu ilahi bir varlık olarak kabul edip saymaya (vicdanen) hazır olup olmadığına karar vermek zorundadır.
Kantçı etik, önermelerle sınırlandırılmamıştır; onun tek yetkesi, insan vicdanıdır. Bununla birlikte, vicdanımızın bizlerden ne isteyebileceğini de belirlemeye çalışır. Ahlak yasasına ilişkin farklı tanımlamalar getirir. Bunlardan biri: “Öyle davran ki, hem kendin hem de başkası olarak, insanlığı, salt araç olarak değil, amaç olarak da kullanabilesin.” Kantçı etik anlayışını belki de şu sözlerle özetleyebiliriz: Özgür olmaktan korkma ve diğerlerinin özgürlüğüne hem saygı göster h em de onu koru!
Kant bu etik temeliyle önemli öğretileri, devlet öğretisini ve uluslararası devlet hukuku öğretisini yapılandırmıştır. Kant’ın arzusu, dünyada sonsuz barışı hayata geçirecek ve koruyacak bir devletler topluluğunu, “özgür devletler federasyonunu” yapılandırmaktı.
Sokrates’in savunma konuşması ve ölümü, özgür insan düşüncesini, yaşayan bir gerçek haline dönüştürmüştür. Sokrates özgürdü, çünkü aklı boyunduruk altına alınamazdı, özgürdü, çünkü hiç kimsenin ona zarar veremeyeceğini biliyordu. Bizim batı aleminin miras aldığı bu Sokratesçi özgür insan düşüncesine Kant, hem bilgi hem de etik alanında yeni bir anlam kazandırdı; buna ek olarak da, özgür insanlar topluluğu –tüm insanların oluşturduğu tek bir topluluk- düşüncesini ortaya attı. Kant’a göre, her insan özgürdür; bunun nedeni de, insanın özgür değil, bir yükle –vereceği kararlarda özgür olduğu konusunda ona yüklenmiş bir sorumlulukla- doğmasıydı.
BİLGİYLE KENDİNİ BAĞIMLILIKTAN KURTARMAKKant’ın, saf aklı eleştirmek ya da insanın saf bir akıl varlığı olmadığını ve bu saf akılcı bilginin, insan yaşamında en iyi ve en yüce şey olmadığını anlamak için romantiklere ihtiyacı yoktu. O, aslında bir çoğulcuydu (plüralist); insanoğlunun koyduğu hedeflerdeki çeşitliliğin ve zenginliğin, bu nedenle de çoğulcu ve açık toplum düzeninin savunucusuydu; “Korkma, özgür ol ve diğerlerinin özgürlüğüne ve farklı oluşlarına saygı göster; çünkü insan onurunun koşulu, özgürlük ve özerkliktir!” sloganıyla da bunun mücadelesini vermeye çalıştı. Yine de insanın entelektüel açıdan kendini eğitmesi ve bilgiyle kendini bağımlılıktan kurtarması, Kant için, herkesin hemen üstlenmesi gereken felsefi açıdan zorunlu bir görevdi; çünkü yalnızca bilgiyle kendimizi zihnen bağımlılıktan –yanlış düşüncelerin, önyargıların ve putların köleliğinden- kurtarabiliriz.
Eğer tarih, acımasız bir tanrının eseriyse, bu durumda sözünü ettiğimiz tanrı, bizim için anlaşılmaz, akıl erdirilemez ve tasavvur edilemez anlamda biridir: Tarihi, doğrudan tanrının eseri olarak anlamaya çalıştığımızda, tarihin anlamını anlamak, biz insanlar için olanaksızdır. Bu nedenle din, tarihin anlamını anlaşılır kılmak istiyorsa, tarihi, doğrudan tanrısal iradenin beyanları olarak değil, iyi ve kötü –içimizde olan ve bizlerin etkisiyle ortaya çıkan- güçler arasında bir savaş olarak ortaya koymaya çalışmalıdır.
Bence doğru olan tek şey, düşüncelerin, tarihimizi etkileyen güçler olduğudur. Fakat, çok iyi ve saygın olduğu sanılan düşüncelerin de, tarihte bazen vahim sonuçlara götürebileceğini ve ilkin Bernard de Mandevilli’in gördüğü gibi, kötünün sürekli talep ettiği, iyinin de sürekli yarattığı tarihsel bir gücün –nadiren de olsa- karşımıza çıkabileceğini unutmamalıyız.
Geleceğin ne getireceğini ben de bilmiyorum; bu konuda bir şeyler bildiklerini iddia edenlere de inanmıyorum. Benim kastettiğim iyimserliğin altında yatan tek şey, geçmişten ve gelecekten öğrenebildiklerimizdir. Ve bu öğrendiklerimiz bizlere, mümkün olmuş ve olabilecek birçok şeyi, iyiyi ve kötüyü gösterdiği gibi, umudumuzu ve daha iyi bir dünya arayışı düşüncesini yitirmememiz gerektiğini gösterir.
