Atatürk çok iyi biliyordu ki, Avrupa devletleri üstün bir güç haline gelmişlerse, bunun en başta gelen sebebi, kendilerini Hıristiyanlığın otorite ve baskısından kurtarabilmiş olmalarıdır. Eğer 13. Yy. başlarında Roger Bacon ile başlayan ve 18. Yy’da Voltaire’lerle sürdürülen kilise kavgası yapılmamış ve özgür düşünce bu kavgayı kazanmış olsaydı, Avrupa günümüzde de bir Ortaçağ beldesi olarak kalacaktı.
Avrupa’da bu kavganın verildiği yıllarda, dinlerin en genci olan İslamiyet, 3 kıtanın büyük bir bölümünde zinde bir uygarlığı temsil ediyordu. İslam kültürüne dayalı Osmanlı Devleti, çağın tek söz sahibi otoritesi idi. Belki de böyle çelişkisiz ve güçlü bir toplum olmak, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerini gevşetmiş, Avrupa’da olup bitenlere gereken önemi gösterememişlerdir. İslamiyet’in dünyaya yayıldığı yüzyıllarda, bilime, felsefeye, sanata gösterilen büyük ilginin yavaş yavaş söndüğünü, çalışmaların durduğunu, bazı çalışmaların da ehliyetsiz din adamları tarafından engellenmeye başladığını kimse fark etmiyordu. İşte bu karanlık ve gevşeklik içinde, bir zamanlar her alanda zaferden zafere koşan Osmanlı’nın, yenilgiden yenilgiye düştüğü görüldü ve sebebi pek de anlaşılamadan Osmanlı “Devlet-i Aliyyesi” çöktü.
Bu durumda, Atatürk için iki seçenek vardı: Ya akılcı bir din olan İslamiyet’i kaynağındaki akılcı prensiplere döndüren bir reform hareketine girişecek, ya da daha kestirme bir yol olduğu için, lâikliği benimseyecekti. Sonuçta, Atatürk, ikinci seçenekte karar kılmıştır.
I – Din İle İlgili Kanunlaşmış İnkılâp ve Reformlar
Cumhuriyetin ilânından sonra, din uygulamasını doğrudan doğruya veya dolaylı olarak ilgilendiren inkılâp ve reformlar şunlardır:
1 – Ulusal Eğitimin Birleştirilmesi (3 Mart 1924)
Atatürk 1921 yılında, Kurtuluş Savaşı içinde, geleceğin Türkiye’sinin eğitim ve öğretim sisteminin ilkelerini açıklamıştır. 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Türkiye ulusal eğitim işlerinin bir programını hazırlamak amacıyla, Ankara’da resmî bir toplantı yapılmış, bir kongre toplanmıştır. Ulusal eğitimin birleştirilmesi sorunu, 1923’teki seçim kampanyasında ele alınmıştı. Bunun kanunlaşması 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanununun kabulü ile oldu.
Bu kanunla bütün eğitim, Milli Eğitim Bakanlığının yetkisi altına alındı. Eğitim kurumu olan medreseler kaldırıldı. Onun yerine aynı bakanlık tarafından İmam Hatip Okulları, İstanbul Üniversite’nde İlahiyat Fakültesi açıldı. 1928’de devletin bir dini olduğu maddesi Anayasadan çıkarıldıktan sonra, okul programlarında da zorunlu din öğretimi derslerinin kaldırılmasına karar verilerek, 1930’da şehir okullarında, 1933’de köy okullarında uygulanmaya başlandı. 1928’de Arapça, Farsça dersler kaldırılarak, bu dillerin öğretimi Üniversite düzeyinde ele alındı.
2 – İslam Dininin Bilimsel Olarak Araştırılması
İslam dininin bilimsel araştırma konusu olarak ele alınması fikrinin daha 1923’de başladığını görüyoruz. Bu tarihte Atatürk Mecliste hükûmetçe bir İslam Araştırma Kurulu başlatılmasına çalışıldığını bildirmişti. Bu kurulda batı felsefesiyle ilişkileri açısından İslam Felsefesi incelenecek, Müslüman ulusların din, ibadet, gelenekleri; toplumsal, ekonomik, ve demografik şartları üzerinde araştırmalar yapılacaktı. Modern içtihat ve tefsir bilginleri yetiştirilerek, İslam öğretilerinin modern bilimlere göre aydınlanması sağlanacaktı.
Böyle bir girişim ancak tasarı olarak kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, bu anlamdaki din incelemeleri düşüncesi bir belirlilik kazandı, fakat öngörülen düzeye hiç getirilemedi.
Diğer taraftan, din öğretim okulu açmak yasaklanmamış olmakla birlikte, Atatürk’ün sağlığında buna kalkışan çıkmamıştır. Ancak bu özgürlük de sınırsız değildi. 1928’de Latin alfabesinin alınması zamanında izinsiz olarak okul ya da kurs açarak Arap alfabesinin öğretilmesi yasaklanmıştır. Ana-babaların çocuklarına din eğitimi sağlama özgürlüğü, bunun okul eğitimine engel olmayacak zamanlarda yapılmasına ve bu eğitimin Eğitim Bakanlığınca yetkili sayılacak kişilerce yapılması koşuluna bağlanmıştır.
