Özel Celse
Kendi benliğimden de çıktıktan sonra açmazlar, çıkmazlar, ikilemler içinde kalmıştım. Bilge Ruh’a çok gereksinme duyuyordum.
Bilge Ruh adını koymuş olduğum o bedensiz varlık beni çok etkilemişti. Ona sorular sorup, cevaplarını alarak aydınlanmak ihtiyacı duyuyordum.
Tam bunu düşünüyordum ki, birden ruhum başka bir boyuta sıçradı.
Bir mağaradaydım. Eflâtun ve kızıl renklerin, dünyada görmediğim daha değişik renkler ile seslerin eşliğinde onun varlığını hissettim.
Burada aydınlık ve iletişimi sağlayan sesler vardı ama bunların dünyevi ışık ve seslerle ilgisi, benzerliği yoktu.
O âlemde sıcak ve soğuk da yoktu. Ancak ben ruhumun ısındığını, sımsıcak olduğunu hissediyordum. Sanki benliğim güneşin, dünyanın, ayın, yıldızların, kısacası yeryüzündeki insansı duyularımızla farkına varabildiğimiz şeylerin çok ötesinde, bilinmez âlemlere göç ediyordu.
Bu doğaüstü durumu bana başka biri anlatsa ya da bir yerde okusam, doğa yasalarıyla bağlantılı bilimsel açıklamalarını arar, inanmazdım.
Ulaştığım yerde ortada sunak gibi bir şey vardı. Buradaki ışığın anla-
tılamaz niteliği net bir görüntü almamı engelliyordu.
Ona ben “sunak” dedim ama bu, yeryüzünde tapınaklarda görmüş olduklarımdan kaynaklanıyor; en uygun betimlemesi bu...
Duvarlarda gelmiş geçmiş bilgelerin taş oyması freskleri ve çeşitli işaretler görüyordum; anlamını çözemediğim işaretler.
Kendime göre yorumlar yapıyordum. Burası olsa olsa bir tapınak olmalıydı. Belki de “Çok Ulu Bilgeliğin ve Dinginliğin Tapınağı”.
Sunağın az berisinde bir ateş yanıyordu. Etrafında da hayal meyal seçilen ruhlar oturuyordu. Ben onları “ruh” olarak nitelendirdim; başka türlü olamayacağını düşündüğüm için.
Bilge Ruh ise sunağın öte yanında, iki sütun arasındaki yüksekçe bir setteydi. Bu yüzden onu göremiyor, ancak varlığını hissediyordum.
Bu durum bir bakıma Tevrat’ta anlatıldığı üzere Hz. Musa’nın Sina Dağı’nda Tanrı ile yanan bir çalının ardından, onu hayal meyal görerek konuşmasına benziyordu. Fakat o benim “Bilge Ruh” adını taktığım bir ruhtu; asla Tanrı değil...
«Bana sorular sorup cevaplamamı düşünüyorsun. Bu yüzden sana özel bir celse açtım. Sorabilirsin.» dedi.
Çok şaşırmıştım. Kendisini düşündüğüm ve bilgisine ihtiyaç duy-
duğum an benimle iletişim kuruyordu. Elbette bu, ancak o boyutta ve ancak ruhsal bir tarzda gerçekleşiyordu. Somut dünyada iki kişinin karşı karşıya geçip konuşmasından çok daha etkiliydi.
Sordum:
«Ben kimim?... Gerçek nedir?... Acılar neden kaynaklanıyor?... Yaşamda neler oluyor?... Neden hiçbir şey dışarıdan görüldüğü gibi değil?... Hep bunları düşünüyor ve bir türlü işin içinden çıkamıyorum.»
Hiç duraksamadan yanıtladı:
«Gerçek bir arayış içinde olan kişi, önce kendisini arayan ve aydın-
lanarak gelişmek isteyen kişidir. Tüm soruları aklından çıkar. Senin tek emin olacağın gerçek, var olduğuna ilişkin gerçektir.
Ne olduğunu bilebilmen için, önce ne olmadığını araştırmalısın.
Gerçekte sen olmayan her şey, bedenin, duyguların, düşüncelerin, zaman, uzay, evren, somut ya da soyut olarak algılayabildiğin her şeyin üzerine kafa yor. Bu algıladıklarının hiçbirinin sen olmadığını anla-
yacaksın. O zaman arayışın son bulacak ve aslında sınırsız bir varlık olduğunu, tek gerçeğin orada yattığını kavrayacaksın.
