ERDEMLİ DEVLET ADAMI Erdemli devlet adamı, sorumluluk duygusu taşıyan ve adâletle hükmeden kişidir. O ilhamını, Hz. Ömer’in, “Fırat kıyısında bir kuzu kaybolsa, Allah’ın bundan ötürü beni hesaba çekmesinden korkarım!” ifadesindeki vicdan muhasebesinden alır.
Erdemli devlet adamının özellikleri üzerine bir yazı inşa etmek için, söze Kitapların Kitabı ile başlamak gerekir: “Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ.58)
Adâlet timsali Hazret-i Ömer (r.a) ”Amirin en kötüsü, halkı kötü yola sevk edendir!” buyurmuştur.
O Ömer ki, “Diçle kıyısında ayağı kırılan bir keçinin, köprüden düşüp ayağı kırılan bir oğlağın hesabı benden sorulur!” demiştir; devlet adamı olacaklara işin erdemini, sorumluluk duygusunu ne de güzel anlatır böylece.
Şeyh Edebâli’nin, Osman Gâzi’ye vasiyetinde dillendirdiği, bütün dünya için adâlet ve saadet sırrını ifade eden sözleri asırlardır yankılanır dünyada:
“Ey oğul! Beysin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Azizlik, yanılgı bize, hoş görmek sana. Kötü göz, şom ağız, haksız tenkit bize, bağışlamak sana. Ey oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana. Ey oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın! Ey oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah celle celâlühû yardımcın olsun!..” Bu düstur cari olduğunda, sadece bir ülkede, bir devlette değil, bütün cihanda sulh ve sükunet sağlanır ve o devlet o zaman “ebed-müddet” olma istidadını kazanır.
Eğer dünyamız hâlâ büyük acılar ve büyük sıkıntılar yaşıyorsa, bu sözlerin yönetimde rehber edinilmemesindendir. Yönetme ve hükmetme makamındaki bir adam, her şeyden önce, hükmü (buna o kişiyi her türlü kötülükten koruma ve kollama mesuliyeti de dahildir) altındaki bir nesne (eşya) değil, bir özne, “yaratılmışların en şereflisi/en güzeli” olduğunu, derunî bir idrakle kavramalı. Düğüm bundan sonra kolay çözülür. Muhatabı insan olan insan; tek kelimeyle insanca davranmakla yükümlüdür.
Erdemli duruş, beraberinde itibarı, iltifatı değil, derin bir yalnızlığı, anlaşılmazlığı getirse de, hak bellediğin onurlu yolda sapmadan yürüyeceksin. Yalnızlık, ama kutsal yalnızlık olacak kaderin. Esrarını ve iç murakabesini kaybetmiş bir dünyanın Donkişot’u sayılsan da, dosdoğru yol üzere olmak erdemliliğin biricik nişânesidir.
Olmak ya da olmamak denilen hayatî mesele budur. Bunun için sufî kültürde kişiye, “Ol ya da öl!” denilmiştir. Erdemin, edebin, dürüstlüğün ve namusun, ‘ara rengi, ara statüsü’ olmaz. Kişi ya erdemlidir ya da erdemsiz. Ünlü İspanyol yazarı Servantes, şunu söyletir şövalye ruhlu Donkişot’a:
“Yalnızlık, mânâ dünyası fetihlerinin ortak kaderi. Başkaları senin için ne düşünürse düşünsün, aldırma. Tanrı ne düşünüyor, ona bak!”
Doğu’nun mistik düşünürü Konfüçyüs ise, “Soylu insan, hak ve adâleti her şeyin üstünde tutar!” demiş. Bizim kültürümüzde böyle bir devlete, “kerim devlet” denir; devlet reisine de kâmil insan. Vatandaşını sadece besleyip, doyuran değil; aynı zamanda koruyup, gözeten, can ve mal güvenliğini sağlayan fâziletli/müşfik kudret.
Paradan Önce Erdem
Çiçero, “Salus populi supremo lex esto!” der, yani “Halkın gönenci/refah hâli, sevinci; genel manâda yönetimden hoşnutluğu; üstün hukuk/âdil ve eşit davranma üslûbu olmalıdır!”
Erdemli devlet adamı karakterini dolaylı yoldan da olsa, İmam Gazâlî’nin siyaset tanımında bulmak mümkün: “Siyaset, insanlığı doğru ve düzgün şekilde idare etmek ve onları selâmete ulaştıracak doğru yolu göstermektir.” Beethoven bile, “Çocuklarınıza erdemli olmayı öğretin” der; çünkü, “onları mutlu edecek olan para değil, erdemdir!”
Devlet adamlığı konusunda iki muhteşem örnek var. İkisi de, Halife Hazret-i Ömer’e ait. İlki, bilindiği üzere âdâleti ile meşhur Hazret-i Ömer’in (r.a.) yönetme makamındaki devlet reisine rehber olacak o maruf sözüdür: “Eğer Fırat’ın kenarında bir kurt bir kuzuyu yese, hesabı Ömer’den sorulur!” Terkibinde bu idrak ve bu irfanın mündemiç olduğu, vicdanlı yönetici, faziletli devlet adamıdır. Tebaasına huzur ve mutluluk verir, tebaasının gönlünü kazanır. Ululuk ve üstünlük payesi bu müktesebatın/bu muhtevanın, bu adâlet ölçüsünün içindedir. Büyük devlet, erdemli yönetici bu cevherden neşet bulur; saçılır, ışık yayar insanına ve ülkesine.