3 – Diyanet İşleri Başkanlığı (1924)
Cumhuriyet döneminin, dinin eğitim, hukuk ve devletle ilişkileri açısından getirdiği en önemli kanun ve kurul Diyanet İşleri Başkanlığı Kanun ve Kuruludur. 1924’de çıkan bu kanun, Anayasadaki “devlet dini” maddesinin kaldırılmasından ve medenî kanundan eskidir. Bu kanuna göre bu kurul, bir din topluluğunun en üst ruhanî başkanlığı değildir. Bu kurul ve başındaki makam bir dogma, bir mezhep, bir ilahiyat doktrinini benimseyerek inananlara, onlara uymak zorunluğu koyamaz. İslam dinini yorumlama yetkisi olmadığı gibi, devlet kanunlarını ve tüzüklerini din açısından yorumlama yetkisi de yoktur. Şu halde, bu kanunun özü, Diyanet İşlerini siyasal ve hukuksal alanlardan ayırması, dinleri, kanunların sağladığı inanç (vicdan) özgürlüğü alanında korunmaya bırakmasıdır.
4 – Halifeliğin Kaldırılması (1924)
Saltanatın kaldırılmasından sonra halifeliğin bir müddet daha kalmasında zaruret vardı. Çünkü bazı kimseler, halifeliğin Türkiye dışındaki Müslümanlar üzerinde etkili olduğu düşüncesinde idiler. Halbuki Türkiye, iç işlerine hiçbir devletin karışmasını istemiyordu. Böyle olduğu halde Türkiye’nin, halifelik kurumundan istifade ederek, başka milletlerin iç işlerine karışması nasıl düşünülebilirdi? Böyle olunca halifeliğin Türkiye dışındaki Müslümanlar üzerinde tesir yapmak için muhafaza edilmesi yolundaki fikirler esassızdı.
Abdülmecit Efendi’nin, halife ilân edildikten bir müddet sonra yaptığı bazı hareketler, halifeliğin Türkiye için de fayda sağlamayacağını gösterdi. Bunun üzerine kaldırılmasına karar verildi.
5 – Şer’iye ve Evkaf Vekâletlerinin Kaldırılması (1924)
Şer’iye ve Vakıf Mahkemelerinin bağlı bulunduğu Şer’iye Vekâleti ile Evkaf vekâleti Tanzimat’tan sonra kurulmuşlardır. Bu vekâlete bağlı bulunan medrese ve okullar Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiş ve bağlanmıştır. Şer’iye mahkemeleri ile Evkaf Mahkemelerinin bağlı olduğu bu vekâletler de 3 Mart 1924’den sonra kaldırılmıştır.
6 – Cumhuriyet Anayasasının Kabulü (20 Nisan 1924)
Cumhuriyetin ilânından sonra 1921 Anayasasının bazı maddelerinin değiştirilmesi zorunlu görülmüştü. Bu zorunluktan dolayı, 1924 Anayasası altı bölümde toplanan 105 maddeden oluştu. Birinci bölümde genel esaslar, ikinci bölümde yasama işleri, üçüncü bölümde yürütme işleri, dördüncü bölümde yargı işlerinin nasıl düzenleneceği, beşinci bölümde kamu hürriyetleri, altıncı bölümde de illerin yönetimi, memurlar ve mali işler yer almıştı.
7 – Tekke, Zaviye ve Türbelerle İlgili Kanun (1925)
Doğu illerinde çıkan Şeyh Sait İsyanının bastırılmasından sonra 13 Aralık 1925 tarihli Kanun ile “Tekke ve Zaviyelerin” kapatılmasına gidilir.
Tarikatların yasaklanması, tarihsel ve sosyal nedenlerden kaynaklanmıştır. Osmanlı İmparatorluğunda, devletin güçsüz dönemlerinde tarikatlar, siyasal ve sosyal güç olarak olumsuz rol oynamışlardır. Din siyaset aracı olarak kullanılmıştır. Türk toplumunun uygarlık yoluna girmesi ve bu yolda ilerlemesi sosyal değişmeyi zorunlu kılıyordu. 1925 yılı bu değişimin başlangıcı olmuştur.
8 – Medenî Kanunun İsviçre’den alınması (1926)
Osmanlı Devletinde 1869-1877 tarihleri arasında Medenî Hukuk alanında, 26 kitap halinde Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye denilen Şeriat hukukuna bağlı bir kanunlar topluluğu düzenlenmiştir. Mecelle yalnız Hanefî ve Şafî mezhebi mensuplarına ve salt eşyalarla insanlar arasındaki ilişkiler açısından uygulanabiliyordu. Mecelle’de birkaç borç ilişkisi de düzenlenmişti. Bu bakımdan, söz konusu mevzuat tam bir medenî kanun sayılmazdı. Kaldı ki, kanunları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve milletin ihtiyaçlarını karşılayamazlar, çünkü dini kurallar değişmez hükümler içerir.