Robespierre’in estirdiği terör, Fransız Devrimi’ni destekleyen Kant’a , özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganları altında, en iğrenç cinayetlerin yapılabileceğini öğretmişti; aynı zulümler, bir zamanların haçlı seferlerinde, büyücülerin yakılmasında ya da Hıristiyanlık adına sürdürülen Otuz Yıl Savaşlarında da yapılmıştı. Fakat Kant, Fransız Devrimi’nin bu korkunç tarihinden bir ders çıkarmıştı. Çıkardığı ders –gerçi bunu sıkça gündeme getiremiyoruz-, fanatik inancın her zaman kötü olduğu ve çoğulcu toplum düzeniyle de hiçbir zaman bağdaşmadığıdır; bununla birlikte Kant, fanatizmin her bir biçimine –ister etik açıdan kusursuz olsun, isterse hedeflerimizle aynı olsun- karşı konulması gerektiğini de ifade eder.
Fanatizmin doğurduğu tehlike ve sürekli olarak buna karşı koyma durumunda olmamız gerektiği bilinci, sanırım tarihten çıkarabileceğimiz en önemli derslerden biridir.
Peki ama, fanatizmden ve aşırılığından kaçınmak olanaklı mıdır? Tarih bize, tüm etik hedeflerin boşuna olduğunu öğretmemiş miydi? Aynı tarih, bizlere bu hedeflerin, ancak fanatik bir inancın yürütülmesi halinde tarihsel bir önem taşıyabileceğini göstermemiş miydi? Tüm insanların eşitliğini savunurken, bir zamanlar ayrıcalıklı sınıflardan gelenleri, üç dört nesil boyunca takip etmemiş miydi) Bir yandan kendini kardeşliğin koruyucusu olarak ilan ederken, kardeşlik uğruna işlediği cinayetleri açıklayabilmek için, insanlararası kardeşlik sloganları atmamış mıydı? Etik tüm düşüncelerin bozuk, en iyi olanlarının da en çok felaket getirici olduğunu, tarih bizlere göstermemiş miydi? Daha iyi bir dünya için ortaya atılan aydınlanmacı düşünceler, Fransız ve Rus Devrimleriyle işlenen anlamsız suçlar olarak kendini kanıtlamamış mıydı? Bu savıma göre, Batı Avrupa ve ABD tarihi, etik bir anlamlandırma ya da hedef koymanın, boşa olmayacağını bizlere öğretebilir. Kuşkusuz bununla, etik hedeflerin tümüyle hayata geçirildiğini ya da geçirilebileceğini iddia ediyor değilim. Söylemeye çalıştığım, etik kurallara dayalı ilkelerden esinlenerek getirilen toplum eleştirisinin bazı yerlerde başarıya ulaşmış ve kamusal yaşamı en feci kötülüklerden başarıyla koruyabilmiş olmasıdır.
Yeni çağın ilk ve büyük devrimlerinden İngiliz Devrimi, tanrı devletine değil, 1. Karl’ın idamına ve Cromwell diktatörlüğüne varmıştı. Gerçekleri görmeye başlayan İngiltere’nin bundan çıkardığı en büyük ders, meşruluktu.
II. James’in, İngiltere’de Katolikliği zorla kabul ettirme çabası, bu meşruluğun yerleşmesiyle başarısızlığa uğramıştı. Dini savaşlardan yorgun düşen İngiltere, John Locke’un ve diğer aydınlanmacı filozofların mesajlarını artık dinlemeye hazırdı –bunlar, dini hoşgörüden yana olan ve zorla kabul ettirilen inancın değersiz olduğu ilkesini savunan; (Papa XI. İnnocent’in ifade ettiği gibi) insanların kiliseye asla çeke çeke götürülmemesi, bunun yerine kiliseye gitmeleri için yönlendirilmesi gerektiği biçimindeki mesajlardı.
Son olarak bir görüşümü daha açıklamak istiyorum. Herkesin iddia ettiği gibi, aydınlanma olsun, romantizm olsun, her iki akım da dünya tarihine, mücadeleci fikirler ve inanç mücadeleleri dönemi olarak damgasını vurmuştur. Buna ben de katılıyorum. Fakat aydınlanmayı romantizmden ayıran en önemli özellik, bu düşüncelere yaklaşımıdır. Romantizm, inancı, doğruluk içeriği ne olursa olsun, inancın gücünü ve derinliğini kendi içinde değerlendirir. Ve sanırım aydınlanmaya karşı olmasının en büyük nedeni de budur; çünkü aydınlanma, bu türden bir inanca –etik dışında- kuşkuyla yaklaşır. Gerçi aydınlanma, inanç konusuna hoşgörüyle yaklaşarak üstün bir değer biçmiştir; fakat burada değer biçtiği, inancın kendisi değil, doğruluktur. Aydınlanma felsefesinin en temel düşüncesi, mutlak bir doğrunun olabileceği, bizlerin bu doğruya yaklaşabileceğimizdir; oysa romantizmde tarihsel görelilik söz konusudur.
Ne var ki doğruya yaklaşmak pek de kolay değil. Bunun için tek bir yol vardır; bu da, yanılgılarımızdan geçer. Yalnızca hatalarımızdan bir şeyler öğrenebiliriz; bunun koşulu da başkalarının hatalarını, doğruya götüren adımlar olarak takdir etmeye hazır olmak ve kurtulmak için kendi hatalarımızı aramaktır.