İkincisi, dillere destan o sarsıcı menkıbedir: Hani, yoksul kadın, çaresizlik içinde, çocukların açlığını yatıştırabilmek için, ocakta, içinde aş değil, taş olan bir kazanı sürekli kaynatır. Açlıktan ağlayan çocuklarına, “sabredin, yemek pişmek üzere” diye söylenirken, kapısı çalınır ve karşısına bir yabancı çıkar. “Ne yapıyorsun, bu kazanda ne pişiriyorsun?” diye sorar. Kederli kadın, durumu izah eder, aç ve perişan olduklarını söyler. Öfkeli ve sitemkâr bir sesle, “Gözleri kör olsun Halife Ömer’in!” der. Tebdili kıyafet içindeki Halife Ömer, müthiş şekilde müteessir olur bu beddua karşısında.
“İyi ama, Ömer’in ne suçu var; nereden bilecek aç olduğunuzu!?” der. Kadının cevabı, yönetime tâlip bütün ricâli derinden yaralayacak niteliktedir:
“Madem bilmeyecekti, ne diye Halife oldu!” Büyük bir suçluluk ve eksiklik duygusu altında ezilen Hazret-i Ömer, suçunu ya da ihmalini telâfi için gider ve erzak dolu bir çuvalı sırtına yüklenerek, getirip yoksul kadına verir. Kadından, Halifeyi bağışlamasını diler. Kıssadan hisse alabilenler için, tefekkür imkânı sağlayan ve sorumluluk şuuru aşılayan, çarpıcı bir menkıbedir bu.
Hazreti Ali’den Öğütler
“Hazret-i Ali’den Devlet Adamlarına Öğütler” kitapçığı da, faziletli devlet adamı bahsinde bilinen bir tavsiyeler risalesidir. “Vergisini toplamak, düşmanları ile savaşmak, halkına barış ve huzur, ülkeye kalkınma sağlamak için” Mâlik bin el-Hâris el- Eşter’i, Mısır’a vâli olarak atadığı zaman, müminlerin emiri Hz. Ali, ona bir dizi tavsiyede bulunur. Özetle şunları söyler:
-Şimdi bilmiş ol, ey Mâlik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki, senden önce birçok hükümetler oralarda âdalet sürdü veya zulmetti. Sen vaktiyle nasıl evvelki valilerin icraatını gözden geçiriyorsan, halk da şimdi senin icraatını öylece gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini, şimdi de halk senin hakkında söyleyecek. (...) Onun için biriktireceğin en güzel azık, iyiliğe yönelik işlerin olsun. Heveslerine hâkim ol. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı sıkı dur...
-Halka sevgi ve merhamet duygularıyla, lütuf meyilleri besle. Sakın biçarelerin başına kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme!
-Sakın, ‘Ben tam bir kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler!’ deme. Çünkü böyle bir davranış, kalbin fesadı, dinin zayıflaması ve felâkete yaklaşma ile sonuçlanır. Şâyet elindeki kudret sana bir büyüklük ve tahakküm hissi verirse, hemen üstündeki Melekût’un büyüklüğüne şöyle bir bak.
-Adâletten katiyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan, zulmetmiş olursun!
-İşlerinin içinde öylesini ihtiyar etmelisin ki, hak hususunda en ortası, adâlet itibariyle en yaygını olsun; sonra halkın çoğunluğunun rızasını da, en çok sağlasın. Zirâ toplumun hoşnutsuzluğu karşısında şahısların rızası hükümsüz kalır; şahısların kızgınlıkları ise toplumun rızası içinde kaynayıp gider.
Uzak Tutulması Gerekenler
-İnsanlar hakkındaki bütün kin düğümlerini çöz; seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes. Sence açıklık kazanmayan şeylerin tümü hakkında anlamamış görün, şunu bunu gammazlayanın sözüne sakın çarçabuk inanma. (...) Sana müşavir olacakların en kötüsü senden evvel, şerli kimselerle işbirliği yapmış ve onların suçlarına ortak olmuş kimselerdir. Böyleleri kat’iyyen senin mahremin olmamalı. Çünkü bunlar cânilerin yardımcıları ve zâlimlerin dostlarıdır. (...) Alkışa ve yersiz övgüye müsamaha etmek, insanı büyüklenmeye sevk eder ve kibirlendirir.
-Bilmiş ol ki, vali/devlet reisi ile halk arasında karşılıklı güven ve iyi niyeti davet eden şey, valinin kendilerine hizmette bulunması, yüklerini hafifletmesi ve adâletle hükmetmesidir. O halde insanlar arasında iyi niyetin gelişmesini sağla. Zira seni zorluk ve sıkıntılardan, ancak onların iyi niyeti kurtaracaktır. Onlara yaptığın bu iyiliklerin mükâfatını sana karşı duyacakları güven ile görürsün. Onlara kötü muamele etmenin karşılığı ise sana duyacakları düşmanlıktır!