Özellikle Fransız devriminden sonra, hukukta lâikleşme çok hızlanmıştır. Türk devlet ve sisteminin lâikleşmesi için yeni bir medenî kanunun kabul edilmesi şarttı. Bu kanunun lâik ve akılcı ilkelere göre hazırlanması uzun sürebilirdi. Bu nedenle Japonlar gibi, ileri bir lâik Avrupa ülkesinin medenî kanununun alınması uygun ve pratik görülmüştür. Böylece, İsviçre Medenî Kanunu, bir kurul tarafından Türkçe’ye çevrildi. Ufak tefek bazı değişiklikler yapılarak, eki olan borçlar kanunu ile birlikte, Türklerin Medenî Kanunu olarak TBMM tarafından kabul edildi ve yürürlüğe girdi (04.10.1926).
9 – Harf İnkılâbı Kanunu (1 Kasım 1928)
Eğitimin gelişmesine hizmet eden olaylardan birisi de, Arap harflerinin atılıp yeni Türk harflerinin kabul edilmesidir. Bu olay Cumhuriyet devri inkılâplarının en önemlilerinden birisidir. Arap harfleri bırakılıp yeni Türk harfleri kabul edilince, öğrenim işleri kolaylaştı, halkın okuma yazma hevesi arttı.
Harf inkılâbı, Türk dilinin yabancı bir dil baskısından kurtulup istiklâline sahip olmasıdır.
10 – Anayasaya Lâiklik İlkesinin Alınması (5 Şubat 1937)
1937 yılında yapılan bir değişiklikle Anayasaya “Lâik Devlet” ilkesi konuldu. Bu ilkenin kabul edilmesi ile din ve devlet işleri resmen birbirinden ayrıldı. Lâiklik ilk önce devletin egemenlik gücünü tanrısal kaynaklar yerine millete dayandırmakla başlamıştır. Millî egemenlik ilkesi lâikliğin de temeli sayılmalıdır.
II – Atatürk’ün Din İle İlgili Kanunlaşmamış Düşünce ve Çalışmaları
Atatürk’ün dinimiz ve din adamlarımız konusunda düşündüklerine de kısaca bir göz atalım.
“Siyasetimizi dine karşı olmak şöyle dursun, din açısından eksik bile hissediyorum” diyen Atatürk, İslam dinini şöyle açıklamaktadır: “Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir ve bu nedenledir ki son dindir, ekmel dindir” (Söylev II, S.90, 94). Bir dinin doğal olması için akla fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gerekir; bizim dinimiz ise akla, ilme, mantığa ve fenne tamamen uygun düşmektedir.
Din adamlarımız hakkında Atatürk şöyle demektedir: “İslam’ın sosyal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf halinde varlığını sürdürmeye hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinin emirlerine uygun hareket etmiş sayılmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin buyruklarını eşit olarak öğrenmek zorundayız.” (Söylev II, S.90)
Yirminci yüzyılda Türk toplumunu tökezleten sebeplerin başında, İslamiyet’ten gelen din kültürünün yanlış uygulamalar, yanlış yorumlar sonucu yozlaşmasıydı.
Atatürk, kültürün ana karakterine işlemiş İslamiyet’i ya bir reformasyonla arındıracak, ya da dinin politikaya sızarak politikayı yozlaştırmasını önlemek için lâiklik prensibini kabul edecekti. Nitekim Atatürk, bu ikinci yolu tuttu ve toplumu şoven olmayan bir milliyetçilik çizgisinde geliştirmek için lâiklik prensibini kabul etti.
1400 yıldan beri, din ile devletin iç içe yaşadığı bir ülkede laisizmi benimsemek hiç de kolay bir iş değildir. Kültürler bir bütündürler. Din ise, kültürü yapan en güçlü ve en büyük etkendir. Bir kültür verisi olan “ahlâk”ın başlı başına kaynağını temsil eder.
Kültürler boşluk kabul etmezler: Daha üstün bir kültür, ana kültürün içine gelip yerleşinceye kadar, ana kültür karakterini olduğu gibi korur.
Bu durum karşısında Atatürk’ün davranışı iki yönlü olmuştur. Bir taraftan, dinin kaynağında olmayan, sonradan yaratılmış bazı dinsel müesseseleri; tekkeleri, zaviyeleri, türbeleri kapatmış, Hilâfet kaldırılmış; medreseler yerini okullara; şeriat mahkemeleri yerini yalnız kanunları uygulayan mahkemelere bırakmıştır.
Öte yandan, eğitim tamamen millîleştirilmiş ve akılcı bir eğitim ve öğretim, toplumun bütün kanatlarına hakim kılınmıştır.
Atatürk sosyal kurumların, kapatmak, kaldırmak, yasaklamak yolu ile yok edilemeyeceklerini biliyordu. Onun için özellikle “Eğitim ve Öğretim” üstünde durmuş, “akılcı bir kültür” yaratarak “Dogmatizmi” yenmeyi düşünmüştür. Ancak bu yöntem, uzun vadeli bir çalışmayı gerektirir. Başarının ne olacağı da baştan kestirilemez.