Bilgiyle bağımlılıktan kurtulma düşüncesi, doğaya hakim olmak demek değildir. Bağımlılıktan kurtulmak, daha çok düşünsel olarak, hatalardan, yanlış inançlardan kendini kurtarmaktır; kendi düşüncelerimizi eleştirmek için aklı özgür kılmaktır.
Aydınlanmanın savunduğu bilgiyle bağımlılıktan kurtulma düşüncesi, kendi fikirlerimizle özdeşleşmek yerine, fikirlerimizden uzaklaşmayı öğrenmemiz gerektiği düşüncesini de beraberinde getirir. Düşünceler akla hükmedebileceğinden, bizlere düşen en büyük görev, yanlış düşüncelerin hakimiyetinden kurtulmaktır. Doğruyu bulmak ve hatalardan kurtulmak için yapmamız gereken tek şey, karşısında olduğumuz görüşlerde olduğu gibi, kendi görüşlerimizi de aynı eleştirel yaklaşımla yargılamayı öğrenmektir.
Bu söylediklerim, göreliliğe bir ayrıcalık verdiğim anlamına gelmesin; çünkü yanılgının önkoşulu, doğruluk düşüncesidir. Karşımızdakinin haklı olabileceğini, bizim ise yanılmış olabileceğimizi kabul etmek, bakış açısına göre değişir; ya da görecilerin belirttiği gibi, tarafların, kendi bakış açısından haklı, diğer bakış açısından haksız olduğu anlamına gelmez. Batı demokrasilerinde artık çoğu kimse, bazen kendilerinin haksız, karşı tarafın ise haklı olduğunu öğrenmiştir. Fakat bu önemli dersi çıkaranların çoğu, göreliliğe saplanmıştır. Özgür, çoğulcu bir toplum yaratmayı üstlendiğimiz bu tarihsel büyük görevde, yapmamız gereken en önemli şey, göreci ya da kuşkucu olmadan, görüşlerimize eleştirel yaklaşmayı sağlayacak bilince ulaşmak için kendimizi eğitmek; cesaretimizi ve kararlılığımızı yitirmeden, inandığımız düşünceler için mücadele etmektir.
LİBERALİZM İLKELERİ IŞIĞINDA KAMUOYUHiç eleştirilmeden, öylesine kabul edilen birçok “kamuoyu” söyleneni göz ardı etmememiz gerektiği kanısındayım.
Bunlardan ilki –“ vox populi, vox dei”-, halkın sesini en son otorite ve bilgeliğin sesi olarak kabul eden, klasik söylendir. Fakat neyse ki halkın sesi, nadiren tekseslidir ve farklı sokaklardaki farklı “sade insanların” görüşleri de, bir konferans salonunu dolduran farklı yaklaşımdaki liberallerde olduğu gibi, farklıdır.
Her şeye karşın, vox populi söyleninde, az da olsa, doğruluk payının olduğu kanısındayım. Bunu şöyle ifade edebiliriz: Her ne kadar sade insanların önemli olaylara ulaşma olanağı kısıtlı da olsa, bu insanlar, siyasi iktidar sahiplerinden genelde daha bilgedirler; bilge olmasalar da en azından, daha iyi ve cömert eğilimler gösterirler.
“Yeter ki doğru, bize ( yada halka) gösterilsin, artık bunu hiç unutmayız.” Bunu, gerçekçi iyimserlik kuramı olarak nitelemeyi öneriyorum. Çünkü bu kuram, hem liberalizmin hem de sosyalizmin esin kaynağı olmuştur. Ve gerçekten de bu kuram, hem aydınlanma hareketi için hem de bu hareketin taraftarlarını ve öncüllerinin çoğu için, karakteristik bir kuramdır. Aynı vox populi söyleni gibi, bu da teksesliliğin, kuşku duymayı öğrendiğimiz bir teksesliliğin otoritesine ilişkin bir söylendir.
Liberalizmin Temel İlkeleri: Bir Dizi Sav
1. Devlet gerekli bir beladır. Devletin güç yetkileri gereğinden fazla olmamalıdır.
Bu bağlamda devletin sürekli bir tehlike oluşturduğunu, hatta gerekli de olsa, bir bela olduğunu göstermek pek de zor değildir. Çünkü devlet, görevini yerine getirecekse, tek tek vatandaşların ya da vatandaşların oluşturduğu grupların sahip olduğundan daha fazla güce sahip olmalıdır. Her ne kadar bu gücün kötüye kullanılması tehlikesini, bazı düzenlemelerle elverdiğince kısıtlasak da, bunu tümüyle ortadan kaldırmak olanaksızdır.
2. Demokrasi ve despotizm arasındaki fark: demokrasilerde kan dökmeden hükümetler devrilir; oysa despotizmde bu böyle değildir.
3. Demokrasi, vatandaşlara iyilikler sunamaz ( ve sunmamalı da). Gerçekten de “demokrasi” tek başına bir şey yapamaz; bir şeyler yapacak olan ancak demokratik bir devletin vatandaşlarıdır. (ve kuşkusuz hükümetleridir).