İşte, öykünmeci/taklitçi, kopyacı bir yenileşme sevdası ile, tecrübe edilmiş geleneği bir kalemde silmeye ve modernliği kalkan yapmaya çalışan köksüz yöneticilere sunulan ibret tablosu:
-Memleketin yararına olan tedbirleri tesbit etmek ve senden evvel insanlara huzur, güven, doğruluk ve iyilik sağlaya gelmiş şeyleri devam ettirmek hususunda âlimler ve ârifler ile sürekli olarak görüş ve onlara danış.
-Toplumda çeşitli kesimler vardır. (...) Devlet ancak bunların sayesinde ayakta durabilir. (...) Askerler ile vergiyi ödeyen sivil halkın her ikisinin de birbirlerinin işbirliğine ihtiyaçları vardır. (Adliye, Maliye ve Mülkiye.) Hakimler adâleti dağıtırlar, memurlar ise kamu hizmetlerini ifa eder ve vergileri toplar.
-Şerefli bir geçmiş, güzel bir itibar ve iyi hallere sahip ailelerin mensupları ile devamlı ve yakın bir şekilde ilgilen. Şecaat sahibi ve yüksek meziyet sahibi kimselere iltifat et. Çünkü bunlar iyilikleri kendilerinde toplayan fazilet ve kerem sahibi bir topluluktur.
-Memleketin imarına sarf edeceğin emek, vergi toplamaya harcayacağın himmet ve gayretten fazla olmalı. Zira ödeme gücü ancak ülkenin kalkınması ile elde edilebilir. Kalkınmasız vergi toplamak isteyen kimse, ülkeyi harabeye çevirir; halkı helâk eder; defteri de pek kısa zaman içinde dürülüp kapanır.
Kaçınılacak Hususlar
“Bir de, sakın kendini beğenme. Sakın, nefsinin sana hoş gelen cihetlerine güvenme. Sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme. (...) Sonra sakın halkına yaptığın iyilikleri, onların başlarına kakma; yahut yaptığın işleri mübalağalı gösterme; yahut kendilerine verdiğin sözden dönme. Çünkü başa kalkma, iyiliği bitirir; mübalağa hakikati söndürür; Görevlendirdiğin kimselerin açığa çıkmış kötülüklerine karşı senden beklenen hareketten habersizmiş gibi davranma. Aksi takdirde başkasının yerine, cezaya sen maruz kalırsın.
Nihayet, finale yaklaşırız. Öğüt gittikçe etkisini artırır:
“Hiddetine, gadabına (öfkene), eline ve diline hakim ol. Bunların hepsinden korunabilmek için de, badirelerden geri durup şiddetini tehir et ki, öfken geçsin de, irâdene sahip olabilesin. (...) Şimdi senin üzerine gerek olan, senden evvelkilerin sana ulaşan âdil hükmünü; yahut isabetli olan tutumlarını yahut Peygamber (s.a.v) Efendimizden gelmiş bir haberi yahut Kitabullahtaki bir farîzayı hatırda tutarak, bu gibi meselelerde bizden gördüğün hareket tarzına uyabilmen ve şu emirnâmemde bildirdiğim ve ileride nefsinin arzularına kapılmanı mazur göstermemekliğin için elimde sana karşı sağlam bir hüccet/delil bildiğim, hükümleri tatbike çalışmandır.”
(Kaynak: Hz. Ali’den Devlet Adamlarına Öğütler/Advises of Ali( r.a) for Statesmen-Seha Neşriyat-Metnin ilk çevirisi Mehmet Akif Ersoy tarafından, 1959’da Diyanet İşleri Reisliği tarafından neşredilmiş. Son metin ise günümüz Türkçe’si ile yeniden yayınlanmıştır.)
Kutadgu Bilig’den Seçmeler
Yusuf Has Hâcib, Türk kültürünün temel kök-metinlerinden olan “Kutadgu Bilig”de (Mutluluk Veren Bilgi) devlet adamlığı üzerine yüzlerce öğüt yer alır. Evvelemirde “devletli”ye kulağına küpe edeceği bir çift söz söyler Has Hâcib; der ki: “Ey devletli, sen bu boş devlete güvenme; ey nâmlı, sen bu devlete inanma!”
Hâcib’in sözlerinden ders alan alır. Henüz uyanamamış olanlar için, devamı var bu sözün tabii ki:
“Akar su, güzel söz ve devlet, bunlar durmadan, yorulup-dinlenmeden, dünyayı dolaşır. Saadete inanılmaz, o vefasız ve dönektir; yürürken, hemen uçar, ayağı kaygandır!”
Devlet adamlığı, bir dengeler sistemidir. Dengeyi bozacak en küçük bir hareketten kaçınmak gerekir. Yoksa ne mi olur? Cevabı yine “Kutadgu Bilig”de var:
“Bak, bu üzerinde oturduğun tahtın üç ayağı vardır; ey gönlümü doyuran. Üç ayak üzerinde olan hiçbir şey bir tarafa meyletmez; her üçü düz durdukça, taht sallanmaz. Eğer üç ayaktan biri yana yatarsa, diğer ikisi de kayar ve üzerinde oturan yuvarlanır (...) Hangi şey yana yatarsa eğri olur; her eğrilikte bir kötülüğün tohumu vardır (...) Bak benim tabiatım da yana yatmaz; eğer doğru eğrilirse, kıyâmet kopar! Ben işleri doğruluk ile hallederim; insanları, bey veya kul olarak ayırmam.”