Doğu toplumlarında din, kültürün en büyük parçasını teşkil eder. İslam dini akılcı bir dindir. Öyleyse, bir İslam reformuna ihtiyaç vardır. Atatürk, İslam tarihi ve dinler tarihi konusundaki bütün kitaplarını bir sandığa yerleştirdi ve çalışmak için Yalova’ya gitti.
Atatürk bu çalışmaları sürdürürken, bazı reform çalışmalarını da ihmal etmedi. Kur’an’ın Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmesi için emirler verdi. Ezanı Türkçe okuttu. Güzel sesli hafızlara okutulan Türkçe ezanlar, radyo aracılığı ile bütün yurda yayıldı. Bunların dinlenmesi ile halkın Türkçe ezana ısınmasını sağlamaya çalıştı. Aslında bu denemelerle toplumun tepkisini ölçüyordu.
Toplumdan – ciddî sayılabilecek – bir reaksiyon gelmemiştir. Çünkü Atatürk’ü sevenler, onun her yaptığını benimsiyorlardı; korkanlar ise seslerini çıkaramıyorlardı. Zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Başbakan İsmet İnönü ile özel bir konuşma yaptıktan sonra Bursa’ya geldi, Gemlik’teki çiftliğini görmek bahanesi ile Yalova’da Atatürk’ü ziyaret etti. Kendisine devlet işleri ile ilgili bilgiler verdikten sonra, (İsmet İnönü ile Ankara’da anlaştıkları gibi davranarak) kendisi merak etmiş gibi Atatürk’ten Türkçe ezan ile başlayan çalışmalarını sordu:
İslam reformasyonu üzerindeki çalışmalarınız ilerliyor mu Paşam?
Atatürk dikkat kesilmişti. Kuşkulanmış olacak ki, hemen sordu:
Bu mevzuda müşkülün var mı?
Hayır yok paşam; ben merak ettiğim için sordum…
Atatürk İçişleri Bakanını dikkatle süzüyordu. Sözlerinin samimiyetine inandıktan sonra, ona şu soruyu yöneltti:
Sen ne düşünüyorsun bakalım – senin tabirinle - İslam reformasyonu hakkında?…
Şükrü Kaya, çağın gerçek entelektüellerinden biriydi… Üstelik Sorbon’da okuduğu yıllarda, “dinler tarihi” üzerinde çalışmalar da yapmıştı… Atatürk onun bu yanını biliyordu. Bu yüzden düşüncelerini olduğu gibi söylemek zorundaydı:
İslamiyet üstüne hususi bir çalışma yapmadım. Onun dinamiğine inmeden, statik yapısı üzerinde hangi reformların yapılabileceğini söylemek haddim değil… İzin verirseniz Paris’teyken, üzerinde küçük bir çalışma yaptığım Protestanlık konusunda bildiklerimi arz edeyim:
“On altıncı yüzyıl Avrupası, burjuva sınıfının kımıldadığı, kendisini İKTİDAR’a hissettirmeye başladığı bir yüzyıl… Fakat toplumda ağır bir KİLİSE HAKİMİYETİ var. İşte LUTHER isimli papaz bu insanların tercümanı oldu. Papaya karşı çıktı ve Katolik mezhebinde ne kadar akla aykırı kurum ve dogma varsa, bunların çoğuna ateş püskürdü, «Allah ile kul arasında PAPAZIN yeri yoktur» dedi. «Papaz da bir insandır, evlenir, çoluk çocuk sahibi olur» dedi. « - Yalnız bu dünya için değil, asıl öbür dünya için çalışın - sözü yanlıştır, her iki dünya için çalışmak, miskinliği arkalamamak gerekir» dedi. «Teslis denilen şey masaldır, İsa Allah’ın oğlu değil, Allah’ın elçisidir» dedi ve akıl silahı ile dinin karşısına çıkılabileceğini gösterdi… Kendisini destekleyen burjuvanın da istediği zaten bundan ibaretti.
Bugün Katoliklik ve Protestanlık adeta yer değiştirmiş gibidir… Protestanların da kilisesi var, rahipleri var… Üstelik tutuculukta Katoliklere taş çıkartmaktadırlar. Birbirinin tıpkısı haline geldiler.”
Atatürk’ün bu konuşmaya karşı ne söylediğini bilmiyoruz. Fakat uzun çalışmalardan, araştırmalardan, denemelerden sonra arkadaşlarına bir gün “Ben Luther olmayacağım” dediğini biliyoruz. Bu “yeni bir kavgaya yol açmayacağım” demek midir, yoksa “sosyo-ekonomik model değişince, kültürü de kendi istikametinde geliştirir”anlamına mı geliyor; kestirilemez. Yoksa Atatürk’ün birkaç ilde ezanın Türkçe okunmasından ötürü gösterilen tepkinin karşısında gerilediğini söylemek güçtür.
III – Atatürk Dinde Reformdan Niçin Vazgeçti?