Gerçek, dünya ve öz varlığın, zihnin ötesindedir... Arzusuz olmak, en yüce mutluluktur. Çünkü ıstıraplar, arzulardan doğar. Tatmin edilen arzular daha çok arzu doğurur.
Acıya ve hazza kayıtsız kal. Zihninin ötesinde ıstırap olamaz.
Sadece bir beden olduğun fikrinden ve bunun oluşturduğu beklenti-
lerinden uzaklaş... Yaşamı geldiği gibi kabul et.»
İyi, güzel diyordu da, bunu nasıl yapabilirdim?
Yanıtını vermekte hiç gecikmedi:
«Zihnin nesnelerle, insanlarla, çeşitli fikir ve arzularla dolu ama kendi gerçek varlığınla ilgilenmiyor. Dikkatini kendi üzerinde topla. Öz varlığının, var oluşunun farkına var.
Gerçek, siz insanların hayal gücünün ürettiği bir şey değildir. Onlar illüzyondur, sizi yanıltır ve kendilerini size gerçek gibi gösterir. Gerçek ise öz varlığınızdır ve şimdidekidir.»
Buna takılmıştım. Şimdideki gerçek...
Bu ne demekti?... Gerçi son zamanlarda ancak o anı yaşamak fikri toplumu etkilemekteydi. Fakat “şimdideki gerçek” kavramının anlamı çok daha derin olsa gerekti.
Bilge ruh buna kısa bir açıklama getirdi:
«Geçmiş, bir an için şimdi idi, gelecek de bir an sonra öyle olacak. Geçmiş anıdır, gelecek hayal... Şimdi ise, senin gerçek varlığındır. Çünkü sen hep şimdilerde ve o an içinde var olansın.»
Bu açıklama çok karmaşık geldi bana... Anlaması biraz zordu bunu. Anlayamamış olduğumun elbette hemen farkına vardı ve ağır ağır, bir kez daha, vurgulayarak tekrarladı.
Hâlâ anlamamıştım. Üzerinde ayrıca kafa yormam gerekecekti.
“An dediğimiz zamancık acaba bedensel yaşamda zihnimizin yarattığı bir oyun mu; zihnimizden doğup tekrar oraya mı gömülüyor? Gerçek sandığımız bu dünya, sadece şaşkın düşüncelerimizin boşluğa yansıttığı gölgelerden mi ibaret?” diye iç geçirdim.
Bu da bu âlemde pek anlamsızdı; hatta saçma sapandı ama ben daha hâlâ düşündüğüm her şeyin algılandığına alışamamıştım.
Ancak buna yanıt vermedi.
«Peki, dünya ve gerçeği nedir?» diye sordum.
«Her şey zihninizden doğar ve zihninize gömülür. Sizin dünyaya ilişkin tüm bildiğiniz, kendi kişisel fikrinizin yarattığı dünyadır. Neyi görmek istiyorsanız onu görürsünüz.» diye başlayıp, sorumun yanıtını bir karşıtlaştırma biçiminde verdi: «Oysa dünya sonsuzdur. Dünya gibi siz de sonsuzsunuz. Çünkü siz dünyayla bütünsünüz. Onu zihinsel imaj kalıplarınıza koymayın. Haz ve acının egemenliğine girmeyin. Arzu ve korkulardan sıyrılın.
Bunları terk ederseniz, gerçeği bulursunuz.
Sessizlik ve sakinlik, gerçek gücünüzü ve bilgeliği getirir. Zihin endişelerden uzak olunca sessizleşir.»
Dediği gibi oluyorsa; yanılsamaları, tutkularımızı, acılarımızı silerek, yaşadığımız dünyanın göreli gerçekleri üzerine çıkamaz mıydık?
Durup dururken bir noktaya takılmıştım: “O!”
Elbette hemen yakaladı:
«O vardır. Yadsınamaz. O, karanlığın derinliklerinde, gizemlerin ötesinde yer alan gizemdir. Diğer her şey sadece oluşan iken, o işte o oluşumdan önce de var olandır. Hem bilinen hem bilinemeyendir... Bu yüzden onu ve sonsuz varlığı kavramak, aynı zamanda sonsuz varlık olmak demektir.»