Çünkü der, Has Hâcib, “Ey hükümdar gayret et, kendin iyi ol; beyi iyi olursa, halk da iyi olur.”
Kutadgu Bilig, devletin bekası üzerine, şu sarmal hikâyeyi anlatılır:
“Memleket tutmak için çok asker ve ordu lâzımdır. Askeri beslemek için de, çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Hazinenin bu malı elde edebilmesi için, halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de, doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse, diğer dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse, beylik çözülmeye yüztutar!”
“Ey hükümdar, bu saltanatın uzun sürmesini istersen, şu birkaç işi yap, birkaç işi de bırak. Adâletle iş gör, buna gayret et; hiçbir zaman zulüm etme; Tanrıya kulluk et ve onun kapısına yüz sür. “
“Ey hâkîm devlet adamı, kötü teâmül koyma; kötü kanunlarla dünyaya hükmedilmez. Bir kimse kendi zamanında kötü teâmül vaz’ederse, kendisinden sonra kötü bir nâm bırakmış demektir. Bir kimse iyi kanun vaz’edip bıraktı mı, adının ayakta durmasını sağlamış demektir. Ey hükümdar, dikkat et, kendini şaşırma, aslını unutma, bunu daima aklında tut ve düşün.”
Sözü namus ve şahsiyet bilmek, erdemli devlet adamının belirleyici vasıflarındandır. Bunun için, şöyle beddua eder Yusuf Has Hâcib, eserinin bir yerinde: ”Verdiği sözden dönen bey, hiçbir zaman büyüklüğe ermesin! Yalancı ve öfkeli insan hiçbir zaman dünyaya hâkim olmasın!”
Sonra da, idraki acıtıcı çetin soruyu sorar: “Yalancı ve hasis kimse, nasıl halka beylik/reislik edebilir?”
“Sen bu kadar halkın yükünü yüklenmiş bulunuyorsun; uyanık ol, gâfil olma ve düşünerek hareket et. Bir sürü aç kurt senin etrafına toplanmıştır; ey kahraman hükümdar, koyunları iyi muhafaza et. Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa, onu Tanrı sana soracaktır; gözünü aç. Ey hükümdar, bugün sen bir meşâle gibi yanıyorsun, fakat bunun ışığı başkaları içindir; ey temiz kalpli insan. (...) Ölüm gelip, kapıyı çalarsa; ululuk, büyüklük ve bütün bu beyliğin hepsi burada kalır!”
“Halk bozulursa, onu beyler düzene koyar; eğer beyler bozulursa onları kim düzeltir?”
“Tavrın doğru ve hareketin temiz olsun; yoldaşın akıl ve müşâvirin bilgi olsun.!”
“Sen halkın seçkinisin, hareketin de seçkin olsun; düşüncen ve sözün dürüst ve doğru olsun. (...) Eğer bu beyler iyi hareket ederse, bütün memleket bin türlü sevinç ile dolar. Beyler kötü hareket ederse, kötüler kuvvetlenir, iyi an’âneleri bozarlar."
Erdemli devlet adamını riyaset ustalığı ve fazilet beyanı, insanlar arasında sağladığı eşitlik ile ölçülür bir bakıma. Bunun içindir ki, Gustave Le Bon, “Eşitliğin olmadığı yerde, haksızlık baş kaldırır!” der. Yani huzur ve sükûnetin yerini kaos ve kargaşa alır. O toplum ise, büyük Türk âlimi Farâbî’nin tarifiyle, rotasını yitirmiş “şaşkın cemiyettir”; o artık ne yaptığını, nereye gideceğini bilemez.
Bir milletin uyanışını işleyen “Beyaz Zambaklar Ülkesi”nin yazarı Grigory Petrov, dirayetli devlet adamı portresi çizerken, aslında işin erdemine de işaret eder:
‘’Millet içinde her büyük adam bir büyüteç, bir yakıcı cam gibidir. O kendi şahsında milletinin en iyi kuvvetlerini, bütün dehasını toplar. Ama gökyüzü puslu ise, havada güneş ışınları yoksa, hiçbir yakıcı cam bir kar taneciğini bile eritemez, bir damla suyu bile ısıtamaz. Büyük adam, bir kahraman, daha çok bir yıldırıma benzer. Halk yığınları ise içinden yıldırımın çıktığı buluta benzer. Bulutlar doygunsa yıldırım parlar. Bulutta elektrik yoksa ondan yıldırım çıkmaz. İşte milletler de böyledir. İçinde büyüklük, kahramanlık öğeleri varsa ondan büyük adamlar çıkar. Halk yığınları soğuk, nemli puslardan ibaretse, hiçbir gün ondan şimşek çaktıramaz.”
“Hayat bir hikâyeye benzer” der Seneca, “Önemli yanı, eserin uzun olması değil, iyi olmasıdır.”
Bu sözden ilhamla, devlet de, ikbal de geçici bir saltanattır; mühim olan o makamda uzun zaman kalmak değil, hayır ile anılacak işler yapmaktır. Bundan ötürü, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir!” demiş.