Değerli sosyolog ve yazar İsmet Bozdağ bu konuda şöyle diyor: “Eğer Atatürk, dinlerin birer sosyo-ekonomik model içerdiklerini ve dinde bu modeli görüp, onu çağdaş bilim ölçüleri içinde değerlendirmenin mümkün olduğunu fark edebilseydi, hiçbir zaman “Ben Luther olmayacağım” diyerek işin içinden çıkmayı düşünmeyecek, sonuna kadar giderek gerçek bir reformu mutlaka sağlayabilecekti. Fakat bu düşünce, kendisinden çok sonra dünyaya doğduğu için, işi – belki – son noktasına kadar götürmüş ve sonra, kendi haline bırakmayı uygun bulmuştur. Bununla beraber, ezan ve hutbeyi Türkçeleştirmek, Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi büyük iştir. Kaldı ki, lâikliğin kabulüne rağmen, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı devlet içinde kalmışsa da, düzenlenen kanunlarla dinin politikaya karıştırılması yasaklanmış ve topluma gerçekten büyük bir hizmet verilmiştir.”
IV – Atatürk Din Konusunda Ne Gibi Reformlar Yapmayı Denemiştir?
Atatürk, camilerde Türkçe ibadet devrimine 1932’lerde, ayrılıkçılığı ve gericiliği bastırdıktan sonra girişmiştir. “Türkçe ibadet” kampanyası 1933 yılının Şubatına denk düşen Ramazan ayında başlatılmıştır.
Hareket, TBMM’de, hükûmette, basında ve kamuoyunda eşzamanlı olarak başlatıldı. TBMM’de söz alan Milletvekilleri girişimi destekliyorlar, Bakanlar verdikleri demeçlerde konuyu işliyorlar, basın kampanyanın yanında olduğunu gösteriyordu.
Gazi Paşa, daha 1923 yılında, TBMM’de konuyu dile getirmiş ve şöyle demişti: “Hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır…”
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Balıkesir hutbesinde konuyu açıkça ortaya koyacaktır.
Gazi diyor ki: “Efendiler… camiler, birbirimize bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, taat ve ibadet ile beraber, din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır.”
Atatürk 1932 yılında, konuyu kendisi gibi düşünen birini bulmuştu, Dr. Reşit Galip’i. Bir bakanlar kurulu toplantısında, ülkenin iktisadi durumu hakkında bilgi aldıktan sonra, Atatürk trenle İstanbul’a gelmiş ve geldiğinin ertesi günü, otomobille şehirde bir gezinti yaptıktan sonra, Ayasofya Camii’ni görüp incelemiş ve Dolmabahçe Sarayı’na dönmüştü. Yaverine Dr. Reşit Galip’in bulunmasını buyurdu. Ona “İstanbul’daki din ulemasını toplayalım, halka da duyuralım, herkes gelsin… camiye hoparlör koyduralım, içeri giremeyenler de dışardan dinlesin… Sen bu ulema ile fikrini tartış, halk hakem olsun…” dedi.
Atatürk düşüncesini İçişleri Bakanı ve Başbakana ulaştırdığı zaman, Başbakan, bu kadar hassas bir konunun, ramazan ayı gibi nazik bir dönemde, Türkiye’nin en büyük camisi Ayasofya’da Hz. Muhammet’in Türk soyundan geldiğini, ezanın ve kametin Türkçe yapılması gerektiğini, ibadetin Türkçeleştirilmesi gerektiğini tartışmaya açıp ileri sürmenin, sonunun nereye varacağı kestirilemez bir macera olacağını ileri sürdü.
Atatürk reformasyon hareketine ezanların ve bayram namazlarında okunan tekbirlerin Türkçeleştirilmesi ile başladı. Hafızlara tekbirin tercümesini okuttu ve çok beğendi.
Atatürk, Türkçe Kur’an’ın nasıl karşılanacağı konusunda halkı denemekteydi ve bu denemelerinden de muhakkak lüzumlu sonuçlar alıyordu. Gazi, Cemil Sait Bey’in Kur’an tercümesini getirtti. “Fatiha” suresinin tercümesini açıp, halka hitap ediyormuş gibi okudu.
Sıra, imamların Türkçe Kur’an okumaları olayına gelmişti. Sultan Ahmet Camii imamı hafız Saadettin Kaynak, radyoda Müzemmil suresini makamla ve lahm ile değil de, hitabet tarzında okumuştu.
O gece Atatürk, programı sarayda dinleyerek fevkalade memnun olmuş ve “bravo Saadettin” diye bağırmıştır.
1926 Ramazanında beklenmedik bir şey olmuş, İstanbul’da Göztepe camii imamı Mehmet Cemalettin, Türkçe ayetlerle namaz kıldırmış ve fanatiğin namaz sonrası itirazından başka bir olay olmamıştı… Yaptığı büyük medeni cesaretti ve ülkenin hayrına idi. Fakat ortam bu ileri hareketi içine sindirecek olgunlukta değildi.
Ancak bu hareketler, Ankara’dan dikkat ve endişe ile izleniyordu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, İstanbul’a gelerek Atatürk ile bir öğle yemeği boyunca konuştu. Başvekil paşa, Şükrü Kaya’ya her gün telefon ediyor, olaylardan bilgi alıyordu.