4. Demokrat olmamızın nedeni, çoğunluğa bakmamız değil, demokratik kurumların, demokratik geleneklerde kök saldıklarında, bildiğimiz diğer kurumlar arasında en zararsızı olarak kendini kanıtlamış olmasındandır.
5. Geleneklere bağlı olmadığı takdirde, öylesine yapılandırılmış kurumların hiçbir yeterliliği yoktur. Kurumlar her zaman “çelişik” yapıdadır; öyle ki –güçlü bir gelenek olmadığı taktirde- olması gerekenden tam tersine işleyebilir.
6. Liberal bir “ütopya” – başka bir deyişle, akılcı geleneklerden yoksun bir tabula rasa (boş levha) üzerinde kurulmuş bireysel özgürlüğe getirilen kısıtlamaların, ki bunlar sosyal toplu yaşam için vazgeçilmezdir, olanaklar ölçüsünde eşit dağıtılmasını (Kant) ve azaltılmasını gerektirir.
7. Liberalizm ilkeleri, var olan kurumların değerlendirilebilmesine, gerektiğinde kısıtlamaların ya da değişikliklerin yapılabilmesine ışık tutan ilkeler olarak betimlenebilir. Var olan kurumların yerlerini alamazlar. Başka bir deyişle: Liberalizm, devrimci bir anlayıştan çok, evrimci bir anlayıştır. (yalnızca despotizme karşı devrimcidir)
8. Geleneklerden söz ederken, bir toplumun “ahlak çerçevesini” (buna bağlı olarak da kurumsal “yasal çerçeveyi”) oluşturan, adalet ve dürüstlük kavramlarıyla birlikte ahlaki duyarlılığı da bünyesinde barındıran gelenekleri en önde saymamız gerekir. Bu ahlaki çerçeve, birbirine zıt çıkarlar arasında, haklı ve doğru olanın gerektiğinde ayırt edebilmesine dayanak oluşturur. Bu ahlaki çerçevede elbette değişmez değildir, fakat değişim süreci oldukça yavaştır.
Liberalizm Kuramında Özgür Tartışma
Düşünce özgürlüğü ve özgür tartışma, liberalizmin en önemli değerleridir; bunların haklılığını savunmaya da gerek yoktur. Belki yalnızca doğru arayışı konusundaki rolleri bakımından söz edebiliriz. Doğru apaçık ortada olmadığı gibi, hemencecik bulunamaz da. Doğruyu ararken, en azından
a) Hayal gücüne,
b) Deneme ve yanılmaya (trial and error),
c) a), b) ve eleştirel tartışmanın yardımıyla kendi önyargılarımızı yavaş yavaş keşfetmeye
gereksinim duyarız.
Genelde tartışmaların, ancak ortak görüşleri paylaşan kişiler arasında olanaklı olabileceği ileri sürülmüştür. Buna göre bu yaklaşım yanlıştır. Yalnızca tek bir şey gereklidir: Karşısındakinden bir şeyler öğrenmeye hazır oluş ve içtenlikle, ne denmek istendiğini anlamak.
İşte herkes bu hazır oluşu gösterdiğinde, farlı çevrelerden gelen katılımcıların görüşleri ne kadar çeşitli olursa, tartışma da o kadar verimli olacaktır.
Bir tartışma, ölçülecek görüşlerin ve fikirlerin çeşitliliğiyle değer kazanır. Liberalizm, ortak bir anlayışı değil, fikirlerin karşılıklı teşvik edilmesini ve buradan doğan yeni görüşlerin geliştirilmesin öngörür. Bir sorunu herkesi hoşnut edecik biçimde çözmeyi başardığımızda, beraberinde yine görüş ayrılıklarına yol açacak, yeni sorunları yaratmış oluruz; fakat bu, endişe verici bir şey değildir.
Kamuoyunun Biçimleri
İki temel kamuoyu türü söz konusudur. Bunlardan biri, kurumsallaşmış, diğeri ise kurumsallaşmamış olandır.
Kurumsallaşmış biçimde kamuoyu oluşturan ya da kamuoyunu etkileyen kurumlara örnek olarak, basını (ve bununla birlikte gazetelere yazılan mektupları), siyasi partileri, dernekleri, üniversiteleri, kitapevlerini, radyoyu, tiyatroyu, sinemayı, televizyonu vb. sayabiliriz.
Kurumsallaşmamış kamuoyu oluşumuna örnek verecek olursak, insanların en son gelişmeler hakkındaki konuşmalarını; trenlerde ya da umumi yerlerde yabancılar, “zenci ya da melezler” hakkında söylenenleri; yemeklerde geçen konuşmaları özellikle İngiltere’de akşam yemeklerinde –Avusturya’da pastanelerde, Bavyera’da belki de birahanelerde – yürütülen sohbetleri sıralayabiliriz. (Bu ortamların da ileride kurumsallaşabileceğini düşünüyorum.)
Kamuoyunun çok büyük bir gücü vardır. Hükümetleri devirebilir, hatta demokratik-olmayan hükümetleri bile yok edebilir. Liberalizm böyle bir güce kuşkuyla yaklaşmak zorundadır.