Bu noktada durdu. Bekledi. Az sonra şöyle dedi:
«Anlamadın... Peki, tekrar edeyim... Onu ve sonsuz varlığı kavramak, aynı zamanda sonsuz varlık olmak demektir.»
Ara sıra yapıyordu bu tekrarlamalarını ama bu kez özellikle vurgu-
lamıştı. Sonra devam etti:
«Tanrı sözcüğünü kullanmaktan korkma. Bunun yerine “o” demen, kararsızlığın verdiği korkudur. Bundan sıyrıl çünkü sana hiçbir yararı olmaz. Ötekinin sana zararı olmadığı gibi…
İnsanlar, Tanrı hakkında kendi düşüncelerini üretir. Siz Tanrı’yı nasıl görürseniz, o da size öyle görünür. Ancak siz aslında onun nasıl olduğunu bilemezsiniz çünkü kendi kavrayışınızla bunun nasılı yoktur.
O vardır ama siz onun varlığın kendi nasılınıza bağlayamazsınız. Bunun için kendi tanımınızı yaparsınız ve size göre o öyledir.»
Burada benim bilgi düzeyimi aşan, metafizik nitelikli bir şeyler oluyordu. Ben öncelikle bilimselliğe dayanmakla birlikte, metafiziği de öyle bir kalemde yadsıyamıyordum. Akıl yolundan ayrılmamalıydım ama akıl verileri de dünyada edinmiş olup bildiğimiz evrenin bilgi ve deneyim birikimine dayanıyordu.
Metafizik akıl ise başka türlü işliyordu. Bir gün onların içinden de doğrular çıkabilirdi. Kaldı ki gerçeğin araştırılması da felsefede değişik hatta birbirleriyle çelişkili görüşlere dayanıyordu. Ayrıca Bilge Ruh’un iletilerinin altında, evreni yaratan ve yöneten, vahiy yoluyla insanlara buyruklar veren bir Tanrı’nın varlığından söz edilmiyordu.
O tanımları da insanlar yaratmıştı.
Bireysel inançlarımı kendime saklayarak, girdiğim ruhsal dünyada olanları aynen aktarıyorum. Herkes bundan kendi Tanrı kavramı yorumu ile kendine göre bir düşünce çıkarabilir.
Öteki soruma geçtim:
«Yaşam acılarla mı yüklüdür? Öyleyse, mutluluk nasıl elde edilir?»
«Siz acıdan ve hazdan kendinizi soyutlar, mutluluğu aramaz ve peşinde koşmazsanız, bunların ötesinde yaklaşılamaz ve saldırılamaz olduğunuzu kavradığınızda, o boş duygularınızın hepsi sona erer. Çünkü ıstırap zevki hedefler; zevkler de acıyla son bulur. Bunları aştığınız zaman kederden kurtulur, özgürlüğe ulaşırsınız... Mutluluğun ve mutsuz-
luğun ötesinde huzur vardır.»
«Peki yaşam?» diye, araya girme zorunluluğunu duydum.
«Yaşam sonludur. Sadece zihninizin yarattığı resimlerin bir oyunu-
dur. Herkes gelir, sonsuzluğa kendi resmini çizer ve gider.»
Bu deyişi üzerine, sorduktan sonra sorduğuma pişman olduğum bir şey sordum. «Bu zahmete değer mi?»
Sorduğuma pişman olduğumu, “Keşke sormasaydım.” diye düşün-
düğümü bilmemesi diye bir şey olamazdı elbette.
Bilge Ruh, sorulmuş olduğu için cevapladı.
«Zahmet, bir şeye sıkıca sarılıp tutunduğunuz zaman vardır. Hiçbir şeye sıkıca tutunup sarılmazsanız, zorluk çekmez, mutluluğu da kendi halinde elde edersiniz. Arzulardan, korkulardan sıyrılın. Geçmişi unu-
tun; geleceği hayal etmeyin. Neyi imgelerseniz, onun tutsağı olursunuz. Dediğim unutma, tümüyle bellekten çıkarmak değil, kendi haline bırak-
maktır. Bu onlara sarılmaya ve yapışmaya son vermek demektir. Oysa hiçlik zamandan öte olmayı getirir. Bununla, ölmeden ölür gibi ölümsüzlüğü yaşarsınız.