1933 yılında çalışmalar daha da hızlandırıldı. Ocak ayında Atatürk, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya, bir genelge ile Şubat ayında başlayacak ramazandan itibaren, Türkiye’nin bütün camilerinde ezanların Türkçe okunmasının sağlanmasını istedi.
1 Şubat 1933 gününde, ezan ve kametin Türkçe okunacağını duyan Bursa’nın Ulucami müminleri, Bursa’da ezan ve kametin yine Arapça okunmasını rica etmek üzere Vilayete kadar yürüdüler.
Durum belediye başkanı tarafından İzmir’de bulunan Gaziye haber verilmiştir. Gazi Paşanın Bursa’ya geldiği gün Ankara’dan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de gelmiş ve gereken tahkikatı bizzat yürütmüştür.
Görevini savsakladığı anlaşılan Bursa Savcısı Sakıp, Bursa Sulh Ceza Hakimi Hasan, Bursa Müftüsü Nurettin Efendiye işten el çektirilmiştir. Daha sonra bu kimseler, sanık olarak Çorlu’da açılan davaya katılmışlardır.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, tembelliği kırmak, aklın her yerde egemenliğini sağlamak için, İslamiyet’i akla ters düşen alışkanlıklardan temizlemeye niyetlenmişti. Onu anlayamadılar…
1933 yılı Ağustosunda Başvekil Paşa, Yalova’da Atatürk’ten İslamiyet konusunda dinlediklerinden rahatsız olmuştu. Eğer bütün bu düşüncelerini uygulamaya koyarsa, asayişe hakim olmak güçleşecekti. Ankara’ya dönünce İçişleri Bakanını Atatürk’le konuşmaya gönderdi. Atatürk ile Şükrü Kaya’nın konuşmaları yukarda verilmiştir. Neticede Atatürk, arkadaşlarının ve Şükrü Kaya’nın bulunduğu bir yemekte “Size haber vereyim, ben Luther olmayacağım… hele Ekber Şah hiç… çünkü, Luther Avrupa’yı Ekber Şah da Hindistan’ı kana boyadı.”
1932 Ramazanında başlayan “Türkçe ibadet” kampanyası, görülmemiş bir ilgi ve gelişme gösterdikten sonra birdenbire hızdan düştü ve “Türkçe ezan” formülüne dönüştü.
Bu dönüşümde hangi faktörlerin rol oynadığını araştırmakta yarar yok. Ancak, Başvekil İsmet Paşa ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “Türkçe ibadet” konusundan rahatsız olmaları ve bunun ilerlemesini önlemek için girişimde bulunmaları dikkate değer bir olaydır. Türkçe ibadet konusunu ayrı ayrı değerlendiren hükûmet ile Cumhurbaşkanı, çatışma yerine uyuşmayı tercih etmiştir.
V – Atatürk’ün Din Konusunda Düşündüğü Reformlar
Atatürk’ün din konusunda yapmayı düşündüğü reformların neler olduğunu, 1928 yılında yayınlanan İlahiyat Fakültesi tutanağından okuyalım.
Dinde yeniden yapılanma tasarısı – 1928
1 – Büyük Türk Devrimi, bütün toplumsal kurumları ile başlıca iki görünüm sergiliyor.
a) Bütün toplumsal kurumların bilimselleşmesi…
b) Bütün toplumsal kurumların ulusallaşması…
2 – Toplumsal bir kurum olan din de yaşamın gereklerine katlanmak, ilerlemeye ayak uydurmak zorundadır. Dolayısı ile, Türk Demokrasisinde din de gereksindiği gelişimi ve canlılığı göstermelidir.
3 – Dinsel yaşam da, erdemsel ve gündelik geçimsel yaşam gibi ancak bilimsel düşünceler ve bilimsel yöntemlerle düzeltilmelidir. Bu düzeltme için kurulumuzun düşündüğü önlemler şunlardır;
TAPINMA BİÇİMİ : Tapınaklarımız temiz, düzgün, gezilmeye ve görülmeye açık ve oturulabilecek bir şekilde geliştirilmelidir. Tapınaklarda sıralar, elbiselikler yapılmalı ve temiz ayakkabılarla tapınaklara girilmesi desteklenmelidir.
TAPINMANIN DİLİ : Tapınmanın dili Türkçe olmalıdır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe biçimleri kabul edilmeli ve kullanılmalıdır.
TAPINMANIN GÖRÜNÜŞÜ : Tapınmaların son derece güzel, coşturucu biçimde yapılması sağlanmalıdır. Bunun için yetenekli müezzinler, imamlar yetiştirmek gerekmektedir. Ayrıca tapınaklara çalgıların girmesi de gerekmektedir.
TAPINMANIN İDEOLOJİSİ : Dinsel söylevlerde önemli olan yön, doğrudan doğruya dinsel olan değerler ve düşünsel (felsefî) içeriktir. Bunu verebilecek kimseler, güzel konuşmada yetkin din bilginleridir.
Bunların dışında yapılacak iş, din edebiyatının ve din felsefesinin kurulmasıdır. Önemli olan, Kur’an ve İslam dininin insanî ve değişmez içyüzünü gösterir düşünsel (felsefî) bir araştırmadır. Şimdiye dek bu yapılmamıştır.