Anonim olması yönüyle kamuoyu, sorumluluk taşımayan bir güçtür ve bu nedenle, liberalizmin bakış açısından çok tehlikelidir.
Özetlemek istiyorum.
Pek fazla somut olmayan, oldukça müphem bir şey olan “kamuoyu”, hükümetlerden daha aydın ve daha bilge görüşlere sahip olmakla birlikte, güçlü liberal bir gelenekle dizginlenmediği takdirde, özgürlük için bir tehlike anlamına da gelir.
Kamuoyu asla vox dei, doğrunun ve yanlışın hakemi olarak kabul edilmemelidir; fakat zaman zaman adeta ve diğer ahlaki değerlere ışık tutan bir yargıç olarak düşünülebilir.
FELSEFE BANA GÖRE NEDİR?Bence tüm insanlar birer filozoftur –içlerinden bazıları daha da fazla. Akademisyen felsefecilerin ayrıcalıklı ve seçkin bir grup oluşturduklarını kuşkusuz ben de yadsımıyorum; ama Waismann’ın, bu felsefecilerin yaklaşımlarına ve çalışmalarına duyduğu hayranlığa asla katılmıyorum. Tam tersine, bana göre, akademik felsefeye kuşkuyla bakan bir çok insan vardır (bunlar da benim gözümde birer felsefecidir). Sözün kısası, Waismann’ın bu muhteşem makalesinin altında yatan kuramı –bunu üstü kapalı olarak geçiştiriyor- kesin olarak reddediyorum; yani entelektüel ve felsefi elit bir grubun var olduğu görüşünü kabul etmiyorum.
Elbette, gerçek anlamda birkaç büyük filozofun, çok az sayıda da olsa takdire değer birkaç filozofun varlığını yadsıyamam. Fakat yine de, ortaya ne atmış olurlarsa olsunlar, akademisyen felsefeciler için anlamı ne olursa olsun, bu felsefe, ünlü bir ressamın resmi ya da ünlü bir bestecinin bestesi gibi onların özgün eseri anlamına gelmez ki. Kaldı ki, Yunan ön-Sokratesçiler o büyük felsefeleriyle, zaten bugünkü akademik felsefenin neredeyse tamamına çok önceden el atmışlardı.
Yaşamım boyunca, felsefeyi ve metafiziği Viyana Çevresi’ne karşı hep savundum; ama bununla birlikte, felsefecilerin genelde başarılı olmadıklarını da itiraf etmek zorunda kaldım. Çünkü çoğunun, bu gruba kendimi de dahil ediyorum, gerçek felsefi sorunlarla, farklı ciddiyeti ve güçlükleri olan gerçek problemlerle uğraştıklarına inanmıştım. Ve bu problemlerden bazılarının da, çözülebilir olduğunu düşünüyordum. Bu bölüm için “Felsefe Bana Göre Ne Değildir?” biçiminde bir başlığı uygun görüyorum.
Bir: Felsefenin görevi, yanılgıları ortadan kaldırmak değildir –gerçi bu iş, felsefe için zaman zaman gerek duyulan bir ön çalışma olabilir.
İki: Felsefe, insanı şaşkına çeviren özgün dünya imgelerinin ya da alışılmışın dışında akıllıca yürütülmüş dünya betimlemelerinin oluşturduğu bir sanat galerisi değildir. Bence felsefeyi bu biçimde algılamak, o büyük filozoflara ağır haksızlık etmek olur.
Büyük filozoflar, salt estetik hedefleri amaçlamamışlardı. Dahiyane öğretilerin yapımcıları olmak niyetinde değillerdi. Onlar, diğer bilim adamları gibi, yalnızca doğrunun peşinde koşan insanlardı.
Üç: Felsefi öğretiler tarihi, bana göre, olası tüm düşüncelerin denendiği ve doğrunun belki de bir yan ürün olarak ortaya çıktığı, entelektüel yapıtlar tarihi değildir. Geçmişin, gerçekten de o büyük filozofları, öğretilerinin belki dahiyane olduğu ama bir adım bile doğruya yaklaştırmadığına inansalardı, hepsi de kendi öğretilerinden vazgeçerlerdi, biçimindeki bir anlık kuşku bile, bence onlara büyük bir ihanettir.
Dört: Felsefe, kavramları, sözcükleri ve dilleri çözümlemeye ya da “açıklamaya” çalışmak değildir.
Kavramlar ya da sözcükler, yalnızca önermeleri, varsayımları veya kuramları ifade edebilmek için kullanılan araçlardır. Bu anlamda, kavramların ya da sözcüklerin, doğru veya yanlış oluşları söz konusu olamaz. Onların tek işlevi, insan dilinin betimlenişi ve temellendirilişine araç oluşturmaktır. Bu nedenle amacımız, anlamları çözümlemek değil, ilginç ve anlamlı doğruların, daha doğrusu, gerçek kuramların izinde olmaktır.
Beş: Felsefe, insanın kendini zeki göstermesine yarayan bir araç değildir.
Altı: Felsefe, insanların felsefi karmaşadan sıyrılmasını sağlayan entelektüel bir terapi değildir.