İbn Haldun v Devlet
Meşhur tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı İbn Haldun, “Devlet” isimli eserinde, özellikle, insanlığın kalkınması yolunda siyasetin önemine işaret ederek, kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak, zulmü yani âdil olmayan uygulamaları gösterir.
“Devlet”, kimilerine göre iktidarın, kimilerine göre kudretin kaynağı; kimilerine göre ise adâletin ve erdemin kaynağıdır. Mühim olan, bir devlet adamının seçimini, “erdemden”/dürüstlükten yana yapmasıdır. İbn Haldun, devletin güçlü olmasını, bir “inanca” bağlar. Çünkü, “eğer kalpler asılsız, sahte arzulara ve dünyevî olana çağrılır ise, insanlar arasında rekabet baş gösterir, ihtilaf ve uyuşmazlık ortaya çıkar.”
Devlet reisi ile devleti oluşturan kişiler çatışmayı değil de, uzlaşmayı, yani fazileti seçerlerse, işte ancak o zaman o ülkeye huzur ve esenlik gelir. Şöyle izah eder bunu ünlü tarihçimiz:
“Kalpler hakka döner, dünyayı ve asılsız, sahte olanı terk eder ve Allah’a yönelirse, maksat ve (yöneten ile yönetilenlerin) hedefleri aynı olur. Böylece rekabet (ve çatışma) sona erer, anlaşmazlıklar azalır, güzel bir yardımlaşma ve dayanışma ortaya çıkar. Egemenlik ve otoritelerinin alanı genişler ve devlet, büyük bir güç kazanır.” İbn Haldun, ilmî olarak ortaya koymuştur ki, “devlet ancak hamiyet (insanda bulunan din, millet, vatan, soy ve aile sevgisi ve daha bir dizi mukaddesleri koruma, gözetme hissiyatı) üzere kurulur ve yaşar!”
“Devlet” adı verilen kudret, saltanat ve ardından gelen sefahat/çözülme/bozgun dönemleri üzerinde duran İbn Haldun, devlet kurduktan sonraki zevk ve eğlence sürecini ise şöyle izah eder:
“Milletler, devleti ancak çalışarak ve isteyerek elde ederler. İstemenin ve çalışmanın ulaştığı son nokta, zafer ve devlettir. Hedefe ulaşıldıktan sonra, bu uğurda ortaya konan çabalar da son bulur. (...) Neticede, rahatlığı, zahmet ve yorgunluğa tercih ederler.”
Aynı amaç uğrunda, hep birlikte izzet ve şan peşinde koşan uzlaşmış kişilerden oluşan devlette, eğer kişi/reis/lider tek başına öne çıkarsa, İbn Haldun’a göre hem erdemin dışına çıkılmış, hem de devletin çöküşüne kapı aralanmış olur. Bundan sonrasını şöyle izah eder: “Fakat içlerinden biri şan ve izzetin tümünü kendi şahsında toplayınca, o kimse diğerlerinin (devletin yükselmesi, bekâsı, şanı-şerefi yolundaki. O.Y.) gayretlerini kırar, onları otoritesi altına alır; mal ve serveti sahiplenerek, onları (öteki devlet ricali ile birlikte tebaasını da) mahrum eder. Bunun üzerine, (Neden cesur ve erdemli olması gerektiği konusundaki, psikolojik, sosyal ve ahlâkî istinat noktası yıkıldığından dolayı. O.Y.) diğerleri de, düşman ile savaşmak hususunda tembellik gösterir. Akabinde itibarları sarsılır, güçleri zayıflar, zillete rıza eğilimi gösterirler...
Haldun, “Siyaset-i medeniye” kısmında, daha çok filozofların dillendirdiği “Erdemli Kent”ten söz eder. Tabii ki, “Erdemli Kent” (Medine-i Fâzıla: Faziletli Şehir), dürüst ve erdemli idarecilerden, ahlâklı fertlerden oluşan şehirdir. Filozofların üzerinde durduğu bu tür erdemli kent çok ender olarak bulunur ve inşası oldukça uzak bir ihtimaldir.
İbn Haldun, eserinin sonunda, “devlet yönetimine ilişkin kaleme alınan en güzel öğüt” diye tarif ettiği Tahir b. Hüseyin’in, oğlu Abdullah’a yazdığı öğüt-mektubu örnek verir. Abdullah, Halife Me’mun tarafından Rakka, Mısır ve yakın çevresine vali tayin edilmişti. Bu uzun mektubun özeti, devlet adamının adâletli, ölçülü, sevgiye dayalı ve erdemli olmasına dairdir. Mektubun bir yerinde, “Sakın ben hükümdarım, istediğimi yaparım!” deme, ihtarı yer alır, ki bu söz, devlet adamlığının özeti niteliğindedir. (Kaynak: İlke yayınları, İslâm Klâsikleri serisinden “Devlet”-İbn Haldun)
Maverdi’de Devlet Anlayışı
Abbasi İmparatorluğu’nun siyasî bunalım ve kriz yaşadığı bir denemde, Basralı bir âlim olan Maverdî tarafından kaleme alınan “Devlet Yönetimi” ilkeleri, teorik olarak devlet yönetiminin temellerini oluşturur. Mevcut siyaset düşüncesi, bu siyasî birikime dayanmaktadır.