Özet olarak, dinsel törenlerin sağlıklı bir biçime kavuşturulması, Türkçeleştirilmesi, güzelleştirilmesi düşünleştirilmesi (felsefeleştirilmesi) sağlanmalıdır.
Böylece yeni Türkiye, din alanında yalnız vicdan uyanışının değil, bütün bağımlı ve geri durumda bulunan İslâm toplumlarının özgürlük, bağımsızlık ve ilerlemesinin de yol göstericisi olacaktır.
VI – Bugün Yapılabilecek Reformlar
Bir siyasi partinin, dini siyasete alet ederek oy avcılığı yapması, Türkiye’mizde irticanın tehlikeli boyutlara erişip lâik cumhuriyetimizin hayatını tehdit etmesine sebep olmuştur. 28 Şubat girişimi bu tehlikeyi azaltmışsa da tamamen ortadan kaldırmış sayılmaz.
Yapılması gereken, Atatürkçülüğe aykırı düşmeyen bir ılımlı İslam yaratmak ve mevcut ılımlı İslam’ı gözetmektir.
Bunu gerçekleştirmek pek kolay olmayacaktır. Lâiklik prensibi, devletin böyle bir faaliyete girişmesine engeldir. O zaman, bu görevi bir ya da birkaç sivil toplum örgütü yerine getirmelidir. Dernek veya vakıf şeklinde kurulabilecek bu örgütler halka dönük kültür ve doğru dürüst din bilgileri vermelidir. Bunların yöneticileri özenle seçilmeli ve örgütlerin çalışmaları hassasiyetle denetlenmelidir. Bu örgütler veya örgüt için hazır bir model vardır: “Ahîlik”. Bütün sorun, Ahîliğin eğitim modelini günümüz şartlarına uyarlayarak uygulamaktır.
Bazı araştırmacılar, halk evleri ve köy enstitüleri kurulurken, Atatürk’ün ve bunları kuranların Ahîlikten esinlendiği sonucuna varmaktadır.
Cumhuriyet’in 78. yılında diyoruz ki:
1 – Din, kültür ve sanat alanlarındaki düzenleme gereksinmesinden kaynaklanan kurumlaşma olgusu, yalnızca istemekle gerçekleşemez. Yasallaşması; bir gereksinmeyi karşılamasını, süreklilik kazanmasını, kurumlara kazandırılacak özerkliğin Anayasanın güvencesi altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Bu yapılmazsa, iktidar değişikliklerine bağlı olarak varlık kazanan, ya da yörüngesinden saptırılan sözde kurumlar yaratılmış olur.
2 – İrtica ile mücadele etmek durumunda olan bir teşkilât da Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Ancak bu devlet kuruluşumuz pasif ve tutuk bir tutum sergilemektedir. Bu kuruluşumuz daha aktif çalışabilse türban sorunu bugünkü duruma gelmezdi. Bu yılın Hac giderlerinin mali yükü çok ağırdır. Dahası, sayın Prof. Zekeriya Beyaz’ın, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine verdiği raporda belirttiği gibi, lâik Cumhuriyete bağlı imam ve müftüleri sindiren, rejime cihat ilân eden din görevlilerine destek veren bir devlet kurumunun artık yeniden yapılanması zamanı çoktan gelmiştir.
Atatürk bu kurumu, lâikliği yaşatmak için kurmuş ve ona siyasal din bezirgânlarını denetleme işlevini yüklemiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı, amacına uygun ve Cumhuriyet’e yararlı duruma getirilmelidir.” (Bahir Erüreten, Cumhuriyet, 23 Mart 2001).
3 – İmam Hatip Okullarındaki hocaların kimliği ve ideolojik fikirleri çok önemlidir. Bu kişilerin mutlaka Atatürkçü olmalarına özen gösterilmelidir. Ayrıca, ders kitapları titiz bir şekilde gözden geçirilmeli, her yönden çağdaş bir eğitim verilmesi sağlanmalıdır.
4 – Bilindiği üzere Kur’an kursları, 28 Şubat kararlarından sonra, Diyanet İşleri personeli tarafından verilmektedir. Ama yine de, kontrol dışı olarak bazı kişiler sanatlarını icra etmektedir. Burada polis ve adliyeye iş düşmektedir. Vatandaşların da bu çeşit kaçak kursları öğrenmeleri halinde, vatandaşlık görevlerini yaparak, savcılara ihbarda bulunmaları gerekmektedir.
5 – Gelelim tarikatlara ve şeyhlere… Tarikatlar devrim kanunları tarafından yasaklanmıştı. Ancak, oy kaygıları sebebiyle bu yasak delinmiştir 28 Şubat kararları bunları tekrar yasakladı, ama gizlice faaliyet yapmadıkları söylenemez. Ayrıca, bazı tarihi türbelere gömülmesi istenen merhum şeyhler için çıkarılan kararnameler, 28 Şubatın da zaman zaman delinmeye maruz kaldığı izlenimini vermektedir. Basının, genç bir Nakşibendi şeyhinin yurt dışından gelerek ölen babasının yerini almasını ballandıra ballandıra anlatması ve hiçbir adlî takibata maruz kalmaması, 28 Şubat kararlarının yetkililerce ne dereceye kadar ciddîye alındığını göstermiyor mu?