İşte bu, beden ve zihinden kurtuluş, gerçek var oluştur. Bırakın gelen şeyler gelsin, gidenler gitsin. Olayların tozuyla zihninizi bulandırmayın. Karşı koyduğunuz şeyler kalıcı olur.
Bağışlamak, izin vermektir. Mutluluğun anahtarıdır. Çünkü tüm korku ve endişelerinizi yok edip, herkesi dünyanız üzerindeki olumsuz etkiden uzaklaştırır; sizi sevgi dünyasına yaklaştırır. Duygusal yaralar, sıkıntı veren farklılıkları algılamanıza neden olur... Kırılıp öfkelen-
diğinizde, onun dozunda kendinize ve dünyaya zarar verirsiniz. Her olumlu ya da olumsuz şeyde yararlanabileceğiniz mesajlar vardır.»
Ne var ki ben hep, rastladığım her şeyde gelecekle ilgili mesajların ipuçlarını ararken, geçmiş mesajların ipuçları önüme çıkıyordu. Aslında aradığım mesajlar onlardaydı yani mesajlar o andaki anlarda, o an için olan ipuçlarını veriyordu.
«Sizin dert edindikleriniz, kopamadıklarınızdandır. Yalnızca hizmet etmeyi, onun için sevmeyi düşünürseniz, kurtulur ve kurtarırsınız.»
Kurtulmak ve kurtarmak... Yaşamı bunun üzerine kurmak... Hep birlikte kurtuluş; paylaşımlı, birbiri ardınca, zincirleme...
Ben daha sormadan, o yanıtladı:
«Yaşam düşüncelerin sonucudur. Olan da sadece olandır. Başlan-
gıçta acı ya da mutluluk yoktur; bunu insanın onlara bakış açısı yaratır. Önemli olan, olana acı çekmeden bakabilmektir... Aşağının, yukarının, şu ya da bu yönün, büyüğün, küçüğün, boşluğun, zamanın sonu yoktur. Sadece olan vardır.
Korku, suçluluk ve bağımlılıkları bıraktıkça, onlar da sizi bırakır. Belli bir sonuca düşkün olmayın. Kabullenme, özgürlüğe giden yoldur.»
Bu kez ben yineledim zihnimde şu son aktardığını.
Oysa hep sanırız ki, isyandır bize özgürlüğün kapısını açan... Evet, ama o, hep öncelikli tuttuğumuz sadece nesnel bir özgürlük... Ya zihinsel özgürlük?... Ya doğanın ve toplumun nesnel yasalarına egemen olmak?... Dışsal etkilerle belirlenmeyen, salt kendi irademizle davranabilmek?...
Her şeyde olduğu gibi özgürlüğün içeriğinde de kavram kargaşası ve görüş farklılıkları vardı.
Bir yanda özgürlük ve zorunluluk, öbür yanda zorunluluk ve rastlantı birbirleriyle eytişimsel bir bağımlılık içinde nesnel ve birlikte değil midir? Her türlü dogmaya karşı bağımsız, ön yargı ve alışılmış bilgi-
lerden kurtulmuş, bilimsel nitelikte araştırıcı düşünce!..
Konu derindi. Özgürlük istediğini yapmak ya da başkasının özgür-
lüğüne kadar her hakkı kullanabilmek kadar basit bir kavram değildi.
**********
Bilge Ruh’un her sözünde değişik bir konu ortaya çıkıyor, ilgimi çekmesi üzerine ister istemez felsefenin derinliklerine giriyor, o zaman bir kez daha eksikliğimin farkına varıyordum.
Bu durumda yaşamdaki amaçlarımız, bunların sonuçlarına ilişkin beklentilerimiz ne olmalıydı?
«Sonuçlara kilitlenmeyin ve bunun üzerine beklentilerle uğraş-
mayın.» dedi Bilge Ruh, «Sonuçları siz yaratmazsınız. Sonuçlar vardır ve olacaktır. Siz kendi dünyanızda ulaşabileceğiniz sonuçların deneyi-
mini edinirsiniz. Sonuçları da yaptığınız seçimler üretir. Onlar hangi hamleyi yaptığınıza bağlıdır.