Yedi: Felsefede, kendini daha kesin ve daha açık biçimde ifade etme eğilimini göremiyorum. Kesin ifade ya da açık ifade, kendinde entelektüel değerler değildir.
Sekiz: Bu nedenle felsefe, yakın ya da uzak gelecekte çıkabilecek sorunların çözümüne temel veya kavramsal çerçeve hazırlama değildir. Bunu John Locke yapmıştı.
Dokuz: Felsefe bence, çağdaş ruhun bir ifadesi de değildir. Bu, eleştiriye karşı koyamayan Hegelci bir yaklaşımdır. Kuşkusuz, bilimde olduğu gibi, felsefede de bazı modalar vardır. Fakat ciddi anlamda doğruyu arayan, zaten modayı izlemeyecek, ona güvenmeyip, ona karşı savaşacaktır.
Bütün insanlar birer filozoftur. Felsefi problemlerle uğraştıklarının farkına varmasalar da, hepsinin de en azından felsefi önyargıları vardır. Bu önyargılardan çoğu, doğal diye kabul ettikleri kuramlardır: Bunlar, düşünsel çevrelerden ya da geleneklerden gelen kuramlardır.
Son derece geçirliliği olan, herkesçe bilinen bir yaşam felsefesi vardır. Buna göre, dünyada kötü (ya da istenmeyen) bir olay yaşandığında, bunun mutlaka bir sorumlusu olmalıdır; yani biri, kasıtlı olarak bunu yapmıştır. Bu yaklaşım çok eskilere uzanır. Homeros’ta Truva’nın çevresinde ve kentin içinde kendiliğinden gelişen korkunç olayların sorumlusu, tanrıların kıskançlığı ve gazabıdır; Odysseus’un yanlış yola sapmasından da Poseidon sorumlu tutulur. Daha sonraki Hıristiyanlık felsefesinde, kötülüğün sorumlusu şeytandır. Marksist ağızlarda kötülüğün sorumlusu ise sosyalizmin gelmesini ve cennetin dünyada yaratılmasını engelleyen açgözlü kapitalistlerdir.
Daha yalın ifade edecek olursak, felsefenin şu ya da bu alanlarda uğraştığı asıl sorun, “bilgikuramsal iyimserlikle” “bilgikuramsal kötümserlik” arasındaki ikilemdir. Bizler bilgiye ulaşabilir miyiz? Neyi bilebiliriz? İyimserlik taraftarları, insanın bilgiye erişebileceğine inanırken, kötümserler, gerçek bilginin insanın kudretinde olmadığını savunur.
Ben sağduyuya tapıyorum, ama tümüyle değil. Bana göre sağduyu, bizlerin tek çıkış noktasıdır. Fakat, gerçek bilgiyi bunun üzerine kurmaya çalışmak elbette yanlış olur. Bunun yerine yapmamız gereken, onu eleştirmek ve iyileştirmeye çalışmaktır. Bu yönümle ben, gerçek anlamda bir realistim; maddenin gerçek olduğuna inanıyorum (ve bu madde benim için “gerçek” sözcüğüyle ifade edilen şeydir).
Belki de bu yönden kendimi bir “materyalist” olarak da tanımlayabilirdim;ama ne var ki materyalistler,
a) maddenin, ilke olarak daha fazla açıklanamaz olduğuna inanırlar,
b) maddesel olmayan (immaterial) kuvvet alanlarının gerçekliğini yadsırlar ve
c) ruh ya da bilincin gerçekliğini, daha doğrusu, maddesel olmayan her şeyin gerçekliğini reddederler.
Sağduyunun, hem maddeye hem de ruha yer verdiğini düşünüyorum ve bu bağlamda, burada başka şeylerin de olduğu, insan ruhunun yarattığı eserlerin de burada yer aldığı –bunlar arasında bilimsel buluşları, kuramları ve problemleri sayabiliriz kanısındayım.
Felsefe, asla diğer bilimlerden ayrı bir dal olarak görülmemelidir –görülemez de. Geçmişe baktığımızda da, aslında tüm Batı bilimlerinin, Yunanlılar’ın evren ve dünya-düzeni hakkında ortaya attıkları felsefi spekülasyonun bir uzantısı olduğunu anlarız.
Tüm insanlar birer filozoftur; çünkü hepsinin, yaşam ve ölüm hakkında şöyle ya da böyle bir fikri vardır. Kimilerine göre yaşam değersizdir, çünkü bir sonu vardır. Fakat onlar, iddialarının tersi düşünüldüğünde yaklaşımlarının aynı biçimde savunulabileceğinin farkında değillerdir: Böyle bir son olmasaydı, yaşamın değeri de olmazdı. Ve onlar, günümüzde yaşamı yitirme tehlikesinin, aslında yaşamın değerini kavramamıza yardımcı olduğunu da görmezden geliyorlar.
HOŞGÖRÜ VE ENTELEKTÜEL SORUMLULUKFakat dehşet bu kadarla kalmaz. Her seferinde çocuklar, kadınlar ve erkekler, gözü dönmüş fanatiklerin kurbanı olurlar: Vietnamlı mülteciler; Kamboçya’daki Pol Pot kurbanları, İran’daki devrim kurbanları; Afganistan mültecileri.