Tam ismi Ebü’l Hasan Ali b. Muhammed olan, el-Maverdî, ilk İslâm siyaset teorisyenlerinden sayılır. Maverdî, eserine şu cümlelerle başlar: “Bütün hakimler, şu kararda görüş birliğine varmışlardır: ‘Yüce Allah, kendi mülkü olan yeryüzünde iktidar verdiği, mahlukatın ve kullarının yönetimini emanet ettiği kimselerin bu değerli nimete karşılık halkı en güzel şekilde yönetmeleri gerekir. Yüce Allah, yönetimle ilgili olarak Hazret-i Dâvut’a (a.s.) şöyle demektedir:
‘Ey Davut! Seni ( bir peygamber ve böylece) yeryüzündeki halife kıldık: Öyleyse, insanlar arasında adâletle hükmet, boş arzu ve heveslere uyma, sonra onlar seni Allah yolundan saptırır.’ (Sad/26)
Bir başka bilge diye, Aristo’dan şu sözleri aktarır Maverdî, ‘Devlet Başkanı, Allah’ın yeryüzündeki vekilidir. Bu yüzden aslın (Allah’ın) emirlerine muhalefet eden vekilin, işleri düzelmez!’ “
Liderin istenmeyen durumları bahsinde uzun izahlara girişir ve halkına zulmeden lider hakkında şunu der: “Halk, kendilerine zulmeden liderlere süre tanımaya devam eder. Ne zaman ki bu zulüm, içinde yaşadıkları evlere ve inançlarına dokunmaya başlar, işte o zaman liderin sonu yaklaşmış demektir.”
Zorba bir devleti ise, zorba bir hareketin devireceğine dikkat çeker.
Maverdî’ye göre zenginlik temeli üzerine kurulan devlet aslında, zayıf temelli bir devlettir. Çünkü, meşhur atasözüdür: “Seni bir şey için seven, o şeyin bitmesi ile senden yüz çevirir!” Yani devletin sürekliliği ve sağlamlığı, erdem temelli olmasıyla mümkündür. Maverdî, burada devlet felsefesi ile bilinen Eflatun’dan şu tesbiti nakleder: “Devlet, adâlet ve korku ile başlar. İşleri yola girince, ilgi ve korku hüküm sürer. Yıkılmaya başladıklarında ise ilgi ve yağcılık egemen olur.”
Adil yönetimin dayandığı 4 temel unsur ise sevgi, korku, adâlet ve eşitliktir. Tabii ki, bütün bunlar, erdemli insanın gözeteceği hassas noktalardır. Yani işin önü de, sonu da erdeme dayanıyor, erdem ise hesaba çekilme şuuruna. (Kaynak: Maverdî, Devlet Yönetimi, İlke yayınları.)
“Devlet Başkanının Nitelikleri”
Tam adı, Abdurrahman b. Nasr eş-Şeyzerî; Maverdî, Gazâlî, İbn Hazm gibi İslâm siyaset bilimcilerinin entelektüel birikiminden istifade eden siyasî bir şahsiyettir. Evvel emirde, âdil devlet başkanının “toplumsal bir ihtiyaç” olduğunu söyler. Çünkü, ona göre, “Adil bir devlet başkanının yönetiminden mahrum olan ülke, okyanusun ortasında fırtınaya yakalanıp, yolcuların hayatlarından ümit kestikleri kaptansız gemiye benzer.”
Şeyzerî, “Devlet Başkanının Nitelikleri” isimli eserine şu sözlerle başlar:
“Haberin olsun ki,
Halkın adâletli yönetime olan ihtiyacı, kıtlık içinde perişan olan bir toplumun, bol yağmura olan ihtiyacı gibidir. Toplumlar âdil yöneticinin idaresi altında, kendisini sulayan yağmurla yeşeren toprak gibi canlanır, hayat bulur. Hatta âdil yöneticilerin toplumlara olan faydası, suyun onlara olan faydasından daha çoktur...” Şeyzerî, devlet başkanında mutlaka bulunması gereken özellikler arasında “ahlâk”a önemle işaret eder. Ki, zaten erdem denilen şey de, ahlâk esaslı bir muhtevadır.
Şöyle der Şeyzerî:
“Ahlâk, övülen, iyi ve güzel davranışlar bütünüdür. Devlet başkanı, adâlet temelli bir yönetimi başarıyla uygulayabilmek için, ahlâkî erdem ve fâziletlerle donanmak durumundadır. Ahlâkın siyasetteki önemi için şöyle denilmiştir: ‘Siyaseti güzel olanın, başkanlığı devamlı olur.’
Haberin olsun ki;
Ahlâk, devlet başkanlarında bulunması zorunlu dört özellikten biridir.
Devlet başkanı, övülen ahlâkî davranışları kendinde toplayamazsa, yönetiminde aksaklık ve bozulmalar ortaya çıkar. Aşağıdaki söz bu gerçeği dile getirir: ‘Ahlâk, aklın göstergesidir. Ahlâkı olmayanın, aklı da yoktur. Aklı olmayanın ise siyaseti, siyaseti olmayanın da, iktidarı yoktur.’