Senin bireysel amacın şimdinin her anında kim olduğuna, şimdiye dek sahip olduğun en büyük görüntünün en büyük tarzında kendini yeniden yaratmak olmalı... Evrendeki herkesi ve her şeyi memnuniyetle yaşamına kabul et. Amacın bu, sonuçları da kabulün olsun. Zihninin yarattığı şeyleri sonuç olarak görme...
Uyum, içinde bulunulan anın, kişinin, yerin, nesnelerin ya da şimdi yaşanılan durumun titreşimini yakalamak, onunla bütünleşmektir. Bu aynı olmak değil, anda uyum içinde akabilmek ve var olabilmektir. Hayatın sana sunduğu ile kavgalı olmamaktır. Amaç ve sonuç yolunun iyisi ve kötüsü de yoktur. Sadece sayısız yollar vardır.
Her olduğunuz şimdide kendinize evrenin tam ve yetkin olduğunu, sizin yaptığınız ve başınıza gelen her şeyin de öyle olduğunu düşünmekle başlayın. Büyüme ve gelişme kaçıp geri çekilerek değil, yaşamın içinde kalarak olanaklıdır. Evren sizin içindir ve sizinle birliktedir.
Düşünce karmaşası ve düşüncelerin durdurulamaz olması, evrende titreşim yoğunumu, dolayısıyla rezonans yani zihinsel gürültü yaratarak içsel sessizliğe kavuşmanızı engeller. Sahte zihinsel ürünlerden oluşan bir benlik yaratır. Oysa dikkatler şimdiye yöneltilirse, rahatsızlık verici düşünceler uzaklaşır.
Bu, bir yandan uyanıklığı ve farkında olmayı yaratırken, diğer yandan da insanı istenmeyen düşüncelerden de uzaklaştırır. Bu boşluk, özgürlük, mutluluk, var olmak, her şeydir.
Egolar, bağımlılıklar, korkular ve yararsız duygularla düşüncelerin şimdiki anda var olduğu sanılsa bile, aslında bunlar hem geçmişten hem gelecek kaygısından kaynaklanır.»
«O halde düşüncesiz mi olmalı? Hiç düşünmemeli mi?» deyiverdim.
«Hayır!» diye yanıtladı Bilge Ruh, «Düşüncesizlik hali, hiçbir şey düşünmemek, düşünce üretmemek değil, o ana yoğunlaşıp düşüncelerden uzaklaştırılmış bilinç edinmektir.»
**********
Bilge Ruh’a «Nasıl huzur bulabiliriz?... O anki düşünceler şimdiyi yansıtmıyor mu?» diye sordum.
«Egosal zihin, korkular, bağımlılıklar sizi yönettiği sürece rahat ve huzur bulmak olanaksızdır.» diye yanıt verdi. «Bunlar dışsal şeyler ve yanlış düşüncelerin yarattığı yanılsamalardır. Hiçbiri siz değilsiniz... Geçmiş ve gelecek hep şimdide oluşur. Sizin şimdi diye düşündükleriniz, sadece anı ve hayallerdir. Anda duyularınızı tam olarak kullanıp algılamaya çalışırken, iç benliğinizde de onu hissetmeye çalışın. Her nerede iseniz tümünüzle orada olun.
Yine bir an durdu ve şunu ekledi:
«Zihnine hapis olanlar, hiçbir şey göremez ve ana yoğunlaşamaz.»
Bilge Ruh’un iletileri üzerine kısmen düşünmeye vakit bulduğumda, bilgi yetersizliğimin daha çok farkına varıyordum.
Oysa ben kendimi hayli geliştirmiş olduğumu sanıyordum. Epeyce kitap okumuştum. Meğer ne geri kalmışım!
Üzüldüm. İnsan her şeyi derinlemesine düşünmeliydi.
Birdenbire ortam değişti. Ne Bilge Ruh kaldı, ne üzerinde ateş yanan sunak ne de mağara içindeki tapınak...
Hayır, ortam değişmiş değildi. Ben önceki boyutuma dönmüştüm. Ben tekrar yeryüzüne dönerken o âlemdekiler ruhsal dünyanın sonsuz derinlikleri içinde kaybolmuştu.
Bana o âlemde aktarılanların tam olarak bunlar olduğu konusunda endişelerim vardı. Bunları sonlu yaşamın kısıtlı sözcükleriyle de açık-
lamak zor. Ancak o saygıdeğer yüce ve soyut kişinin aktardığı fikirlerin bunlar olduğuna da eminim.