Bu akla hayale sığmayan olayları önlemek için ne yapabiliriz? Bunun önüne geçebilir miyiz?
Yanıtım, evettir. Biri şeyler yapabileceğimize inanıyorum.
“Biz” demekle, aydınları kastediyorum; yani düşüncelerle uğraşan, özellikle de okuyan ve de yazan insanları.
Peki neden, biz aydınların yardım edebileceğini düşünüyorum?
Çünkü, asırlar boyu insanlığa en fazla zarar verenler, biz aydınlar olduk. Bir düşünce, öğreti, kuram adına, toplu cinayetler, bizlerin eseri, bizlerin buluşu olmuştur: Aydınların buluşu. İnsanları birbirine düşürmekten –çoğu kez iyi niyetlerle- vazgeçmek bile, bize birçok şey kazandıracaktır. Hiç kimse de bunun olanaksız olduğunu söyleyemez.
On Emir’den en önemlisi: Öldürmemelisin! Bu buyruk hemen hemen etiğin tamamını içerir. Sözgelimi Schopenhauer’in etiği formüle ediş biçimi, bu en önemli buyruğun yalnızca genişletilmiş halidir. Schopenhauer’in etiği, basit, dolaysız ve açıktır. Schopenhauer, kimseyi incitme, herkese elinden geldiğince yardım et, der.
Bağnazlık ve kafirlik düşüncesi bazı ufak tefek bozuk alışkanlıkları içerir. Bunlar, özellikle aydınların karşı koyamadığı ayıplardır: küstahlık, inatçılık, bilgicilik, entelektüel kendini beğenmişlik. Bunlar yalnızca ufak tefek bozuk alışkanlıklardır –vahşet gibi büyük alışkanlıklar değil. Voltaire, “hoşgörü nedir?” diye sorar ve şu yanıtı verir (tümüyle serbest çeviriyorum):
Hoşgörü, hatalı insanlar olabileceğimizi anlamamızı sağlayacak gerekli bir vargıdır: hata, insana hastır ve biz insanlar her zaman hata yaparız. O halde haydi gelin, karşılıklı akılsızlıklarımızı affedelim. Bu, doğal yasanın ilk koşuludur.
Ulaşmadı hiç kimse, tanrılar ve sözünü ettiğim
Tüm şeyler hakkındaki kesin doğruya, ulaşamaz da.
Açıklayabilse de biri, bu kusursuz doğruyu,
Asla bilemeyecektir: her şey sanılarla dokunmuştur.
Bu dizelerde, yalnızca insan bilgisinin güvenilir olmadığı kuramı değil, daha başka düşünceler de saklıdır: Nesnel doğrunun bir kuramını içerirler. Çünkü Xenophanes burada, söylediği bir şeyin doğru olabileceğini, ama ne kendisinin ne de başkasının, bunun doğru olduğunu asla bilmeyeceğini anlatmaya çalışır. Bu da, doğrunun nesnel olduğu anlamına gelir: Doğruluk, söylediklerimle olguların örtüşmesidir –ben, bu örtüşmeyi biliyor olayım ya da olmayayım.
Bunun yanı sıra bu dizeler, daha başka çok önemli bir kuramı da ileri sürer: Bilginin nesnel doğruluğu ile öznel kesinliği arasındaki ayrıma işaret eder.
Mükemmel doğruyu açıklasam da, bu doğrudan hiçbir zaman emin olamayacağımı savlar, Çünkü doğrunun hatasız bir ölçütü yoktur: bizler hiçbir zaman ya da neredeyse hiç hata yapmamış olabileceğimiz konusunda tamamen emin olamayız.
Şimdi Xenophanes’in insan bilgisine ilişkin kuramını bir daha özetleyelim:
1) Bilgimiz önermelerden oluşur.
2) Önermeler, doğru ya da yanlıştır.
3) Doğruluk nesneldir. Olgularla önermeler içeriğinin uygunluğudur.
4) Kusursuz doğruyu açıklayabilsek bile, bunu asla bilemeyiz; daha doğrusu belirgin ve kesini olarak bilemeyiz.
5) “Bilgi”, kelimenin tam anlamıyla “kesin bilgi” olduğundan, bilgi diye bir şey yoktur, yalnızca tahmini bilgi vardır. “her şey sanılarla dokunmuştur.”
6) Fakat tahmini bilgiyle daha iyiye bir adım atmış oluruz.
7) En iyi bilgi, doğruya daha da yaklaşmak demektir.
Fakat bu, hep tahmini bilgi olarak kalır –yalnızca sanılardan dokunmuş bir örgü
Xenophanes, Domokritos ve Sokrates’in hiçbir şey bilmediklerini söylemeleri elbette doğru; ve bunun farkına varmaları gerçekten de büyük bir bilgelik; araştırıcı bir tutum içine girmeleri daha da büyük bir bilgelik. Bizler –daha doğrusu bilim adamlarımız- hala bir şeylerin peşinde koşan araştırmacılarız. Fakat bugünkü bilim adamları, yalnızca arayan değil, aynı zamanda da bulan insanlardır. Kaldı ki, birçok şey de biliyorlar; hatta o kadar çok şey biliyorlar ki, bu doğabilimsel bilgi artık bir sorun haline gelmiştir. Bu durumda, bilgi felsefesini, hala Sokratesçi bilgisizlik savı üzerinde ciddi olarak yapılandırmak olanaklı olabilir mi?