Bazıları da şöyle demiştir:
‘Tevrat’ta okudum: Soyluluk, insanı süsleyen ziynetlerin en güzelidir. Soylu olmak karakterli olmaya, karakterli olmak akıllı davranışlara, akıllı davranışlar da ahlâklı olmaya bağlıdır.’
Bazı filozoflar da demiştir ki:
‘Ahlâk, devlet başkanının koruyucusudur. Onun zulüm yapmasını engeller, bilgiye yönlendirir. Halkı zorluk ve sıkıntıya sokmaktan sakındırır, şefkat ve merhametle davranmasını sağlar. Bu sebeple devlet başkanı ahlâkın üstünlüğünü kavramalı ve ahlâk sahiplerine değer vermelidir.’ “
Şeyzerî’ye göre, ahlâklı devlet adamının iki temel prensibi vardır. Bunlar, bilgiyle donanmak ve arzuları terk etmektir. Eğer, “Devlet başkanı ihtiras ve tutkuların esiri olmaktan korunabilir, zararlı özlem ve arzularını frenleyebilirse, doğru siyaset, akıl aynasında ona görünür.”
(Kaynak: Şeyzerî/Devlet Başkanının Nitelikleri, İlke Yayınları)
“Ahlak, Demokrasiden Daha Önemli”
Yaşadığımız çağdan bir isim olan sanatkâr Timur Selçuk, bir söyleşide şu tesbiti yapmıştı:
“21.yüzyıl emek ile sermayenin değil, ahlâklı ve ahlâksız insanların mücadelesi olacak!”
İşte hadise bu kadar net. Şu iyi bilinmeli ki, dünyayı kurtaracak en önemli sermaye, servet değil, ahlâk sistemidir. Ana mesele, paraya/makama sahip olmak, fakat esir olmamak meselesidir!
İnsanı kıymetli ve izzetli kılan, erdemli muhtevasıdır; yığdığı servetin büyüklüğü değil.
“Olmaya izin ver, olmaya yardımcı ol!” der filozof Heidegger. “Olmak” (iç olgunluk) kemâle erme, Batı düşüncesinde de, Doğu düşüncesinde de, erdeme tekabül eder. Bunun en derin analizini İbn Arabi’de de, Erich Fromm’da da bulmak mümkün. Erdem, bir yönüyle de ahlâkla ilişkilidir. Ahlâk, yani mânevî müeyyide endişesiyle/korkusuyla, aşırı/sapkın fiillerin dizginlenmesi, insanın azgınlığını terbiye eden iç sansür. Muhasebe ve murakabe idraki. Haddi aşmama şuuru. Vicdan denilen gözle görülmez mücerret cevher. Fransa Devlet Başkanı J. Chirac bunu için, yakın zamanlarda yaptığı bir konuşmada, “Ahlâk, barış ve demokrasiden daha önemlidir!” demişti.
Erdemli insan, erdemli toplum, erdemli dünyayı yeniden inşa edebilmek için ilk adım, bozulmamış zamanlara; sosyal, siyasî ve ahlâkî sapmanın ilk kavşağına/ilk kırılma noktasına, o ‘çatallı yol ağzına’ geri dönmek gerekir.
Eğer Doğu menşeli tefekküre peşin hükümlü bir itimatsızlığınız varsa, o zaman Batılı cins kafaların dediklerine kulak vermelisiniz. İşte size yadsıyamayacağınız cins bir Batılı düşünür: E.F. Schumacher! Bakınız ne diyor, bozulmalara karşı bir çıkış önerisinde bulunurken:
”En önemli görevimiz, bugün yürüdüğümüz çıkmaz yoldan geri dönmemizdir!”
“İçinizden insanları hayra çağıran, iyilikle emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i imran/104) Sonuçlarına katlanmak şartıyla, isteyen istediği kıymeti/kıstası referans alabilir.
Erdemli devlet adamı demek, tabii ki iradesiz ve hükmetme gücünden yoksun idareci, demek değil. Despot ve acımasız olmamak şartıyla, elbette otorite gerekli. Ölçüyü ünlü mistik feylesof Pascal’ın sözlerinde aramak gerekir: “Kuvvete dayanmayan adâlet âciz, adâlete dayanmayan kuvvet ise zalimdir!”
Demek ki, dünyadaki, toplumdaki sosyal-siyasî dengenin sihirli kelimesi: Adâlet!
Erdemli toplum isteği, bir taassubun değil, tam aksine yenileşme, ilerleme, zaman ötesine ulaşmanın itici dinamiği, ahlâkî ivmesidir. Bir Çin atasözü bu durumu çok güzel anlatır:
“Bir yerde küçük insanların gölgesi çok büyümüşse, bilin ki, orada güneş batmak üzeredir!”
Siyaset bilimcisi Maurıce Duverger, erdem yerine, erdemsizliği/şiddeti ve zorbalığı yol ve yöntem edinenler konusunda, İncil’den “Kılıç kullanan, kılıçla ölür!” sözünü ödünç alarak şunu söyler:
“Zor kullanarak başa geçen diktatörlerin çoğu, gene zora boyun eğerek devrilirler!”
Bir de, Montesquieu’ye ulak verelim: “Her şeyin sonunda âdil bir mahkemenin bulunacağı inancı, toplumda en büyük güven duygusunu sağlar.”