Bu kafa yapısını taşıyan insanlar iktidarda olduğu sürece, Türkiye bu gibi saçmalıklarla karşı karşıya gelecek gibi görünüyor. Maalesef, aydın kesiminde irticaî olaylara karşı yeteri kadar tepki göstermemesi, bu gibi olumsuz olayları yaratanlara cesaret vermektedir. Önerim, bu gibi durumlarda, sivil toplum örgütlerinin yetkili makamları mektup ve faks bombardımanına tutmasıdır.
6 – Türk vatandaşlarının çalıştığı Almanya, Fransa gibi ülkelerde bulunan camilerde, Türkiye’den gönderilecek imamların vazife görebilmeleri için, o ülkelerin yetkili makamları ile görüşüp anlaşmak gerekmektedir. Bu suretle, Metin Kaplan gibi kişilerin, içişlerimizin kafasını karıştırmasını önlemek mümkün olacaktır.
7 – İlköğretim okullarında ve liselerde gösterilen “din bilgisi” derslerinin kaldırılması veya seçmeli ders haline getirilmesi gerekmektedir. Mecburî din dersi uygulaması lâikliğe, dolayısı ile anayasaya aykırıdır. Ayrıca, her imam hatip okulu mezunu din dersi veremez. Öğretmenlik bir ihtisas mesleğidir. Pedagoji eğitimi olmayan bir kişi öğretmenlik yapamaz. Bu itibarla iyi niyetle öğretilmeye başlanan din bilgisi dersinden randıman alındığını söylemek zordur. Mahalle mektebi usulünde eğitim almış olup, aynı usulde ders vermek durumunda olan din bilgisi hocalarının, öğrencilere sert davranmaları, bazen de dayak atmaları, öğrencilerin hocadan da, dersten de soğumaları sonucunu doğurmaktadır. Bu şekilde, dine hattâ Allah’a küsmüş gençler yetişmektedir.
8 – Gazi Mustafa Kemal Paşa, Balıkesir’de verdiği hutbede diyor ki: Efendiler! Camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler taat ve ibadetle beraber, din ve dünya için neler yapılmak gerektiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır.”
Atatürk’ün bu düşüncesinin uygulanıp uygulanmadığını bilemiyoruz. Fakat her halükarda, çok önemli bir saptamada bulunmuştur. Bugün bazı sivil toplum kuruluşlarının, konuyu gündeme getirip, Diyanet İşleri ile ortak bir çalışmaya girmesi faydalı olacaktır.
9 – Din edebiyatının ve din felsefesinin kurulması gerekmektedir. Bu amacı, eski biçimiyle ve doğrudan doğruya Kur’an yorumu (kelâm ilmi) ve doğrudan doğruya tasavvuf sağlayamaz. Gerçekte önemli olan, ne Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’si, ne de Türkçe’nin sınıflanmış ve düzenlenmiş biçimidir. Önemli olan, Kur’an’ın ve İslam dininin insanî ve değişmez içyüzünü gösterir düşünsel (felsefî) bir araştırmadır. Kur’an-ı Kerim bu gözle görülüp, güçlü bir kavrayışla anlaşılmadıkça, yalnızca us yoluyla ve soyut us yürütmeyle anlaşılamaz. Şimdiye dek bu konuda yeteri kadar çalışma yapılmamıştır.
Kaynakça :
Berkes, Niyazi, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, İstanbul, 1978.
Bozdağ, İsmet, “Kültür İhtilâlimiz”, İstanbul, 1999.
Bozdağ, İsmet, “Atatürk’ün Evrensel Boyutları”, Ankara, 1988.
Erüreten, Bahir, “Bunalımın Halktan Gizlenen Nedeni”, Hukukçu, Cumhuriyet, 23.3.2001.
Kafkas, Gürşen, “Atatürk’ün Kültürel, Sanatsal ve Sosyal Yapılaşmadaki Devrimleri” (Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy Şubesi’nde verilen Konferans)
Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını
Özakıncı, Cengiz, “Türklerde Dil ve Din”, İstanbul, 2000.
Tikveş, Özkan, “Atatürk Devrimi ve Türk Hukuku”, İzmir, 1975.
Alıntı
http://www.usdusunveotesi.net/yazilar2.asp?yno=140&bant=6&katno=6NOT:
Atatürk'ün belkide en çok zorlandığı konu,başarıp başaramadığı bir tarafa,ilkesel olarak bu konudaki savaşının dindeki bağnazlığa karşı olduğu açıkça görülebiliyor.Bu konudaki bu çalışmaları bile kendisini din karşıtı olarak görülmüş olmasına rağmen,türk halkının aydınlanmasının öncülüğünün tıpkı Avrupa gibi Dinde reform'dan geçtiğini anlamış eşsiz bir deha olduğunu gösteriyor.
Nur içinde yat.
Karahan