Bu tepki doğrudur; ama yalnızca şimdi sıralayacağım dört önemli noktayı göz önünde bulundurmamız koşuluyla.
Bir: Doğabilimlerde artık çok şeyin bilindiği doğrudur. Fakat burada sarf edilen “bilgi” sözcüğü, sanırım bilinçsizce, Xenophanes ve Sokrates’in düşündüğü anlamdan tamamen farklı bir anlamda, günümüz konuşma dilindeki anlamıyla kullanılmaktadır. Çünkü gündelik konuşmada “bilgi” derken, hep”kesin bilgiyi” kastederiz. Birinin, “bugünün Salı olduğunu biliyorum, fakat yinede emin değilim (kesin olarak bilmiyorum) demesi, ya kendisiyle çeliştiği ya da cümlesinin sonunda, başta söylediklerini geri aldığı anlamına gelir.
Fakat doğabilimsel bilgi, kesin bilgi değildir. Her zaman değiştirilebilir. Sınanabilir tahminlerden oluşur –en iyi koşulda, fazlasıyla katı sınamalardan geçen, ama yine de sanılardan öteye gitmeyen, tahminlerden.
Bugün çok fazla şey biliyor oluşumuza ilişkin getirmek zorunda olduğum ikinci itirazım şöyle: Doğabilimlerde kazınılan her yeni başarıyla, doğabilimsel bir problemin her bir varsayımsal çözümüyle, çözümsüz problemlerin sayısı arttığı gibi güçlükleri de artar –üstelik, çözümlerinden daha da hızlı artar. Sanırım şunu söyleyebiliriz: Varsayımsal bilgimiz sonlu, bilgisizliğimiz ise sonsuzdur.
Üçüncü saptamama gelince: “Bilmek” fiilini öznel anlamda yorumlayıp, günümüzde artık Xenophanes ya da Sokrates’ten daha çok şey bildiğimizi söylemek bence yanlış olur. Herkes diğerinden daha fazla değil, daha farklı şeyler bilir. Bizler diğerlerinin yerine, yalnızca başka kuramlar, varsayımlar ya da tahminler getirdi; bunu yaparken de genelde daha iyi olanları seçtik –doğruya yakınlık anlamında daha iyi olanlar.
Sokrates’e haklılığını göstermek için dördüncü bir gerekçe daha: Güncelleşen bilgi, hatalı oldukları saptanan kuramlardan oluşur. Bu durumda güncelleştirilen bilgi, en azından konuşma dilinde kesin bir bilgi değildir.
Entelektüel olmanın eski koşulu şuydu: Yetkin ol! Kendi alanında her şeyi bil!
Yetkinliğin bir kez kabul edildiğinde, meslektaşlarında bu yetkinliğini koruyacaktır; sen de buna karşılık onların yetkinliğini korumak zorunda olacaksın.
Burada sözünü ettiğim bir zamanların etik anlayışı, hatalara asla izin vermez. Hata, mutlak anlamda yasaktır. Bu nedenle hatalar da itiraf edilemez. Bu eski anlayışın hoşgörüsüz olduğun söylememe herhalde gerek yoktur. Zaten entelektüel açıdan hiçbir zaman dürüst de olmadı: yetkinliği korumak uğruna hataların örtbas edilmesine yol açtı; özellikle de tıpta.
İşte bu nedenle yeni bir mesleki etik anlayışını öneriyorum –bu anlayış özellikle yalnızca doğabilimciler için değil, her kes için geçerlidir.
Tüm hataların önüne geçmek ya da yalnızca önüne geçilebilir hatalardan kaçınmak olanaksızdır.
Yanlışlarımızdan bir şeyler öğrenmek zorunda olduğumuzdan, başkaları hatalarımıza işaret ettiğinde, hatamızı kabul etmeyi, hatta bunu minnetle karşılamayı da öğrenmeliyiz. Başkalarının yanlışlarına işaret ettiğimizde de, bizlerin de onlar gibi benzer yanlışlar yaptığımızı hep göz önünde bulundurmalıyız; en büyük bilim adamlarının da hata yaptıklarını hiç unutmamalıyız.
Hataların bulunması ve düzeltilmesi konusunda, diğer insanlara, özellikle de farklı ortamlarda yetişmiş ve farklı düşüncelere sahip insanlara gereksinim duyduğumuzu (onların da bize gereksinim duyduklarını) hiç unutmamalıyız. Bu da bizleri hoşgörüye götürecektir.
Özeleştirinin en iyi eleştiri, başkaları tarafından eleştirilmenin de bir gereklilik olduğunu öğrenmeliyiz. Başkaları tarafından eleştirilmek, neredeyse özeleştiri kader yapıcıdır.