Çağları atlayıp, günümüze geldiğimizde, Prof. Dr. Nazif Gürdoğan da, sağlıklı bir toplum için erdeme dikkat çekerek, şöyle diyor:
“Ekonomiden politikaya, eğitimden sağlığa kadar her alanda erdem, aşırı uçlarda değil, ortada orta alandadır. Erdem gibi, adâlet ve başarı iyi ile kötünün, yoksulluk ile zenginliğin ve korku ile ümidin orta yerindedir. İki uç arasındaki ‘altın oranı’ tutturabilmek için, öncelikle iç dünyanın zenginleştirilmesi (erdemin şiar edinilmesi. O.Y.) gerekir.”
İnsanı yönetmek bir sanattır. Vukuf, karizma ve vizyon gerektirir. Bunun için, Eflatun, “Kendini idare etmesini bilmeyenler, yurttaşlarını yönetmek iddiasında bulunamazlar!” demiş.
Bizim geleneğimizde, özetle, “Eden, bulur!” denilmiştir. Ruhî bir şahsiyet olan Gurdjieff, bakınız bu ilahî dengeyi nasıl izah ediyor: “Diğer insanlara yardım elini uzattığınızda, siz de mutlaka yardım görürsünüz. Belki yarın, belki de yüz yıl sonra, ama mutlaka. Doğa, borcunun bedelini ödemek zorundadır. Bu bir matematik yasadır ve bütün hayat da, matematikten ibarettir.”
Maddî hazlara düşkün, aç gözlü; azgın ve mistik duyarlıktan, şiirsel incelikten yoksun, katı/dünyevî Amerikan hayat tarzından/telâkkisinden gına getiren ve düşlerin güzelliğine sığınan romantik şair Edgar Allan Poe, lâdinî dünyanın yabancısı olduğu uhrevî öz ve sezgiler hakkında şunu söyler:
“İnsanın içinde, modern felsefenin dikkate almak istemediği bir güç var. Bu isimsiz güç (ruhî cevher/mistik enerji) bilinmedikçe, pek çok insanî fiil açıklanamaz.”
İnsanı üstün kılan ve “emirlikten”, “eminliğe” yükselten aşkın muhteva, hiç şüphe yok ki, erdem donanımıdır.
“Vicdan, Yasalarla Olmaz”
Özgün bir üslupla, insan psikolojisini derinlemesine analiz eden Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, vicdan-erdem-iç denetim konusunda, sarsıcı tesbitlerde bulunarak, şöyle diyor: “İçselleştirilmiş değerin bizdeki adı vicdandır. Okumuşunda vicdan yok. Bizdeki aydının aldığı müfredat malumata yöneliktir. (cevhere, ahlâkiliğe ve erdeme değil. O.Y.) Beynin sol yarım küresine yönelik bir eğitim alır. Toplumda en güçlüler vicdansızlar. Neden böyle bir durum oluşturuldu? Biz, din baskısından kurtulmak ve laik düzene geçmek isteyen bir düşünce içindeyiz. Bu nedenle eğitimciler değerleri hep din kaynaklı gördüler. Dinden kurtulmak için, değerleri işin içine almadılar. (Bu) Çok büyük bir hataydı. Çünkü, değerler din kaynaklı olabildiği gibi, tamamıyla yaşamdan gelen, yaşam felsefesinden gelen kaynaklardır. Toplumun olduğu her yerde, değerlerin olması lâzım. Vicdanın hâkim olmadığı toplumda, insanların birbirine güven duyması mümkün değil. Yasalarla vicdan olmaz. Güvenin oluşmadığı bir ülkede de, ekonomik refahı uzun süre ayakta tutmak mümkün değil. Bunlar artık konuşulmalı, insanlar düşünmeli. Açık seçik şunu söylüyorum, Türk kültürü (buyurgan sistem demek istiyor. O.Y.) hasta. Su hastaysa (kimyası bozuksa, kirlenmişse. O.Y.), eninde sonunda balık da hasta olur. (Sistemin vicdanı yoksa, fertlerin de olmaz, denilmek isteniyor. Bu gizli, sembolik dil kullanma mecburiyeti bile, sistemin adâleti ve fazileti hakkında yeterli ip uçları veriyor zaten. O.Y.) Balık hasta diye, kabahati sürekli balıklara bulmak, bilgece (erdemli, saygın) bir tavır değil. Suya bak!” (Fertler kötü ise, onları kötülüğe iten başat erke bak, onun tavrını sorgula! Balığı öldüren su ise, ferdi kötüleştiren de, zorba devlettir. O.Y.) (Hürriyet’te yayınlanan bir söyleşiden.)
İşte haysiyetli bir münevverin, ‘erdemsizliğe’ ve ‘devlet despotizmine’ karşı çıkışı, taassuba muhalif duruşu; isyanı ve bir mânâda -toplumun vicdanı olması hasebiyle-, özgürce yükselttiği sosyal-çığlık! Siz ey, toplum mühendisleri, hâlâ bu çığlığa, bu aydın sorgulamasına ve baştan beri işaret edilen cihanşümul “fazilet vurgusuna” duyarsız kalmaya devam edecek misiniz?
Olcay YAZICI
Şair-Yazar